Türkiye’nin dört bir yanına seyahat edenler uzun zamandır tüm şehirlerin birbirlerine benzediğine şahit oluyor. Çoktandır büyük bir şirkete dönüşmüş siyasi iktidarın azgın lokomotifi TOKİ’nin ortaklığı ile yapılan beton blokların, batma çıkma tünellerin ve alışveriş merkezlerinin esir aldığı kentlerde yaşam her geçen gün daha da yavanlaşıyor; uzun zamandır zaten kültürel sefaletin renksizliğine bırakılmış topraklar kendi özgüllüklerini de kaybediyor.
AKP döneminde ivme kazanan estetik erozyon sadece kentlerin topografyasını kuşatmakla kalmıyor elbette; edebiyattan mimariye hayatımızın her alanında kültürel zenginliğin ve üretimin irtifa kaybetmesine de neden oluyor. Bu nedenle AKP’nin ‘kültürelliğinin sınırlarını’ tartışmak ve konuşmak, Türkiye toplumunun yaşam kalitesinin geldiği noktayı da analiz etmek anlamına geliyor.
Merkez sağın kültür politikaları
Türkiye’de sağ iktidarların kurucu ideolojinin kültür politikalarına “mesafeli” olduğunu biliyoruz. Kemalist kültür politikalarının Batıcı ve seküler çizgisini, ‘yerel’ olanı –ki yerelliğin ayırt edici vasfı sağ zihniyette İslam’dır- imha politikası olarak gören bir sağ gelenek AKP’den önce de vardı. Kurucu ideolojinin kültürel transformasyon projesinin dayatmacı yönleri, ona karşı geliştirilen itirazların meşruiyet zeminini yıllar içinde şüphesiz güçlendirdi.
Adalet Partisi hükümetlerinden Milliyetçi Cephe koalisyonlarına sağ iktidarlar, kültür politikaları çerçevesinde bahsi geçen eleştirilerin alternatif uygulamalara dönüşebileceği alanı genişletti. Burada genellikle izlenen yöntem, milliyetçi-muhafazakâr ya da İslamcı kimliği ile bilinen yazarların eserlerini “ulusal kanona” dâhil etme işiydi.
1970’lerde dönemin Başbakan Süleyman Demirel’in önsöz yazdığı “temel eserlerin” müelliflerine bakmak dahi bu konuda epey fikir verir bizlere. Aynı konjonktürde sol, sosyalist yazarlara devlet kurumlarında uygulanan ambargoyu derinleştirmek işin diğer yanını oluşturuyordu. Tarık Buğra’lar, Necip Fazıl’lar ders kitaplarına, tiyatro sahnelerine taşınırken Ahmet Arif’ler, Nazım Hikmet’ler “yasaklı” kategorisinde tutuluyordu. Fakat tüm bunlara rağmen evrensel kültürün sanatsal formları Türkiye’de sahnelenmeye devam ediyordu. Zira bahsettiğimiz merkez sağ iktidarlar, sağ kanadın kültürel üretiminin zayıf niteliğinin farkındaydı. Üstüne üstlük sanatçılar Batı’nın entelektüel özneleri ile irtibat halindeydi ve mevzu bahis olan Türkiye’nin ‘dışarıdaki’ imajıydı. Ülkenin kültür hayatını belirleyen üretim de büyük ölçüde soldan geliyordu. Türkiye’nin en önemli edebiyatçıları, metin yazarları, sahne sanatçılarının bir bölümü ‘solcu’ olmasalar da solun eleştirel kültüründen beslenmişti.
Neticede merkez sağ “tam teşekküllü” bir kültürel dönüşüm başlatma konusunda hem epistemolojik olarak hem de uygulamada yeterli güce de isteğe de sahip değildi. Var olan üzerinde muhafazakâr kitlelere şirin görünecek dokunuşlar yapmak yeterli görünüyordu. AKP ile bu strateji baştan aşağıya değişmeye başladı.
İslamcı siyaset ve kültür
İslamcılar, özellikle 1970’li yıllarda çeviri faaliyetleri ile kendi siyasetlerine İslam dünyasının geri kalanından entelektüel ilham kaynağı bulma arayışına girdiklerinde onlar için sanatsal üretim halen ilgi çeken bir alan değildi. İslamcıların elinde İslam bir din olmaktan çıkmış, siyasal bir mühendislik hesabına dönüşmüştü.
Modern dünyada karşılaştıkları sorunları aşmak için Asrı Saadet’i bugüne getirme arayışı öncelikli hedef olunca sanat da ‘sohbet’ de araçsallaşıyordu. 1980’lerde politik zeminde İslamcı cenah yeni arayışlara yöneldiğinde sanatsal faaliyetlere halen tali bir önem atfediliyordu. İslam ve Selçuklu-Osmanlı sanatına hamasi güzellemeler, geleneksel sanatlar olarak sunulan ebru, hat ve tezhip kursları dışında bir arayış söz konusu değildi. İslamcı, muhafazakâr gençler bu kurslarda hem “güvenli alanlarda” vakit geçiriyorlar hem de politik sosyalizasyonlarını tamamlıyorlardı. “Hidayet romanları” ötesine geçemeyen romancılık faaliyetleri ise politik ajitasyon görevini çoktan tamamlamıştı. Yerine “yenisini” koymak ise politik hınçtan ve geride kalmışlık ruh halinin öfkeli dışavurumundan çok daha fazlasına ihtiyaç duyuyordu.
Evrensel olanı yok etmek
AKP, iktidara geldiğinde kültürel faaliyetlerin kapsamı ve içeriği bir hayli değişmişti. Kültürel olanın sınırlarını tamamen politik olanla çizilebileceğini düşünen iktidar ilk önce temkinli adımlarla ilerledi. Hüseyin Çelik ile sanatseverlere ‘olumlu’ bir imaj veremeyeceğini fark eden AKP yola kısa bir süre sonra Erkan Mumcu ile devam etti.
Liberal damarı ile Erkan Mumcu, merkez sağın yukarıda saydığım reflekslerine sahip bir isimdi ve aslen devletin sanat kurumlarını piyasa rekabetine açmak gibi bir projeksiyonu vardu. Sonrasında Atilla Koç’u bize yaşatan AKP, Ertuğrul Günay ile yeniden sempati kazanmaya çalıştı. Günay sosyal demokrat kökleri ile kültür sanat çevrelerini ürkütmeyen bir aktördü ancak bu tek başına yeterli değildi şüphesiz. İktidarın kültür politikaları, Milli Görüş kadrolarının bizatihi etkin olduğu yerel düzlemde sert bir biçimde uygulanmaya başladı. Özellikle AKP’li belediyelerin kültür daireleri bu konuda epey “atik” ve “cesurdu”.
Kamu bütçesi seküler ve Kemalistler tarafından ihmal edildiği düşünülen geleneksel sanatlara aktarılırken burada yaratıcı işler değil kitsch örnekler teşvik edildi. Öte yandan merkez medyada arzı endam eden muhafazakâr temsiller beklendiği kadar büyük ilgi görmedi. Zira entelektüel ve sanatsal bir kaygının değil zorlama bir yaranma faaliyetinin ürünüydü.
Rövanşist muhafazakârlık kültür politikalarını inşa ederken bir yandan “vesayetçi sanat” olarak gördüğü evrensel kültürel faaliyetlerinin alanını daralttı diğer yandan kültürel alanı olduğu gibi piyasanın emrine sundu. Klientalist ağları genişletme çabasının ürünü olarak İslamcı ya da muhafazakâr olduğu bilinen ya da öyle görünen isimlere devletin kültür sanat “işleri” ihale edilmeye başladı. Ortaya çıkanların ne evrensel ne de yerel ölçekte bir değeri vardı ama kim umursar, operasyon tamamlanmıştı, “bizim çocuklar” daha önce giremedikleri alemde şimdi para ve itibar kazanmıştı. AKP döneminde palazlanan İslami burjuvazi ise kalkınmacı politik iştahı ile başta kültür sanatı yalnızca alınır satılır bir meta gibi düşündü. Yaratıcılığı beselemek yerine ezberlerini onlara anlatan eserleri sanatsal abide olarak görme rahatlığına kapıldı. Heykel olacaksa Fatih’in heykeli, müze olacaksa Fetih’in müzesi, dizi olacaksa Yedi Güzel Adam olmalıydı!
Son dönemde özellikle sanatsal faaliyetlerin iktidarın tek renkli hale getirmeye çalıştığı alanlarda birer direniş eylemine dönüşmesi ile sansür ve yasaklama işlemleri katmanlaştı. Doğrudan siyasal iktidarın yanı sıra iktidarın hışmından korkan ya da AKP’ye yakın kalemşorlar tarafından hedef tahtasına konulmaktan çekinen kurumlar iyiden iyiye sığlaştırılmış “müstehcenlik” dışında direnişi hatırlatan her örneği kara listeye almaya başladı. Rektörlükler, AKP’li belediyeler Gezi’yi ve de iktidara karşı muhalefeti hatırlatan her şeyi sansürlemeye çalışıyor. Elbette toplumsal muhalefet ve sanatçılar kendilerine alternatif gösterim alanları, sergi mekânları yaratıyorlar ancak bu baskıcı odakların çeşitlendiği gerçeğini gölgelememeli.
Eleştirel aklı, evrensel sanatsal ilkeleri, özgürlüğü kapının dışında bırakmanın sonucunda iktidar neoliberal ve rövanşist tutkularıyla estetiğin öldürülmesinde baş fail haline geldi. Kültür ile doğanın birlikteliğine inşaat demiri ile saldıran iktidar, kendi iktidarını sembollerini inşa etmeyi kültürel faaliyet olarak lanse etti; ediyor. Özgün sanatsal ve mimari kapasiteye sahip olamamanın verdiği hınçla farklı olana “ucube”, özgün olana “yabancı”, sarsıcı olana “pornografik” diyor. Türkiye’nin özgün şartlarında ancak devlet desteği ile ayakta durabilecek sanat alanlarını yalnızlaştırırken hükümet desteğini “liderin adamlarına” kaydırmaya devam ediyor. Bilinçsiz uygulanan restorasyon projeleri tarihi eserlerin orijinal kimliğine zarar verirken, devlet himayesindeki sanat kurumlarını ve müzeleri özelleştirme stratejisi tamamlanmak üzere.
Hal böyleyken direnişin ve muhalefetin bir sanata dönüştüğüne şahit oluyoruz. Burada yalnızca profesyonel sanatçılar yok, estetiğin öldürülmesiyle yaşam alanlarındaki oksijen eksikliğini fark eden semt sakini, öğrenci, emekli, her yaştan insanın emeği var. Boyanan merdivenler ya da çöp kutuları, dijital çizimlerden duvar yazılarına, meydanlardaki pankartlardan direniş öykülerine uzanan yeni bir yaratıcılık dalgası ile karşı karşıyayız.
Ticari heves içinde olan birkaç örneği dışarıda tutarsak bu yeni dalganın temsilcileri hem direniş olarak sanatı yeniden inşa ediyor hem de onu bildiğimiz pazar ilişkilerinin dışına taşıyor. Muhalif sanatçıların bireysel çıkışlarından çok daha fazla bir şeye karşılık gelen, politik özneyi sanat ve estetik üzerinden fail kılan bu dalga, siyasi müktesebatımızı/formasyonumuzu kitlesel ve süreğen bir yatağa akıtacak potansiyele sahip. (GGÖ/HK)