Yazının İngilizcesi / Kürtçesi için tıklayın
İklim krizi, Türkiye’de, özellikle de içinden geçtiğimiz dönemde çok haklı sebeplerle toplumun birçok kesimi tarafından ekolojik krizle eş tutuluyor. Hatta bazen birbirini besleyen bu iki kriz tek ve aynıymış gibi algılanıyor.
KONDA ve İklim Haber’in yaptığı anketlerde Türkiye toplumunun iklim değişikliği algısının “insan faaliyetleri sonucunda” olduğu toplumun yüzde 71,4’ü tarafından (2019) biliniyor. Fakat iklim değişikliğinin nedenleri sorulduğunda bahsi geçen ‘insan faaliyetlerinden’ daha çok ‘Ormanların ve yeşil alanların yok olması’nın anlaşıldığı görülüyor.
Bu noktada, krizin gerçek nedenlerini ve sorumlularını istikrarlı biçimde ortaya koyacak bir iklim haberciliğine iş düşüyor.
Neden iklim haberciliği?
1990’lardan itibaren Bergama direnişi, Aliağa protestoları ve ardından da nükleer karşıtı hareketle birlikte Türkiye’de ekoloji alanında deneyimli gazeteciler yetişti ve bugün de doğaya yönelik talan karşısında işlerini zor koşullarda da olsa yürütmeye devam ediyorlar. Peki neden ‘iklim haberciliği’ diye bir şeye ihtiyaç duyuluyor?
İklim haberciliğini çevre haberciliğinden ayıran iki temel noktadan bahsedebiliriz. Öncelikle, iklim haberciliği, yıkımın sonuçlarıyla olduğu kadar, iklim biliminin bulgularıyla da yakından ilişkili.
Öte yandan, odağı çoğunlukla ‘yerel’ ya da ‘ulusal’ olaylarda kalan ekolojik haberlerden farklı olarak, iklim haberciliği, uluslararası iklim politikalarını ve ulus ötesi toplulukların yaşadıkları iklim krizi yıkımlarını ve adalet taleplerini de içeren daha farklı bir kapsama sahip.
Bilimin rolü
Dünyada iklim haberciliğinin ortaya çıkmasında, tıpkı uluslararası iklim politikalarının doğuşunda olduğu gibi bilimin ve bilim insanlarının rolü çok belirgin. 1960’ların, 1970’lerin çevre hareketi, ABD’de Siyahların ya da Amerikan yerli halklarının rezervasyonlarına (arazilerine) sanayi atıklarının yığılmasıyla 1980’lerde çevre adaleti hareketine dönüştü.
Fakat James Hansen’in ABD kongresinde küresel ısınmanın temel sebebinin sera gazı emisyonları olduğunu açıkladığı 1988 yılına kadar politikalar da mücadeleler de ekolojik yıkım ekseninde gelişti.
Farklı ülkelerden binlerce bilim insanını bir araya getiren Uluslararası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) 1990’da ilk raporunu yayınladıktan sonra, bu rapor hem BM’in İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesini hem de uluslararası iklim politikalarını şekillendiren başlıca belge oldu.
O günden bugüne, iklim haberciliği, bilimle ve bilimsel verilerin şekillendirdiği uluslararası, ulusal ve yerel politikalarla ve bu politikalara, yetersizliklerine karşı oluşan toplumsal hareketlerin hepsiyle birden ilgilendi.
İklim haberciliğinin bilim, politika ve toplumsal adalet ile ilişkileri çok farklı bağlamlarda ele alınıyor. Bilimsel bilginin gündelik dille anlatılmasından, medya kullanıcılarını harekete geçirecek dil ve anlatıma kadar çok farklı araştırma alanları var.
Ancak iklim bilimi inkarcılığı, krizin siyasi ve ekonomik faillerinin ifşası ve toplumsal adalet talebi bugün iklim haberciliğinin istikrarlı biçimde üstüne gitmesi gereken meseleler olarak öne çıkıyor.
Şüphecilikten inkarcılığa
İklim haberciliğinin henüz adının konulmadığı 90lı yıllarda, özellikle fosil yakıt üreticisi, ABD, Avustralya gibi ülkeler başta olmak üzere nesnel habercilik yapmak adına gazeteciler bilinçli ya da bilinçsiz olarak bilimin içindeki ‘farklı’ ‘aykırı’ ‘karşıt’ görüşleri öne çıkarmışlardı.
Bunu yaparken de iklim değişikliğini tetikleyen temel nedenlerin ‘insan kaynaklı’ olmayabileceğini ima ederek yaptılar. Bilim insanlarının ileriye yönelik tahminlerindeki ufak farklılıklar, çelişki olarak sunuldu.
Oysa bilim, o gün olduğu gibi bugün de ‘küresel ısıtma’nın sebebinin sanayi ve enerji kaynaklı fosil yakıt kullanımı olduğunda hem fikir. Bugün artık bu çelişkili anlatılara ‘habercilik’, iklim bilimini sorgulamaya da ‘şüphecilik’ denmiyor, ‘inkarcılık’ deniliyor.
Naomi Oreskes ve Eric Conway’in kaleme aldığı, ardından belgeseli de çekilen Merchants of Doubt (2010) adlı kitap, tütün üreticilerinden iklim değişikliğine kadar bir dizi çevreyle ilgili meselede şirketlerin nasıl benzeri iletişim stratejileri kullandıklarını, bilimsel verileri tartışmalıymış gibi sunarak gerçeği sakladıklarını sergiliyorlar.
Uzun zamandır biliyorlar
Exxon Mobil’in 1970lerin sonundan beri iklim modellemesi araştırmaları yaptığı ve 1977’de küresel ısınmaya fosil yakıtların sebep olduğunu, 1982’de bunun geri döndürülemez felaketlere yol açabileceğinin raporlarla belgelenmesine rağmen bu bilgileri kamuoyundan sakladığını biliyoruz.
Bu şirketlerin ABD’de de Avrupa’da da fosil yakıt lobisi yapan düşünce kuruluşları aracılığıyla siyasetçileri ve medyayı etkilemeye, kamuoyu oluşturmaya çalıştığı konusunda önemli çalışmalar var.
Örneğin bu çalışmalardan bazılarında ABD’de 2000 tane şirketin, 1989-2015 yılları arasında içinde yer aldıkları iklim bilim karşıtı koalisyonları incelemiş ve 26 yıl boyunca öne çıkan 179 şirketin yüzde 33’ünün kömür, petrol endüstrisinde, yüzde 18’sinin elektrik, yüzde 7’sinin otomotiv gibi sektörlerde, faaliyet gösterdiklerini ortaya çıktı.
Küresel İklim Koalisyonu (Global Climate Coalition) 1989 ilk kurulan iklim bilim karşıtı think tank koalisyonu, ‘nesnel olmak’ medyada iklimli ilgili görüşlerin ‘dengeli’ yansıtılmasına katkıda bulunmak mottosuyla yola çıkıyor.
*Fotoğraf: Jefferson Siegel/ The New York Times
İklim bilimi karşıtı düşünce kuruluşları
Yakın zamanda yapılan başka araştırmalar, İngiltere, Almanya, Fransa gibi AB ülkelerinde iklim bilimi karşıtı düşünce kuruluşlarının da ABD’deki koalisyonların dilini benimsedikleri görülüyor.
Aralarında Institute of Economic Affairs (IEA) ve The Global Warming Policy Foundation (GWPF) gibi kuruluşların da bulunduğu AB merkezli sekiz kuruluşun 1994-2018 yılları arasında ürettikleri belgeler inceleniyor.
IEA, kurucuları arasında BP’nin de bulunduğu en eski fosil yakıt destekçisi kuruluş (1955). Düşünce kuruluşlarının incelenen metinlerinin yüzde 22.23’ü aslında iklim değişikliği ve küresel ısınma diye bir şeyin olmadığını iddia ederken, yüzde 37,3’ü ‘iklim değişimi vardır ama insan kaynaklı değildir’ düşüncesini ileri sürüyor. “İklim değişikliği var ama bundan daha önemli sorunlarımız vardır” savını öne süren metinler ise yüzde 9,23 oranında.
Yok saymak ve sorumluluktan kaçınmak
Paris Anlaşması (2015) sonrası dönemde artık ‘iklim değişikliği yoktur’ savıyla yapılan inkarcılık biçimi gitgide düşüşe geçse de “iklim değişikliği olsa da insan kaynaklı değil” ya da “daha önemli sorunlarımız var” iddialarıyla kendini ifade eden yeni inkarcılık ne yazık ki hala etkili.
İklim inkarcılığının dünyada ve ülkemizde yaygın bir şekilde görülen ve ekonomik olarak en düşük maliyetli olan bir başka biçimi daha var: görmezden gelmek. Buna örnek olarak dünyanın en büyük medya tekellerinden birinin başında olan Rupert Murdoch’ın News Corp’u örnek verilebilir.
Murdoch’ın sahibi olduğu The Australian gazetesi Avustralya’daki 2019 yangınlarını, ardında hiçbir kanıt olmaksızın ‘kundakçılık’ suçlamaları ve şüpheleriyle haberleştirdiği, iklim değişiminin ve hükümetin fosil yakıt projelerine desteğinin yarattığı kuraklıktan hiç bahsetmemesi çok eleştirilmişti.
Murdoch’ın oğlu James eşiyle birlikte şirketin iklim inkarcısı tutumundan rahatsız olduklarını söyleyerek istifa ettiğinde baba Murdoch çalışanlarıyla yaptığı yıllık kurulda kendisine konuyla ilgili soru yöneltilince “Biz iklim inkarcısı değiliz” demek zorunda kalmıştı.
Para fosil yakıt lobilerine akmaya devam ediyor
Bu konuda çok güncel başka bir örnek ise Hollanda’da mahkemenin emisyonlarını 2030 sonuna kadar yüzde 45 azaltması buyurulan Royal Dutch Shell’in ve BP’nin de aralarında bulunduğu şirketlerinin 2050’ye kadar net sıfır emisyon açıklamalarının çevreci örgütler tarafından hazırlanan bir raporla boşa çıkarılması oldu.
Rapora göre bu fosil yakıt şirketlerinin de aralarında bulunduğu birçok küresel şirket, “net sıfır” hedeflerini açıklarken diğer yandan fosil yakıt lobilerine para aktarmayı sürdürdüklerini ortaya koyuyor. Bu lobiler genellikle medya ve muhafazakar siyasetçiler aracılığıyla karar süreçlerini etkilemeyi hedefliyorlar.
Emekçiyle iklim politikalarını karşı karşıya getirmek
Fosil yakıt lobileriyle içli dışlı olan siyasi liderlerin ise kampanyalarına bu şirketlerin yaptıkları bağışlardan mahrum kalmamak için başvurduğu bir taktik ise emekçiyle ya da halkla iklim politikalarını karşı karşıya getirmek.
Bunun Avrupa’da en somut örneği ise Sarı Yelekliler hareketinin karbon vergisine yönelik tavrının sokağa dökülmelerine neden olduğunu söyleyerek hem toplumsal hareketi hem de karşısına aldığı iddia edilen iklim ve ekoloji hareketlerini gözden düşürmeye çalışan Macron ve Trump gibi liderler olmuştu.
Sarı Yelekliler hem o dönem yayınladıkları bildirilerde hem de kendileriyle daha sonra yapılan söyleşilerde ekolojik sorunlar için ciddi politikalar üretilmesi gerektiğini, ultra-zenginleri daha da zenginleştirmek için en yoksula vergi dayatmanın bunun tam tersi olduğunu açıkça ifade etmişlerdi.
Türkiye’de inkarcılığın şekil değiştirmiş hali
Türkiye gibi fosil yakıt üreticisi olmayan, tükettiği kömürü, doğalgazı ithal eden ülkelerde ise inkarcılık başka türlü bir boyutta gerçekleşiyor. 1990lı yıllarda endüstrileşme sürecini henüz tamamlamamış Hindistan, Türkiye gibi ülkeler gelişmiş ekonomik düzeydeki ülkelerden farklı olarak, iklim değişikliğinin varlığını ve insan etkisini hep kabul ediyorlar.
Fakat “İklim değişikliği vardır ve sorumlusu da gelişmiş Batılı ülkelerdir” diyorlar. Bu söylem, sömürge karşıtı unsurları içinde barındırsa da Hindistan medyasının, özellikle Paris Antlaşması öncesi dönemde milliyetçi bir dil benimsemesine de neden olmuştu.
Bu söylemin gecikmiş bir türevi, iklim hareketinin yeniden canlandığı ve IPCC 1,5 derece raporunun siyasal karar alıcılara acil hareket çağrısı yaptığı 2018 yılından itibaren Türkiye’de de görülmeye başlandı.
Hükümete yakın Sabah, Star gazeteleri Paris İklim anlaşmasını imzalamayan Türkiye’ye yöneltilen suçlamalara ve genç aktivistlerin BM’ye şikayetlerine cevap verirken Greta ve arkadaşlarının en çok emisyon salan “ülkeleri değil de dünyadaki toplam küresel emisyonun sadece yüzde 1'inden sorumlu Türkiye'yi şikayet” etmelerinden yakınıyorlar ve Türkiye’nin “kalkınma hakkını” savunuyorlardı.
*Tepkiler sonrasında Kadıköy Belediyesi'nden bir bina duvarına çizilen Greta Thunberg illüstrasyonunun kaldırılması talep edilmişti.
Sorumluluk ve iklim adaleti talebi
Endüstrileşmiş Batılı ülkelerin emisyon salımı hususunda tarihsel sorumluluğunun ön plana çıktığı bir gerçek. Oxfam’ın Eylül 2020 verilerine göre 1990-2015 yılları arasında toplam (kümülatif) sera gazı emisyonlarının yüzde 52’sini dünyanın en zengin yüzde 10’unu salmış.
Fakat Türkiye’nin 2017 yılında yüzde 1.2 ile Avrupa’nın en çok emisyon salan ikinci ülkesi, dünyada ilk on beşin içinde olduğunu unutmamakta fayda var. Ayrıca gelişmekte olan ülkelerin ‘kalkınma hakları’ adı altında sakladıkları başka bir husus da bu kalkınmadan ve büyümeden toplumun yoksul kesimlerinden çok, zaten varlıklı olan kesimlerinin yararlandığı, gelir dağılımındaki eşitsizliklerin sabit kalması ya da artması.
Yakın zamanda, TUİK verilerine dayanarak yapılan bir araştırma Türkiye’de 2006-2019 yılları arasında en zengin yüzde 1’in gelirindeki artışın, nüfusun geri kalanına oranla çok büyük miktarda olduğunu ortaya koyuyor.
Bu en zengin yüzde 1’in içinde bulunan şirketler örneğin Covid-19 pandesiminin başında Yeniköy Kemerköy termik santralinin çektiği su nedeniyle çevre halkını susuz bırakan Limak Holding gibi inşaat ve enerji sektöründe hep adını duyduğumuz şirketler.
AKPli yıllarda fosil yakıt ve madencilik sektörüne yapılan yatırımlarla, zeytinlikleri elinden alınan ve ‘kalkınma’ adına bu sektörlerde çalışmaya mecbur edilen Yırcalılar’ı, Somalılar’ı, direnişlerini, acılarını hatırlayalım…Şüphesiz fosil yakıtla kalkınanlar onlar olmadı.
Sorumluyu işaret etmek
Fosil yakıt üreticilerinin basın açıklamaları üzerine yapılan bazı araştırmalar bu şirketlerin nasıl bireysel kullanıcıları suçlayarak, esas üretimden kaynaklı büyük emisyon salımındaki kendi rollerini gizlemeye çalıştıklarını ortaya koyuyor.
Tam da bu nedenle, iklim krizine ‘insan kaynaklı’, içinde bulunduğumuz çağa da ‘insan çağı’ (anthropecene) demek yerine ‘sermaye çağı’ (capitalocene) demeyi öneriyor bazı kuramcılar.
İklim krizinin esas faillerinin kim olduğunu haberde sergilemek, bireysel olarak insanların kendini fosil yakıt endüstrisinin motoru olduğu kapitalist sisteme mahkum hissetmelerinin önüne geçip, harekete geçmelerini sağlayabilir.
Bu nedenle sorumluların adını doğru koymak aslında, gerçek mağdurların kim olduğunu gösterebilmek ve adalet talebinde bulunmak anlamına geliyor. Kısacası, iklim haberciliği, inkarcılığın bilimsel ve politik boyutlarını didik didik sergilerken, sürekli yerelde ve yerkürede iklim krizinin gerçek mağdurlarının sesini yükseltme mücadelesi vermektir.
(EBF/SO)
İklim ve Dünya Değişirken Yazı Dizisi*
Başlarken: Hayatımız, biz yaşarken tarih oluyor! - Ömer Madra
1 / Küresel iklim politikasının dışında bir ülke: Türkiye - Ebru Voyvoda
2 / İklim değişimi, güvenlikçi politikalar ve hayaletler - Özdeş Özbay
3 / Türkiye'nin enerji politikası: Yurtta yerli, cihanda Mavi Vatan - Emre İşeri
4 / İklim krizi ve fosil yakıtların çocuk sağlığı üzerine etkisi - Çiğdem Çağlayan & Funda Gacal
5 / Güzel günler göreceğiz, termiksiz ve güneşli günler - Elif Ünal
6 / Ya kapitalizm ya gelecek - Tuna Emren
7 / İklim haberciliğinin üç ayağı: Bilim, politika ve toplumsal adalet - Ece Baykal Fide
8 / Bilimi, mücadeleyi ve sanatı bir araya getirmek - Yasemin Ülgen
9 / Temiz enerji mi yoksa ihanet mi? - Serkan Ocak
10 / Ekonomik büyümeye dur demenin zamanı - Fikret Adaman & Gökçe Yeniev
11 / İklim mültecileri kapımızı çaldığında - Mehmet Mücteba Göktaş
13 / İklim krizi kadınları, kadınlar iklim mücadelesini etkiliyor - Merve Özçelik
14 / Edebiyatta iklim-kurgu – Buket Uzuner
15 / Yangınlar çağında Dr. Faustus ve çocuklar- Ömer Madra
* Bu yazı dizisi Oslo Metropolitan Üniversitesi Gazetecililk ve Uluslararası Medya Merkezi OsloMet (Oslo Metropolitan University Journalism & Media International Center) mali desteği ile yayınlanmaktadır.