*Fotoğraf: Ocean Rebellion
Yazının İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
Toplumsal eşitsizliğin iyiden iyiye görünür olduğu, kontrolden çıkmış krizlerin peş peşe dizildiği tarihsel bir kırılma noktasında, küresel salgının tam ortasında duruyor, çevremizde gerçekleşmekte olan türlü ekolojik felaketlere tanıklık ediyoruz.
Bir seçim yapmamız gerektiği aşikâr.
Sera gazı emisyonlarını sıfırlamış, eşitlik ve adalet ilkelerinden ödün vermeyen, tüm temel hakların garantiye alındığı müreffeh, demokratik, barışçıl bir uygarlık olamaz mıyız? Yaşamı değil sermayeyi yücelten, kelimenin tam manasıyla bir fosil yakıt sistemi olan kapitalizm ile böyle bir geleceğe ilerleme şansımız var mı gerçekten?
Gelişme göstergesi olarak enerji
Uygarlığımız endüstriyel gelişimini hiç de medeni olmayan bir yöntemle, yerkabuğunun altından çıkardığı tarih öncesi canlıların kalıntılarını yakarak sürdürüyor. Medeni değil, çünkü bir uygarlığın ne kadar gelişkin olduğunu belirleyen faktör, enerji ihtiyacının çözülme şeklidir.
Astronomi biliminde sıkça başvurulan ünlü Kardashev ölçeği, teknolojik ilerleme hızının gelişme göstergesi sayılamayacağını söyler. Enerji sorunu gezegenin ve yaşamın bedel ödemeyeceği şekilde çözülebildi mi? Önemli olan budur. Bir uygarlığın ne kadar gelişmiş ne denli zeki olduğuna işte bu sorudan yola çıkılarak karar verilir.
Rus astronom Nikolai Kardashev, ileri uygarlıkların sofistike sistemlere geçiş yapacak kadar zeki olacaklarını söylüyordu. Diğer bir deyişle, rekabeti değil dayanışmayı yücelten, ulusal değil evrensel değerleri onurlandıran bir uygarlıktır bu artık.
Öyleyse her türlü eşitsizliğin aşıldığı, varsıl-yoksul ayrımının geçmişte bırakıldığı, sınırların ortadan kalktığı, sermayenin yerine yaşamın öncelendiği bir toplum modeli üzerinde yükselmesi beklenir.
Fosil yakmanın bedeli
İnsanlığın Kardashev ölçeğindeki seviyesi 0,7 civarında seyrediyor. Yani Tip1 uygarlık seviyesine bile erişebilmiş değiliz – yıldızlararası yolculuk hayallerini gerçekleştirebilmek şöyle dursun kendi güneş sistemimizdeki gezegenlere yayılabilmek için bile iki basamak çıkmamız lazım.
Sınıflandırma, bulunduğumuz yerin karakteristik özelliklerini şöyle tanımlıyor: İzlenebilen bir gelişim hızı var, ancak enerji ihtiyacını hâlâ fosil yakıtlardan sağladığı için gezegenin kaynaklarını verimli kullanamıyor. Özetle, pek de zeki bir uygarlık sayılmayız.
Fosil yakıtlar doğal bir enerji kaynağı olsa da onları yerin altından çıkarıp yakmaya devam etmenin, iklim sisteminin bozulması gibi ağır bir bedeli oldu. Gezegeni sanayi öncesi döneme kıyasla 1,5 derece ısıttık.
Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) ısınmayı en geç 2030’a kadar 1,5C’de sabitlememiz gerektiğini söylüyor. Bu sınırı aşamayız. Olur da 1,5C’de kalmayı başaramazsak hızla 2 derecelik ısınmaya doğru yol alırız. 2C’de geri dönüş biletimizi yakmış oluyoruz. Çünkü ısınan okyanus suyu daha az CO2 emmeye başlıyor, atmosfere karışan CO2 yoğunluğu artıyor, ısınma hızlanıyor.
Maalesef yağmur ormanlarının da yüzde 40’ını feda etmiş oluruz ki bu da toprağın tuttuğu karbon yoğunluğunun azalması, atmosfere salınan miktarın ikiye katlanması demek. Isınma biraz daha hızlanıyor. Bunlar yetmezmiş gibi, kaybedilen bitki örtüsü de karbon salıyor, ısınma daha da hızlanıyor, yani artıyor.
İşte bu faktörlerin devreye gireceği 2C’ye ulaşmak, 3C’ye de yelken açmak anlamına gelir. Ve 3C derecede çok daha şiddetli değişimler giriyor devreye – buradan sonrasını bilmek istemezsiniz.
Neyi bekliyoruz?
Zaman çerçevesi gitgide daraldı, emisyonları 1,5C sınırında kalmamızı sağlayacak ölçüde azaltabilmek için yalnızca dokuz yılımız kaldı geriye. Kaybedecek bir dakikamız bile yok aslında.
Sıfır karbon ekonomisine geçiş teknolojik anlamda başarılabilir bir hedef. Yenilenebilir enerji teknolojileri bilhassa son on yılda hem kurulum maliyetleri hem de enerji üretim fiyatları açısından makul, gelişim hızı açısından ise uygulanabilir hale geldi. Öyle ki BP gibi fosil yakıt devleri bile yatırımlarını bu alana kaydırmaya başladı.
Öyleyse dönüşümü gerçekleştirmek için neyi bekliyoruz?
Tek tek politik aktörlere baktığımızda, neredeyse hepsinin iklim zirvelerine iştirak edip emisyon azaltım hedefleri sunduklarını görebiliriz. Ancak aynı aktörler fosil yakıt endüstrisinin desteklenmesine dayalı politikaları da yürürlükte tutuyorlar.
Birleşmiş Milletler yaklaşan felaketlerin önlenebilmesi için eyleme geçmeye karar verdiğinde, yani 1992’de (Rio Konferansı) dünya liderlerinden taahhüt sunmalarını istedi. O sırada atmosferdeki CO2 artış oranı korkutucu bir seviyeye erişmiş, sürecin hızlandığı doğrulanmıştı. 1994 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi yürürlüğe girdi. İlk iklim zirvesinin gerçekleştirildiği 1995’ten bu yana ise 26 yıl geçti (COP1, Berlin).
*Fotoğraf: Amy Stansbury
Geleceği belirleyen 100 fosil yakıt şirketi
Son 26 yılın küresel emisyonlarına bakacak olursak, yüzde 71’inden 100 fosil yakıt şirketinin sorumlu olduğunu görürüz. Dahası, dünya bankaları Paris Anlaşması’ndan bu yana 1,9 trilyon dolarlık fosil yakıt yatırımı yaptı.
Yenilenebilir enerji politikalarına odaklı çalışmalar yürüten REN21’in geride bıraktığımız günlerde sunduğu rapor fosil yakıtların küresel enerji tüketimindeki payının son 10 yılda neredeyse hiç değişmeden (yüzde 80) korunduğunu gösterdi.
Örneğin en fazla salım yapan ülkeler listesinde 15’inci sırada yer alan Türkiye de kömür üretimini artırma, kömürlü termik santrallere yatırımı destekleme gibi arkaik hedefler belirlemeye devam ediyor.
REN21 raporunda da ortaya konulduğu üzere, iklim zirvelerinde azaltım hedefleri açıklayan birçok ülke aslında yenilenebilir enerjiye sağladıkları fonun altı kat fazlasını akıtıyorlar fosil yakıt endüstrisine. Ve yenilenebilir enerji kaynaklarının payı yüzde 11,2 seviyesinde (2019) kalıyor.
30 yıldır aynı ezberler
Bir iklim OHAL’i yaşandığı halde neredeyse 30 yıldır aynı ezberleri dinliyoruz. Emisyonlar, iklim zirvelerinin tarihi boyunca artmaya devam etti, buzullar iklim bilimcileri bile şaşırtacak kadar hızlı erimeye başladı. Kuzey Buz Denizi’ndeki erime bu hızda devam ederse 2030’da buzulsuz Arktik yazlarının yaşandığına şahit olacağız.
Okyanuslar günden güne ısındı, ısındıkça kimyaları değişti, deniz canlıları göçe zorlandı, hassas ekosistemlerin dengesi bozuldu. Deniz yüzeyi sıcaklığının normal değerler üzerine çıkmasıyla kasırga ve tayfunların sıklığı ve yıkıcı etkileri arttı. Kuzey Kutup Bölgesindeki permafrost toprağı erimeye başladı, bunun bir sonucu olarak – CO2 emisyonlarımız yetmezmiş gibi- yoğun miktarda metan salımı başladı.
Gerçekler ortada. Hızla artmakta olan CO2 seviyeleri, BM zirvelerinde atılan bu ‘ileriye dönük adımların’ bizi daha da geriye götürdüğünü gösteriyor.
Kapitalizm yıkarak büyüyor
Fosil yakıtlar ve kapitalizm birbirinden ayrı değerlendirilebilecek iki farklı olgu değil. Kanadalı sosyalist yazar ve çevre aktivisti Ian Angus’un Antroposenle Yüzleşme: Fosil Kapitalizm ve Yerküre Sistemleri Krizi adlı kitabında ifade ettiği şekliyle; fosil yakıtlar “kapitalizmin üzerinden soyulup atılacak bir katman değildir” çünkü “sistemin her bir hücresine kaynamış durumdadır artık”.
Yenilenebilir enerji dönüşümü gerçekleştirmek, sermayedarlar açısından bakarsak, halihazırda işlemekte olan kârlı yatırımlarının üstünü çizip kendileri için daha fazla maliyet doğuracak yeni bir sisteme geçmek ve bu yüzden pazardaki güçlerini, avantajlarını tehlikeye atmak demek. Yani ‘müktesep haklarını’ kaybetmek istemiyorlar.
Gözü dönmüş sermayedarların liderliğinde sürdürülen kapitalist üretim hiç durmadan büyümek zorunda olduğu için sermaye birikimi ve ihtiyaç fazlası üretim gibi irrasyonel olgular giriyor devreye. Kâr odaklı bir sistemin ekolojik ya da etik kaygılar gütmesi beklenemez. Ekonomik sorunların bile daha fazla büyüme ile çözülebileceğini iddia eden dejenere bir sistem bu.
Frederich Engels “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” başlıklı makalesinde şu soruyu yöneltiyordu; “Küba’daki İspanyol yetiştiriciler, yüksek oranda kâr sağlayan tek kuşaklık kahve ağaçlarını yetiştirmek için ihtiyaç duydukları gübreyi, dağların yamaçlarındaki ormanları yakıp küllerinden elde ederken buna aldırış ettiler mi?”
Kapitalizm, tabiatı gereği yıkıcı bir sistem. Züccaciye dükkanına girmiş bir fil gibi yıkıp dökerek ilerliyor, krizler yaratma pahasına büyüyor. Bir yandan aşırı tüketimi teşvik ediyor örneğin, diğer taraftan dünya nüfusunun yüzde 10’unu aç bırakıyor.
Geleceği kurtarmak
Fiilen mümkün olan bir enerji dönüşümünü gerçekleştiremiyor, emisyonlarımızı azaltamıyor olmamızın sebebi, böylesi bir dönüşümün sermayedarların çıkarlarına ters düşmesi. İşte bu nedenle bizim de iklimi değil sistemin ta kendisini hedef tahtasına oturtmamız gerek.
Kaldı ki özünde apaçık bir sınıfsal eşitsizlik meselesi olan bu krizi üretim sistemimizi dönüştürmeden çözebilecek olsak, liderlerin emisyon azaltım taahhütleriyle bir yerlere varmış olmamız gerekirdi. Fakat öyle olmuyor.
Karar vericiler bizleri aldatmaya, oyalamaya devam ediyor, onların desteğiyle ayakta duran fosil yakıt endüstrisi ise elde ettiği bu gücü sürdürmek ve kendisini denetimlerden bağımsız kılmak için uğraşıyor. Sözün özü, krizin gerçek sorumluları servetlerini katlayıp aklanırken, milyarlarca insan onlar yüzünden benzersiz bir yokoluşa sürükleniyor.
Artık üretim sistemlerimizi dönüştürmek zorundayız. Yaşam mı fosil yakıtlar mı? Geleceği mi yoksa sermayeyi mi seçeceğiz?
Sadece alametlere odaklanıp asıl sorunu görmezden gelmeye devam edemeyeceğimiz bu kırılma noktasındayken yapacağımız bu seçim tüm insanlığın ve gezegendeki yaşamın önemli bir kısmının kaderini belirleyecek, daha azını değil.
Gidişatı değiştirmek için fazla zamanımız kalmadığına ve kalan süreyi nasıl geçireceğimiz de kritik öneme sahip olduğuna göre, hayali karbon yakalama teknolojileri ya da karbon ticareti gibi aldatıcı piyasa mekanizmalarına dayalı beyhude umutları da terk etmenin vakti gelmedi mi?
*Fotoğraf: Erdem Şahin
'Sıfır' ile 'Net Sıfır' farkından doğan aldatmaca
Karbon emisyonlarını azaltma hedefleri iki farklı şekilde ele alınıyor; ‘sıfır karbon’ ya da ‘net sıfır’. Aralarında pek fark yokmuş gibi gelebilir, lakin ikincisi yukarıda bahsetmiş olduğum şaibeli karbon yakalama teknolojilerine duyulan mesnetsiz güvenin dolaylı bir göstergesi. Bu, son derece tehlikeli bir aldatmaca.
‘Net’ ifadesi, gelecekte ortaya çıkıp atmosferdeki karbon fazlasını yakalayacak bazı teknolojilerin bu krizi çözeceğini, dolayısıyla ülkelerin buna güvenip aynı tas aynı hamam devam edebileceklerini vurguluyor.
Ne var ki bahsi geçen teknolojilerin işe yarayan bir örneğini şimdiye dek görebilmiş değiliz. Hayata geçirilebilse bile yalnızca yaşam çevrimimiz içinde salınan gazları yakalayabilecek ve bunu da kesin olmayan yüzde 60 gibi bir maksimum başarı oranıyla gerçekleştirebilecekler. Ayrıca böyle yetersiz bir seviyede azaltım yapmaya çalışacaklar diye olağanüstü büyüklükte bir araziye ihtiyaç duyuluyor.
Üstüne bir de fosil yakıtları kullanıp (beraberinde muazzam bir hava kirliliğine de sebep olarak) denizlere ve karalara zehirli yan ürünler salıyorlar. Ekonomik açıdan uygulanabilir oldukları da kanıtlanabilmiş değil.
Riskli ve yüksek maliyetli olan bu negatif emisyon teknolojileri, bırakalım sorunu çözebilmeyi, bilakis yepyeni ekolojik krizler yaratıp doğal habitatlara ve biyoçeşitliliğe zarar veriyor, karbonsuzlaşma yönünde atılacak gerçek adımları geciktiriyor.
Büyük aldatmaca
Geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Büyük Aldatmaca” başlıklı bir rapor ‘net sıfır’ sahtekarlığında kullanılan başlıca taktikleri sıralayıp; Shell, BP, Total gibi fosil yakıt devlerinin yanı sıra Microsoft, Amazon, Apple, Wallmart, HSBC, Cargill, Nestle gibi çokuluslu kirleticilerin de yer aldığı bir liste açıklayarak, bu şirketlerin imajlarını yeşile boyamak için türlü hilelere başvurduklarını gösterdi.
Örneğin, Walmart tarafından sunulan iklim planı, şirketin karbon ayak izinin yaklaşık yüzde 95’ini oluşturan değer zinciri emisyonlarını tamamen göz ardı ederken, Total ise perde arkasında 2015-2025 aralığında petrol ve gaz üretiminde yüzde 50’lik artışa ulaşmasını sağlayacak projeleri hayata geçiriyor.
Radikal soruna radikal çözüm
Kendimizi, gezegenin tanınmaz hale geldiği bir iklim kaosunun içinde bulmak istemiyorsak tek çare kalıyor geriye; sonumuzu getirmeye adanmışçasına ilerleyen kapitalist üretim biçiminden vazgeçmek.
Yaklaşım şeklimizin yaşam için belirleyici olacağı böylesi radikal bir sorun karşısında son derece radikal çözümlere ihtiyaç duyulması tuhaf değil. Asıl tuhaf olanı, onunla devam edildikçe tüm krizlerin derinleştiğini bilfiil tecrübe ediyorken bile sermayeyi yaşamdan önemli sayan bir üretim sisteminden vazgeçemiyor oluşumuz.
(TE/SO)
İklim ve Dünya Değişirken Yazı Dizisi*
Başlarken: Hayatımız, biz yaşarken tarih oluyor! - Ömer Madra
1 / Küresel iklim politikasının dışında bir ülke: Türkiye - Ebru Voyvoda
2 / İklim değişimi, güvenlikçi politikalar ve hayaletler - Özdeş Özbay
3 / Türkiye'nin enerji politikası: Yurtta yerli, cihanda Mavi Vatan - Emre İşeri
4 / İklim krizi ve fosil yakıtların çocuk sağlığı üzerine etkisi - Çiğdem Çağlayan & Funda Gacal
5 / Direne direne ‘termik’siz, güzel ve güneşli günlere - Elif Ünal
6 / Ya kapitalizm ya gelecek - Tuna Emren
7 / İklim haberciliğinin üç ayağı: Bilim, politika ve toplumsal adalet - Ece Baykal Fide
8 / Bilimi, mücadeleyi ve sanatı bir araya getirmek - Yasemin Ülgen
9 / Temiz enerji mi yoksa ihanet mi? - Serkan Ocak
10 / Ekonomik büyümeye dur demenin zamanı - Fikret Adaman & Gökçe Yeniev
11 / İklim mültecileri kapımızı çaldığında - Mehmet Mücteba Göktaş
13 / İklim krizi kadınları, kadınlar iklim mücadelesini etkiliyor - Merve Özçelik
14 / Edebiyatta iklim-kurgu – Buket Uzuner
15 / Yangınlar çağında Dr. Faustus ve çocuklar- Ömer Madra
* Bu yazı dizisi Oslo Metropolitan Üniversitesi Gazetecililk ve Uluslararası Medya Merkezi OsloMet (Oslo Metropolitan University Journalism & Media International Center) mali desteği ile yayınlanmaktadır.