Yazının İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
Karl Marx henüz liberal bir demokrat olarak Rheinische Zeitung adlı gazetede çalışırken Hegel’in etkisiyle devletin sınıflar üstü olduğu fikrine inanıyordu. Genel oy hakkının olduğu demokratik bir devletin ekonomik ilerlemeyle birlikte insanlık için refah sağlayacağını düşünüyordu.
Ancak şahit olduğu bir olay tüm hayatını ve hatta tüm dünyanın kaderini değiştirecekti. Almanya’da bir kereste yasası çıkarılmıştı. Ormanların mülkiyet hakkına sahip olan toprak sahipleri", ormanlarından ısınmak ve yemek pişirmek için odun toplayan köylülerin cezalandırılmasını sağlamışlardı.
Ormanla ihtiyacı dolayısıyla ilişki kuran ve onunla uyum içerisinde yaşayan insanlar ulusal bir güvenlik sorunu haline gelmişti. Toprak sahiplerinin mülkiyetlerinin güvenliği bir ulusal güvenlik sorunuydu artık. Çünkü hırsızlık kabul edilemezdi! Yoksulluk ise bir güvenlik sorunu değildi.
Güvenlik tehdidi haline gelmek
Marx, bu yasanın (ormanların mülkiyeti hakkının) toplumun yoksul çoğunluğu üzerindeki etkisini gördüğünde o zamana kadar inandığı devlet idealini sorgulamaya başlamıştı. Henüz 24 yaşındaydı. Yazdığı beş itiraz makalesi nedeniyle artık gazetenin de gözdesi değildi. Artık bir güvenlik tehdidiydi ve sansürü ve gözaltıyı yaşadı. Bundan sadece iki yıl sonra Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları’nda “doğa insanın inorganik bedenidir” diyecekti.
Doğanın bir parçası olan insanın, onunla kurduğu ilişki sayesinde yani emeğiyle yemek, ısınma, barınma ve benzeri ihtiyaçlarını karşıladığını, onun bir parçası olduğunu ama onun üzerinde etkisinin de olduğunu söylüyordu. Daha sonra ise insanın doğaya olan yabancılaşmasını ve bunun sonuçlarını metabolik yarılma kavramı ile açıklayacaktı.
Özetle Marx, kendi döneminde şahit olduklarından sonra bir benzetme yapmak gerekirse “devleti değil sistemi değiştir” fikrine doğru radikalleşmeye başlamıştı. Bugün de çok genç bir kuşak iklim değişikliğine karşı mücadele ederken benzer bir radikalleşme sürecinden geçiyor ve sistem açısından güvenlik tehdidi olarak algılanabiliyor.
Müşterekler ve güvenlik
Bu kavramsallaştırmalardan 100 yıl kadar sonra doğa, mülkiyet ve ‘güvenlik’ üzerinden yeni bir tartışma açılıyordu. 1968 yılında Garret Hardin’in kaleme aldığı Müştereklerin Trajedisi başlıklı makale, bu yeni tartışmanın fitilini ateşlemişti.
Hardin, ne özel ne kamusal hiçbir mülkiyet ilişkisine girmeyen müştereklerin, Türkçe’de ‘orta malı’ da denen ormanlar, çayırlar, sular, göller ve benzeri varlıkların mülkiyet ilişkileri içerisine alınmadıkları takdirde kaçınılmaz olarak yok olacaklarını iddia ediyordu.
Bu varlıkları müşterek olarak görmenin bir trajediyle sonuçlanacağını söylüyordu. Müşterekleri yıkıma götüren üç neden vardı; rekabet nedeniyle aşırı kullanım (bunu ünlü örneği çayırda koyun otlatan çiftçiler üzerinden anlatır), kirlilik ve nüfus artışı. Bu nedenle açıkça çitlemeyi savunuyordu Hardin, ancak bu ille de özel mülkiyet olmak durumunda değildi. Tapusunu alıp, kullanımını ve işletilmesini kurallara bağlayan bir devlet mülkiyeti de olabilirdi.
Bu alanların yönetimi için de üzerinde ortaklaşa anlaşılan bir baskı (mutually agreed coercion) gerektiğini anlatıyordu. Böylece Hardin, doğal varlıkları mülkiyet ilişkisi içerisine alarak onların yönetimi ve korunmasını bir güvenlik meselesi haline getiriyordu.
İtirazlar
David Harvey, Hardin’in bu kavramsallaştırmasına itiraz eden Marksistlerden biri. Asi Şehirler’de önemli bir saptama ile başlar itirazına. Bu saptama bugün güvenlikçi argümanlara yanıt verirken de çok önemli bir çıkış noktası sağlıyor bizlere.
Hardin, çayır örneğinde, koyun sahiplerinin her birinin daha fazla koyunu otlatmak için girdiği rekabetin sonucunda zamanla otlağın kuruyacağını ve koyun sahiplerinin de zarar göreceğini söyler. Harvey’e göre sorunun temeli aslında çayırın müşterek kullanımı değil koyunların mülkiyeti ve rekabet koşullarında sürünün büyütülmesi zorunluluğudur. Bir diğer tabirle hayvancılık endüstrisinin gelişimi.
Hardin’den 50 yıl sonra, günümüze geldiğimizde mülkiyet ilişkileri içerisinde yer almayan ne kadar müşterek kaldı yeryüzünde bilmiyoruz ama elimizde kalan son müşterekler de iklim değişimi nedeniyle yok olma yolunda hızla ilerliyor.
Elimizde kalan son müşterekler
Amazonlar, Hardin'in örneğini gerçeğe dönüştürdü ama farklı bir şekilde. Tarla açmak için ormanlar yakılıyor. Bolsonaro ise bu çitleme uygulaması hakkında "Amazonlar'ın insanlığın mirası olduğunu söylemek, bizim ormanlarımızın 'dünyanın akciğeri' olduğunu söylemek saçmadır. Bu yalanlara ve hilelere inanmak bizim egemenliğimizin sorgulanmasıdır" diyebiliyor.
Tabii ki, ormanlarını savunan yerliler de bir güvenlik sorunu oluyor. Orman müştereği yakıldıktan sonra kullanılabilir bir mülkiyete dönüşüyor. Yani bu örnekteki çitleme büyük bir trajediye neden oluyor.
Uzun bir giriş oldu. Konumuza geleyim. Özetle, ekolojik krizin bir güvenlik sorunu olarak görülmesi doğanın ister özel olsun isterse de devlet, mülkiyet ilişkilerinin içerisine alınması, bir başka deyişle metalaştırılmasının bir sonucu olarak ortaya çıktığını anlatmaya çalıştım.
Marx’ın Kapital’de yaptığı tanımla “birikim için birikim, üretim için üretim” sistemi olan kapitalizm altında, sermaye birikimini engelleme riski taşıyan herkes ve her şey güvenlik riski haline geliyor. Şimdi, son birkaç on yılda yayılacak yeni alanların neredeyse kalmadığı, ‘doğal kaynaklar’ üzerindeki pay kavgasının arttığı bir dönemde iklim krizinin, egemenlerin gözünde nasıl bir ‘güvenlik krizine’ dönüştüğüne bakabiliriz.
*Fotoğraf: AA
İklim değişiminin sosyo-ekolojik boyutu ve güvenlik
İklim değişimi ülkeler üzerinde doğrudan ve dolaylı etkilerde bulunarak sosyal ve ekolojik değişimlere neden oluyor. Bu değişimler de devletler tarafından güvenlik sorunu olarak algılanıyor. Doğrudan etkiler; deniz seviyelerinin yükselmesi, aşırı yağışlar, seller, kuraklık, kasırgalar gibi ‘doğal afetlerin’ şiddetinin ve sıklığının artması. Doğrudan, o ülkedeki etkilerinden söz ediyoruz. Bu durumda milyonlarca kişinin hayatının tehlikeye girmesi ve göç etmesi bir ulusal güvenlik sorunu haline geliyor.
Mart ayında yayınlanan bir araştırma dünya nüfusunun %40’nın yaşadığı tropikal bölgelerdeki nem ve sıcaklığın insanının yaşamayacağı seviyelere doğru yükselmekte olduğunu belirtiyordu. Bilim insanları, iklim değişimi nedeniyle bu bölgelerin sıcaklık ve nemden dolayı tamamen yaşanmaz hale geleceğini duyurdu.
Bu coğrafyada bulunan ülkeler için bu durum kaçınılmaz olarak bir varlık yokluk meselesi haline gelmiş durumda. Yok olma tehdidi altındaki ülkeler iklim değişiminin kendisini bir ulusal güvenlik sorunu olarak görüyor. Açlık, hastalıklar, işsizlik, göç bu ülkeleri bekleyen kaçınılmaz sonuçlar. Diğer ülkeler ise genelde bu ülkelerden gelecek göçmenleri güvenlik sorunu olarak görüyor.
İklim değişimin ülkeler üzerindeki doğrudan etkisi sonucu ortaya çıkan güvenlik sorununun en son örneklerinden biri geçtiğimiz aylarda Hindistan’da yaşandı. Hindistan'ın kuzeyinde Batı Himalayalar'daki Uttarakhand eyaletinde, bir buzulun koparak barajı yıkıp, büyük bir seli tetiklemesi sonucu onlarca kişi öldü 200 kadar kişi selden etkilendi. Köyler boşaltıldı. Bilim insanları Himalayalar’daki buzulların son on yılda radikal düzeyde eridiğini daha önceden söylemişti. BM ise olaydan sadece iki hafta önce eski barajların küresel ısınmanın olası felaketlerine hazırlıklı olmadıkları konusunda uyarıda bulunmuştu.
Bu olayların yaşandığı ülkelerde işsizlik, açlık, göç, isyan gibi sonuçlar ortaya çıkıyor ancak çoğunlukla isyan aşaması belirdiğinde harekete geçiliyor. Bu da tabii ki güvenlikçi uygulamalarla gerçekleşiyor.
Bir güvenlik sorunu olarak görülen göç
İklim değişiminin sosyo-ekolojik açıdan ülkelere dolaylı etkileri dediğimizde ise bir başka ülkede yaşanan gelişmenin diğer ülkelere yansımasını kastediyoruz. Bu dolaylı etki genelde göçler oluyor. Büyük yığınların ekolojik krizin etkilerinden kaçışı, gittikleri devletlerde güvenlik sorunu olarak algılanıyor.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ve Denizaşırı Kalkınma Enstitüsü’nün yayımladığı “Climate Change, Migration and Displacement” başlıklı rapora göre, 2050 yılında iklim değişimine bağlı nedenlerden dolayı 200 milyon insan yaşadıkları yerleri terk ederek göç etmek zorunda kalacak.
Uluslararası Göç Örgütü’nün 2018 yılı raporuna göre ise 2008’den beri her yıl ortalama 25,3 milyon kişi felaketler nedeniyle yer değiştiriyor. Bu felaketler sonucu göçmenler 118 ülkeye dağılmış. Çatışma ve şiddet kaynaklı göç edenlerin 37 ülkeye dağıldığıyla karşılaştırılacak olursa durumun neredeyse tüm ülkeleri ilgilendirdiği görülebiliyor. 2016 yılında sel ve fırtınalar gibi felaketler nedeniyle göç edenlerin sayısı toplam göç eden 24,2 milyonun 23,5 milyonunu yani yüzde 97’sini oluşturuyormuş.
Suriye iç savaşı
Göç ve güvenlik sorunu üzerine en ciddi örneği Suriye’de başlayan iç savaşla birlikte yaşamaya başladık. İç savaşta kuraklığın rolü üzerine çeşitli yayınlar çıkmıştı.[1] 2006-2010 yıllarında yaşanan tarihi kuraklık, nedenler arasında gösterilmişti. Sadece birkaç yıl içerisinde 1-1,5 milyon kişi köylerden kentlere göç etmiş ve kent yoksullarını oluşturmuştu.
Bu kitleler devrim başladığında gösterilere aktif şekilde katılmıştı. İç savaş küresel bir güvenlik sorunu olarak IŞİD’in ortaya çıkmasına yol açmıştı. Ayrıca milyonlarca Suriyelinin göç etmesi, Avrupa’da gerçekleşen IŞİD saldırılarının da yardımıyla Batı dünyasında bir ‘güvenlik sorunu’ olarak algılanmıştı. Ancak iklim değişiminin olası etkileri düşünüldüğünde Suriye iç savaşı ve sonrasında yaşananları henüz bir başlangıç olarak okumak mümkün.
Su çatışma döngüsü
IPCC’nin 2018 yılının Ekim ayında yayımladığı IPCC 1,5 Derece Özel Raporu’nda, sıcaklıktaki 1 derece veya daha fazla sıcaklık artışının gruplar arası çatışma sıklığını yüzde 14 artırdığı yer alıyor. Çatışmalarla kuraklık arasındaki ilginç çalışmalardan biri Marcus King’in Suriye, Irak, Nijerya ve Somali’deki çatışmaları inceleyerek ortaya çıkardığı su çatışma döngüsü grafiğiydi.
Buna göre, her bir örnekte sıcaklık artışı, su kıtlığı, aşırı hava koşulları ve yeraltı suyunun tükenmesi gibi su stresi faktörleri devletleri zayıflatıyor. Bu stres faktörlerinin bir sonucu olarak, gıda üretiminde azalma yaşanıyor ve çiftçiler içe ve dışa kitlesel olarak göç etmek durumunda kalıyor.
Bu göç sırasında ve sonrasında da silahlı grupların kurbanları durumuna düşüyorlar. Aynı zamanda bu grupların insan kaynağını da oluşturabiliyorlar. Tabii buna ülke dışına göç etmeleri durumunda sınır boylarındaki devlet şiddeti de ekleniyor. King makalesinde IŞİD, Eş-Şebab ve Boko Haram gibi silahlı örgütlerin suyu nasıl bir silah olarak kullandığına da yer veriyor.
İklim değişiminin militarizme etkisi
İklim değişiminin doğrudan ordular üzerindeki etkisi devletlerin en üst düzey ulusal güvenlik sorunları arasında yer alıyor. Üstelik iklim inkârcısı devletler dahi söz konusu askeri rekabet olunca son derece gerçekçi oluveriyorlar.
ABD ordusunun 1980’lerden beri iklim değişiminin ulusal güvenliğe olan etkisi üzerine raporlar hazırladığı biliniyor. Ama karbon salımını azaltmak konusunda bu kadar geriye giden planları bulunmuyor. ABD Savunma Bakanlığı için hazırlanan ve iklim değişiminin etkilerinin anlatıldığı 2019 tarihli bir raporda iklim değişiminin ABD üsleri ve operasyonları üzerindeki etkileri anlatılıyor.
Örneğin, Pasifik Okyanusu’ndaki Guam adasında bulunan ABD deniz üssünün yükselen deniz seviyesi nedeniyle olumsuz etkilendiği, denizaltı ve diğer deniz operasyonları için gereken telekomünikasyon ve altyapının zarar gördüğü belirtiliyor. ABD’nin Batı bölgelerinde yer alan Vandenberg Hava Üssü gibi askeri bölgelerin, sayısı ve şiddeti artan yangınlardan etkilendiği, Florida’daki Tyndall Hava Üssü’nün kasırgalar nedeniyle hasar aldığı yer alıyor bu raporda.
ABD Savunma Bakanlığı, Biden başkan seçildikten hemen sonra 2021 yılı için iklime bağlı hasarların hafifletilmesi veya onarılması için askeri tesislerde kullanılmak üzere 67 milyon dolarlık bir fon ayırdığını duyurdu.
Burada bir not düşmekte fayda var. Bir iklim inkârcısı olan ABD eski başkanı Donald Trump, güvenlik birimlerden gelen ve içerisinde iklim değişimi geçen raporları reddediyordu. Ama bu orduyu gerçekçi analizler yapmaktan alıkoymamıştı çünkü bu bir ‘milli güvenlik’ sorunuydu. Trump’ı ikna etmenin farklı yollarını bulmuşlardı. Savunma Bakanlığı’nın 2019 yılı başında hazırladığı bir raporda yaklaşık 79 kadar askeri tesiste kuraklık, seller, yangınlar ve fırtınalar nedeniyle yaşanan zararlar yer alıyor.
Elbette bu tarz raporlar ABD ordusuyla sınırlı değil. Hatta iklim değişiminin yaratacağı güvenlik sorunlarına dikkat çekmek üzere 2009 yılında emekli ve muvazzaf subayların oluşturduğu İklim Değişikliği Konusunda Küresel Askerî Danışma Konseyi (GMACCC) adında küresel bir platform dahi mevcut.
*Görsel: BBC
Kuzey Kutbu’nda askeri hareketlilik
Küresel iklim değişiminin doğrudan militarist rekabete olan etkisini son birkaç aydır Rusya’nın artan askeri faaliyetlerinde çok çarpıcı bir şekilde görebiliyoruz. Bu sefer raporlara değil ana akım medyada açık açık yaşanıyor gelişmeler.
Putin, Kuzey Kutup bölgesinde büyük bir donanma ve askeri tatbikat etkinliklerine başladı. Kuzey Kutup bölgesindeki sıcaklık artışı dünyanın geri kalanından iki kat fazla. Artık kışın daha az buz oluşuyor ve oluşan buz tabakası da daha ince oluyor. Bu nedenle normalde kışın Arktik bölgede ticaret gemileri ve donanmalar dolaşamazken artık buzkıran gemileri önderliğinde gemi filoları bölgede ilerleyebiliyor.
Üstelik dünyadaki keşfedilmemiş petrol ve doğal gazın yaklaşık yüzde 22’sinin Arktik bölgesinde yer aldığı tahmin ediliyor. Bu gelişmeler üzerine Ekim ayında Rusya harekete geçmişti. Sputnik haber sitesinde şu haber yer almıştı:
“Arktik bölgesinde altyapı geliştirme alanındaki ana görevlerin yerine getirilmesi, aşağıdaki önlemlerin uygulanmasıyla sağlanır: 22220 projesinden en az 5 adet her maksada uygun nükleer buzkıran, 3 adet ‘Lider’ nükleer buzkıran, farklı kapasitelere sahip 16 adet arama kurtarma ve sondaj-kurtarma gemisi, 3 adet hidrografik ve 2 adet şamandıra gemisinin yapımı.”
Doğal savunma hattı kalkıyor
Rusya devletine ait Rosatom nükleer şirketi şubat ayında Kuzey Deniz Rotası adı verilen rota boyunca ilk kez kışın nükleer buzkıran öncülüğünde ilerleyen Christophe de Margerie tankerinin videosunu yayınlamıştı. Bu güzergâhın, kargo gemilerinin Süveyş Kanalı üzerinden izlediği Asya-Avrupa ulaşımını yarı yarıya azaltma potansiyeli bulunuyor. Bu videonun yayınlanmasından kısa bir süre sonra Putin, Rusya Coğrafya Topluluğu mütevelli heyeti toplantısında, dünyanın en güçlü buzkıran filosunun şu an ülkesinde kurulmakta olduğunu açıkladı.
Rusya buzların erimesiyle birlikte bölgede daha fazla fosil yakıt bulmak için aramalarını artırıyor. Sadece buzların çekildiği deniz alanlarında değil ortaya çıkan yeni kara parçalarında da arıyor ki bu kara parçalarının kime ait olduğu da başlı başına bir sorun. Örneğin 2019’un sonunda Rusya eriyen buzulların altından beş küçük ada çıktığını duyurmuştu.
Buzulların erime hızındaki artışla beraber Rusya’nın kuzey sınırında yeni askeri üsler inşa ettiğini söyleyen ABD’li yetkililer, bu üslerin amacının Kuzey Kutbu’nun yakın zamanda buzları erimiş olacak daha uzak bölgeleri üzerinde fiilen kontrol sağlamak olduğunu belirtiyor. Tabii, Rusya da buzulların erimesinin kendi kuzeyindeki doğal savunmayı ortadan kaldırıyor olmasından endişe duyuyor.
Tüm bu tedirgin edici gelişmeler, BM Güvenlik Konseyi’nin 2019 yılında, iklim değişimi ve güvenlik üzerine hazırladığı bir raporda da yer almıştı. Raporda, İklim değişikliğinin uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında açısından acil bir sorun olarak ele alınması gerektiği yer alıyordu.
Bir güvenlik sorunu olarak iklim aktivizmi
İklim değişiminin kaçınılmaz sonuçlarından birisi de iklim değişimini durdurmak isteyen bir hareketi ortaya çıkarması oldu. Ancak iklim aktivizmi de daha önce işçi hareketleri ya da sivil haklar hareketinde olduğu gibi, bir ulusal güvenlik sorunu olarak algılanmaktan kurtulamadı.
Eko-terörizm gibi kavramlar iklim, çevre ve vegan hareketi yükseldikçe; şirketler, muhafazakâr gruplar ve aşırı sağcılar tarafından kullanılmaya başlandı ve zaman zaman mahkemelerde de kullanıldı. 2000’li yıllarda bu konuda kitaplar dahi yazıldı. Ron Arnold’un EcoTerror: The Violent Agenda to Save Nature: The World of the Unabomber kitabı en çok bilinenlerden bir tanesi.
Bu ve benzeri kitapların, makalelerin ortak noktası özel mülkiyetin dokunulmazlığını savunmaları. Çiftliklere, barajlara, madenlere yönelik eylemleri, şiddet ve terör eylemleri olmakla suçlamaları. Bunu yaparken aslında son derece az sayıdaki baraj patlatma gibi bombalı saldırıları öne çıkarıyorlar.
Çiftlik veya mezbahalardaki hayvanları serbest bırakan barışçıl eylemleri ise terör, şiddet ve mülkiyet haklarına saldırı olarak kavramsallaştırıyorlar. Öte yandan esas terör saldırılarına maruz kalanların; yok olan türler, yerli halklar, köylüler ve demokratik haklarını kullanarak yağmayı durdurmaya çalışan çevre aktivistleri olduğu ortada.
*Fotoğraf: Extinction Rebellion
Nazilerle aynı listede
Yokoluş İsyanı (Extinction Rebellion), geçen yıl İngiltere’de daha salgın yayılmadan hemen önce terörle mücadele polisi tarafından ulusal güvenliği tehdit eden aşırı örgütler arasında (yani silahlı örgütler ve Naziler gibi gruplarla aynı listede) yer bulmuştu. Gerekçesi ise şöyle açıklanıyordu: “Aktivizminin temelinde sistem değişikliği yer alan düzen karşıtı felsefe; bu grup, etkinliklerine muhtemelen bunun farkında bile olmayan okul çağındaki çocukları ve yetişkinleri çekiyor. Kişilere karşı şiddet içermemekle birlikte kampanya diğer yasaları çiğneyen faaliyetleri teşvik ediyor.”
Brezilya’nın aşırı sağcı başkanı Bolsonaro da Amazonlar’da 2019 yazında ülke tarihinin en büyük yangınları yaşandığında çevre aktivistlerini sorumlu tutmuştu. Aslında komik denebilecek bir komplo teorisi kuran Bolsonaro, ünlü oyuncu Leonardo DiCaprio’nun para verdiği kundakçıların ülkeyi ve iktidarı zor durumda bırakmak için yangınları çıkardığını söylemişti.
Bolsonaro’nun Çevre Bakanı da 2019 Ekim’inde Brezilya sahillerinde petrol sızıntısının bir Greenpeace gemisi tarafından bilinçli olarak gerçekleştirildiğini yine kanıt göstermeksizin iddia etmişti. Bolsonaro bu olay hakkında “Bana göre bu bir terör eylemidir. Bana göre Greenpeace bizi sadece rahatsız ediyor.” demişti.
İki ay kadar önce Hindistan’da 250 milyon kişiyi sokağa döken tarım reformuna karşı eylemlere iklim aktivistleri destek vermişti. Greta Thunberg de Hintli çiftçilere nasıl destek verileceğine dair bir toolkit paylaştıktan sonra ülkenin bilinen genç iklim aktivistlerinden Disha Ravi tutuklanmıştı. Ravi’ye, bu toolkit’i Greta’ya paylaşması için göndermek ve “Hindistan'a karşı ekonomik, sosyal, kültürel ve bölgesel savaş başlatma” amacı taşımak suçlamalarıyla dava açıldı. Fridays for Future Hindistan’ın web sitesi de bir süre engellendi.
Bilim insanlarından çağrı
Bütün bu gelişmeler üzerine Nisan ayında 32 ülkeden 429 kadar akademisyen ve bilim insanı “Şiddet içermeyen iklim protestosunu kriminalize etmeyi durdurun” başlıklı bir açık mektup yayınladılar. Bilim insanları iklim aktivizmine yönelik bu endişe verici, anti-demokratik uygulamalara son verilmesi çağrısı yapmışlardı.
Bilim insanlarının çağrısı devletlereydi ancak aktivistler sadece devletler tarafından bir güvenlik sorunu alarak algılanmıyor. Zaman zaman ‘hükümetlerden bağımsız olarak’ doğrudan şirketlerin ve çetelerin hedefinde de yer alıyor.
Mesela Greta Thunberg’i örnek alan Kolombiyalı 11 yaşındaki iklim ve çevre aktivisti Francisco Vera ölüm tehditleri almıştı. Global Witness'ın raporuna göre 2019'da Kolombiya, 64 çevre aktivisti cinayetiyle aktivizm için en tehlikeli ülke olarak nitelendirilmişti.
Energy Transfer Partners şirketi, DAPL boru hattı projesine karşı mücadele eden gruplara karşı açtığı davada, Greenpeace, Earth First ve diğer grupları terör eylemlerine başvurmakla suçlamıştı. Dünyanın en zengin işadamı olan Amazon şirketi CEO’su Jeff Bezos’un da Greta Thunberg hakkında istihbarat topladığı ortaya çıkmıştı.
Vice’ın ele geçirdiği sızıntı belgelerine göre Amazon'un Küresel Güvenlik Operasyon Merkezi, şirketin operasyonları için potansiyel bir tehdit olarak gördüğü organizasyonları ve hareketleri takibe alıyordu. Bu belgelerde adı geçen gruplar arasında Extinction Rebellion (Yokoluş İsyanı), Greenpeace ve Greta Thunberg'in başlattığı Fridays for Future da yer alıyordu.
*Fotoğraf: Goran Horvat/ Pixabay
Sonuç yerine
Gezegenimiz hızla ısınıyor. İklimi krizi yaşam, ekonomi, politika her alanda belirleyici olacak bir hızla derinleşiyor. 2008 küresel finans krizi hala aşılamadı yani bir ekonomik kriz sonrası yeniden yükselişe geçmesi beklenen kâr oranları artmadı, kriz öncesi büyüme oranları yok. Küresel ekonomik durgunluk döneminde iklim krizi etkilerini radikal bir şekilde göstermeye başladı.
Bu iki kriz küresel ölçekte siyasal merkezin çökmesine neden oldu ve dünya; ayaklanmalar, devrimler, iç savaşlar, otoriterleşme, radikal sağın yükselişi gibi politik kriz belirtileri de göstermeye başladı. Tüm bunların üzerine bir de pandemi krizi baş gösterdi.
İç içe geçen krizler, teker teker şirketler düzeyinde ve ulusal ekonomiler olarak devletler düzeyinde rekabeti sertleştiriyor. İstikrarsızlık ve rekabet, %1 dediğimiz küresel sermaye grubunun diken üstünde olmasına neden oluyor. Dünyanın dört bir yanında sürekli ayaklanmalar yaşanıyor. Henüz 18 yaşına bile gelmemiş olan milyonlarca genç iklim aktivisti salgın koşullarında dahi grevlere gidip sokaklara iniyor. 250 milyon gibi görülmemiş sayıda bir kalabalık Hindistan’da greve gidiyor. Kadınlar 8 Mart’larda kadın grevleri örgütlüyor. Yokoluş İsyancıları Londra’da, Siyahların Hayatı Önemlidir aktivistleri ABD şehirlerinde, Sarı Yelekliler Fransa’da, darbe karşıtları Myanmar’da, monarşi karşıtları Tayland’da yolları kapatıyor. Küresel sorunlara karşı birbiriyle iletişim halinde olan ve her bir sorunu bir diğerine bağlayarak yükselmekte olan radikal bir değişim dönemi içerisindeyiz.
Kapitalizmin artık vaadi kalmadığı noktada güvenlikçi politikaları öne çıkıyor. Rosa Luksemburg’un benzer bir değişim döneminin ortasında söylediği “ya sosyalizm ya barbarlık” sloganı Chomsky tarafından “ya enternasyonalizm ya yokoluş” şeklinde güncelleniyor. Devletlerin şiddet kartına sarılmaları bu yüzden. Küresel azınlığın mülkiyetini ve sermaye birikimini korumak artık çok zor.
Gezegenin her köşesinde bir hayalet dolaşıyor. Değişim talebini milyarlarca insanın canı pahasına engellemeye çalışanlara karşı “buna nasıl cüret ederseniz?” diye fısıldayan kalabalıkların hayaleti bu. Durdurulması ancak çok büyük baskılarla olabilir, ilerleyebilir ise de yeni bir dünyanın kapısı aralanacak.
* [1]de Châtel, Francesca (2014), “The Role of Drought and Climate Change in the Syrian Uprising: Untangling the Triggers of the Revolution”, Middle Eastern Studies; Gleick, Peter H. (2014). “Water, Drought, Climate Change, and Conflict in Syria” American Meteorological Society. 6: 331-340
(ÖÖ/SO)
İklim ve Dünya Değişirken Yazı Dizisi*
Başlarken: Hayatımız, biz yaşarken tarih oluyor! - Ömer Madra
1 / Küresel iklim politikasının dışında bir ülke: Türkiye - Ebru Voyvoda
2 / İklim değişimi, güvenlikçi politikalar ve hayaletler - Özdeş Özbay
3 / Türkiye'nin enerji politikası: Yurtta yerli, cihanda Mavi Vatan - Emre İşeri
4 / İklim krizi ve fosil yakıtların çocuk sağlığı üzerine etkisi - Çiğdem Çağlayan & Funda Gacal
5 / Güzel günler göreceğiz, termiksiz ve güneşli günler - Elif Ünal
6 / Ya kapitalizm ya gelecek - Tuna Emren
7 / İklim haberciliğinin üç ayağı: Bilim, politika ve toplumsal adalet - Ece Baykal Fide
8 / Bilimi, mücadeleyi ve sanatı bir araya getirmek - Yasemin Ülgen
9 / Temiz enerji mi yoksa ihanet mi? - Serkan Ocak
10 / Ekonomik büyümeye dur demenin zamanı - Fikret Adaman & Gökçe Yeniev
11 / İklim mültecileri kapımızı çaldığında - Mehmet Mücteba Göktaş
13 / İklim krizi kadınları, kadınlar iklim mücadelesini etkiliyor - Merve Özçelik
14 / Edebiyatta iklim-kurgu – Buket Uzuner
15 / Yangınlar çağında Dr. Faustus ve çocuklar- Ömer Madra
* Bu yazı dizisi Oslo Metropolitan Üniversitesi Gazetecililk ve Uluslararası Medya Merkezi OsloMet (Oslo Metropolitan University Journalism & Media International Center) mali desteği ile yayınlanmaktadır.