*Fotoğraf: AA/Arşiv
Yazının Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
Küresel sistem Mart 2021’den bu yana Covid-19 salgınının çok boyutlu etkileri ve salgının derinleştirdiği belirsizlikler ve kırılganlıklar ile mücadele halinde.
TIKLAYIN - Hayatımız, biz yaşarken tarih oluyor!
Bununla birlikte koronavirüs salgını öncesinde de küresel ekonomi giderek derinleşen ve yapısallaşan ‘sürekli kriz’ hali ile tanımlanıyordu.
2008’de ABD finansal piyasalarındaki çalkantı ile başlayan ve kısa zamanda küresel boyuta ulaşan artan eşitsizlikler, zayıflayan üretkenlik dinamikleri, küresel tedarik zincirlerini tehdit altında bırakan ‘ticaret ve teknoloji savaşları’ ve çözümsüzlüğe sürüklenmiş görünen iklim krizi ve ekolojik sorunlar…
Salgın ise 2008 küresel finansal krizinden bu yana süregelen eğilimleri güçlendirirken belirsizlikleri, toplumsal eşitsizlik ve kırılganlıkları derinleştirdi.
Öte yandan, gerek salgın karşısında geliştirilen ‘çıkış’ politikalarının içeriği, gerekse Covid-19 sonrası dünya üzerine yapılan tartışmalar ve bu doğrultuda atılan adımlar, önümüzdeki süreçte iklim politikalarının küresel düzenin yeniden şekillenmesinde kritik önemde olacağını gösteriyor.
Patika nereye uzanıyor?
Bugün küresel iklim politikalarını şekillendiren Paris Anlaşması, Kasım 2016’da yürürlüğe girdi. Anlaşma, iklim felaketlerinin önlenmesi için “sanayi devrimi öncesi döneme kıyasla küresel sıcaklık artışını 2 derecenin olabildiğince altına ve hatta 1.5 derece ile sınırlama” hedefi koyuyor.
Bu hedef, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) yüzyılın ortalarında net sera gazı emisyonlarının olmadığı bir patikaya yönelme hedefiyle birlikte iklim değişikliği ile mücadele politikalarının temel gerekçelerini oluşturuyor.
Öngörülen "net sıfır" patikaları ise, enerji verimlilik artışlarından yenilenebilir enerjiye ve büyük teknolojik dönüşümlere kadar farklı araçların/politikaların kullanılması gerekliliğini vurguluyor.
Küresel ekonomide yeni eğilimler
Aralık 2019’da Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan ve 21 Nisan’da kabul edilen Avrupa İklim Yasası ile somutlaşan AB Yeşil Mutabakatı (EU Green Deal) iklim açısından kritik bir döneme girildiğinin altını çiziyor.
Mutabakat geniş kapsamlı hedefini, AB ekonomileri için 2050’de net sera gazı emisyonlarının olmadığı, büyümenin kaynak kullanımından ayrıştığı, verimli, rekabetçi bir ekonomi ve adil ve müreffeh bir toplum olarak ortaya koyuyor.
Nitekim bu hedefler doğrultusunda tasarlanan politikaların kapsamı, yeşil dönüşümde, temiz ve güvenli enerji, emek-yoğun düşük emisyonlu teknolojiler, altyapı, inşaat ve bina yenilemeleri, akıllı ulaşım sistemleri, döngüsel ekonomi için sanayide dönüşüm, güvenli gıda sistemleri gibi unsurların öne çıkacağını vurguluyor.
Bu dönüşüm doğrultusunda tasarlanan adımları atmak için gerekli finansman ve yatırımlar için de (AB’de yıllık ek 260 milyar Euro, 2018 AB GSYİH’nın yüzde 1.5’i) kamu öncülüğünde özel sermayenin iklim ve çevreye yatırım yapmasını teşvik eden bir finansal sistemin kurulması planlanıyor.
ABD ve yeşil dönüşüm
ABD’nin Joe Biden yönetiminin göreve geldiği ilk gün Paris Anlaşması’na (yeniden) katılması, Biden yönetimince bu yıl 22-23 Nisan’da düzenlenen ilk dünya liderler zirvesinin ‘iklim’ konusunda olması konunun kritikliğinin önemli sinyalleri.
Yine Biden yönetiminin Mart 2021’de salgından çıkış için önerdiği devasa boyutlardaki (1,9 trilyon ABD doları) mali genişleme programı (American Rescue Plan) ve ABD ekonomisinde ‘yeşil bir dönüşüm ile birlikte nitelikli ve kalıcı istihdam yaratma’yı planlayan 2 trilyon ABD doları büyüklüğündeki Amerikan İş Planı (American Jobs Plan) ABD’nin yeni küresel rejim ve yeşil dönüşüm konusunda ortaya koyduğu somut politika önerilerini içeriyor.
Küresel salgın ile çok boyutlu bir hal alan yapısal sorunlar karşısında ortaya konan bu politikalar, bir yandan giderek derinleşen ekonomik/toplumsal kriz ve bununla birlikte diğer yandan dünya üzerindeki yaşamı tehdit eder hale gelen iklim krizine müdahale etmeyi ve böylece küresel kapitalizmin çalışma koşulları ve dinamiklerini yeniden düzenlemeyi amaçlar görünüyor.
Türkiye: Statik ve tarihsel bakış, sektörler, olasılıklar
Uzun durgunluk ve iklim krizi karşısında küresel ekonomik ve toplumsal düzen yeniden şekillenirken Türkiye Mayıs 2021 itibariyle Paris Anlaşması’nı (meclisten geçirerek) onaylamamış altı ülkeden biri olarak kendine "dışarıda" bir konum tanımlıyor.
Dünya çapındaki 197 ülke arasında Paris İklim Anlaşması’nı onaylamayan altı ülke arasında Türkiye, İran, Eritre, Irak, Libya ve Yemen yer alıyor. Türkiye Paris Anlaşması’nı meclisten geçirmemesine gerekçe olarak da gelişmiş ülke grubundan gelişmekte olan ülke grubuna geçirilmesi ve fon tarafından finansal destek sağlanması talebini öne sürüyor.
İklim değişikliği temel göstergeleri açısından değerlendirildiğinde Türkiye ‘gelişmekte olan ülke’ özellikleri gösteriyor. 2019’da Türkiye toplam 506.1 milyon ton CO2 eşdeğeri sera gazı emisyonları ve 399 milyon ton CO2 salımları ile küresel emisyonların yüzde 1.1’inden sorumlu.
Kişi başı emisyonlar açısından 2016 yılında 4.7 ton ile OECD ortalamasının (9.0 ton) oldukça altında ve dünya ortalamasına yakın. Yine enerji tüketimi/hasıla oranı da 63.1 kg (petrol eşdeğeri/000 2017 SGP ABD Doları) ile 95.7 düzeyindeki OECD ortalamasından düşük.
Emisyon payı en büyük 15’inci ülke
Bununla birlikte, hasıla başı emisyon (0.18 kg/2017 SGP ABD Doları) ile 0.21’lik OECD ortalamasına yakın olması enerji tüketimi, üretim ve emisyonlar arasında yakın bir ilişki olduğunun göstergesi.
Türkiye üretim-emisyon ayrışmasını (de-coupling) gerçekleştirememiş, emisyon artışları yüksek (1990-2018 arasında yüzde 175’lik artış ile OECD ülkeleri arasında birinci) yoğun fosil yakıt (kömür) sübvansiyonları veren ve 2019’da yüzde 1.1’lik küresel emisyon payı ile 15’inci en büyük kirletici konumunda olan bir ülke.
Tüm bu kriterler açısından değerlendirildiğinde kendisinden daha düşük paya sahip 170’in üzerinde ülkenin imzaladığı Paris Anlaşması’nın dışında kalmak, iklim krizi karşısında uluslararası yansımalarının son derece geniş kapsamlı olacağı anlaşılan ‘yeşil dönüşüm’ ve küresel yeni düzen tasarımının da dışında kalmak anlamına geliyor.
En büyük pay enerji kaynaklı emisyonlar
Türkiye’nin 2019’daki 506.1 milyon ton CO2 eşdeğeri sera gazı emisyonlarının yaklaşık yüzde 80’ini (399 milyon ton) CO2 oluşturuyor. Bu toplamdaki en büyük pay ise enerji (yakıtların yanması) kaynaklı emisyonlar (2019’da yaklaşık 350 milyon ton).
Kalan yüzde 12.5’lik pay ise özelikle mineral ürünleri (çimento) ve kimya sanayiinin üretim proseslerinden kaynaklı CO2 emisyonları. Enerji kaynaklı emisyonlarda ise en büyük pay, yüzde 42 ile çevrim ve enerji sektörü.
Kömür santrallerinin oranı yüzde 75
Dolayısı ile Türkiye’de CO2 emisyonları açısından değerlendirildiğinde en büyük pay elektrik üretim sektörü olarak ortaya çıkıyor. Burada özellikle kömür santrallerinin payı yüzde 75 civarında; kalanı ise doğal gaz santrallerinden kaynaklanıyor.
Toplam elektrik üretimindeki payı yüzde 50’nin üzerinde olan kömür ve doğalgaz fosil yakıtlarından kaynaklı emisyonlar Türkiye’nin özellikle kömür teşvik stratejisinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.
Kömür teşviki rasyonel değil
Aynı zamanda iklim politikaları açsından önemli bir potansiyele işaret ediyor. Dünyada rüzgar ve güneş kaynaklı yenilenebilir enerji maliyetlerindeki olağanüstü azalma trendleri ile fosil yakıtlara dayalı enerji üretimi giderek her yönden görece maliyetli hale geliyor.
Tamamen piyasa koşullarına bırakılan bir ortamda Türkiye’de de doğal eğilimin yenilenebilir enerjiye doğru olacağı açık. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkiye’nin kömür teşviklerindeki ısrarı hem iklim politikaları hem de ekonomik fayda açısından rasyonel görünmüyor.
İkinci sırada ulaşım sektörü var
Toplam (enerjiden kaynaklı) CO2 emisyonları içerisinde çevrim ve enerji sektöründen sonra en büyük pay yüzde 23 ile ulaştırma sektörünün. Burada da Türkiye’nin gerek iktisadi dönüşüm ve büyüme, gerekse iklim politikaları açısından oldukça büyük bir potansiyel taşıdığını vurgulamak gerekir.
Zira Türkiye sürdürülebilir ulaşım türlerine geçiş altyapısı açısından özellikle AB ülkelerinin oldukça gerisinde, gerek şehirler-arası toplu taşıma, gerekse şehir-içi ulaşım sistemlerinin dönüşümünde de oldukça zayıf bir noktada.
Dahası toplam kamu yatırımları içerisinde ulaştırmanın ve bu toplamda karayolları yatırımları payının giderek artması, ulaştırma sektöründen kaynaklı CO2 emisyonlarının da hızla artmasına (2000-19 arasında birikimli olarak yüzde 228) neden oldu.
Böylece çevrim ve enerji sektörü ile ulaşım sektörünün talebinden kaynaklı toplam enerji arzında özellikle ithalata dayalı fosil yakıtlar (doğal gaz, petrol, kömür) bir yandan Türkiye’nin ‘kirletici’liğini artırıyor, diğer yandan da kronik cari denge problemini besliyor.
İnşaat sektörü
Üretim sektörleri (imalat sanayi, inşaat, tarım ve hizmetler) CO2 emisyonlarında yüzde 25 diğer bir kaynak. Hanehalkları mesken enerji kullanımı da yüzde 10 ile başka bir kaynak. Burada özellikle inşaat sektörü bağlantılı demir-çelik ve çimento sektörleri gerek enerji-yoğun üretim süreçleri gerekse enerji-dışı CO2 emisyon katkıları ile öne çıkan sektörler.
Nitekim bu sektörlerden kaynaklı emisyonlar, inşaat sektörü üretim dinamikleri ile yakın bağlantı gösteriyor. 2019’da yüzde 9 civarında küçülmüş olan inşaat sektörü, özellikle çimento sektöründe endüstriyel proseslerden kaynaklı emisyonlarda yüzde 16‘lık bir azalmaya yol açtı.
Özellikle inşaat ve gayri menkul sektörlerine dayalı büyüme politikaları, bir yandan üretken olmayan, dış kaynak temelli büyüme dinamiklerini beslemekte, diğer yandan CO2 emisyonlarını artırıcı rol oynuyor.
Yapısal kriz güçleniyor
Türkiye’nin üretken sektörlere yönelen yapısal dönüşümü pek çok boyutu ile sürdürülebilir bir büyüme patikası açısından gerekli. Özellikle enerji-yoğun, büyüme ve ihracat açısından kritik sektörlerde enerji verimliliği, enerjide fosil yakıtlardan elektriğe kayış bu dönüşümün önemli unsurları.
Uzun durgunluk ve iklim krizi karşısında küresel ekonomik ve toplumsal düzen yeniden şekillenirken, Türkiye sürdürülebilir büyüme ve yeşil ekonomi için yapısal dönüşüm, üretken yatırımlar ve istihdam/ücret sorunlarını bir arada ele alan, somut sektörel hedeflere dayalı geniş çerçeveli ekonomik politikalar üretemiyor.
Geleceğe dönük ve dinamik politikalar yerine statik politikaların başat olduğu büyüme modeli, özellikle 2018 yılından bu yana derinleşerek ilerleyen yapısal krizin boyutlarını ve etkilerini güçlendiriyor.
(EV/SO)
İklim ve Dünya Değişirken Yazı Dizisi*
Başlarken: Hayatımız, biz yaşarken tarih oluyor! - Ömer Madra
1 / Küresel iklim politikasının dışında bir ülke: Türkiye - Ebru Voyvoda
2 / İklim değişimi, güvenlikçi politikalar ve hayaletler - Özdeş Özbay
3 / Türkiye'nin enerji politikası: Yurtta yerli, cihanda Mavi Vatan - Emre İşeri
4 / İklim krizi ve fosil yakıtların çocuk sağlığı üzerine etkisi - Çiğdem Çağlayan & Funda Gacal
5 / Güzel günler göreceğiz, termiksiz ve güneşli günler - Elif Ünal
6 / Ya kapitalizm ya gelecek - Tuna Emren
7 / İklim haberciliğinin üç ayağı: Bilim, politika ve toplumsal adalet - Ece Baykal Fide
8 / Bilimi, mücadeleyi ve sanatı bir araya getirmek - Yasemin Ülgen
9 / Temiz enerji mi yoksa ihanet mi? - Serkan Ocak
10 / Ekonomik büyümeye dur demenin zamanı - Fikret Adaman & Gökçe Yeniev
11 / İklim mültecileri kapımızı çaldığında - Mehmet Mücteba Göktaş
13 / İklim krizi kadınları, kadınlar iklim mücadelesini etkiliyor - Merve Özçelik
14 / Edebiyatta iklim-kurgu – Buket Uzuner
15 / Yangınlar çağında Dr. Faustus ve çocuklar- Ömer Madra
* Bu yazı dizisi Oslo Metropolitan Üniversitesi Gazetecililk ve Uluslararası Medya Merkezi OsloMet (Oslo Metropolitan University Journalism & Media International Center) mali desteği ile yayınlanmaktadır.