Muhalif olmanın her devirdeki amentüsü kısa vadede yenilginin 'kuvvetle muhtemel' olduğunu teslim ederek yılmadan çalışmaya, örgütlenmeye, direnmeye devam etmek. Demokratik dalganın kabardığı, kitlelerin sokağa çıktığı, demokratik aktörlerin mevzi kazandığı zaman dilimlerinde umutlanmak, başarının altını çizmek ve geleceğe dair olumlu projeksiyonlar yapmak adettendir. Ancak o demokratik dalgalar adı üzerinde 'dalgadır' en nihayetinde durulur, mesele durulana kadar kazanımları tescillemek, muhalefet arasındaki politik fayları tutkallamak ve sonrası için katılımcı bir siyasi hat belirlemektir.
Demokratik ve özgürlükçü başkaldırıları, böylesi bir istikamete yöneltecek siyasi öznelerin ve örgütlenmelerin nadiren ortaya çıktığı da bilinen bir gerçek. Türkiye'de ne sınıf temelli mücadelenin ivme kazandığı tarihsel momentler sonrasında ne de Gezi direnişleri akabinde bu olgunlukta ve süreklilik kazanan bir politika kurulamadı maalesef. Kısa vadedeki başarısızlık, yorgun ve de karamsar olanları arttırırken demokratik siyasi hattı da her geçen gün daraltıyor.
Teşhiste uzlaşmanın sınırları
Türkiye'deki muhalefetin çok ciddi bir 'teşhis' sorunu yok. Teorik açıdan tutarlı olanı, olmayanı tüm muhalif yelpaze memleketteki temel meselenin bir 'demokrasi kaybı' ve 'rejim dönüşümü' olduğunun idrakinde. Otoriteriyanizm, neoliberal diktatörlük, seçimli otoriterlik, faşizm vb. adlandırmalar kavramsal düzlemde birbirinden farklı olsa da demokrasi kaybına işaret etmek isteyenlerin mevcut durumu tanımlama teşebbüsleri olarak göze çarpıyor.
Demokrasi kaybından kasıt, salt meclisin işlevsizleştirilmesi değil elbette, agora'nın ve ortak gerçeklik algısının yok oluşu. 1990'ların politik istikrarsızlık dönemlerinde dahi bir biçimde kendini korumaya gayret eden kamusal tartışma zemini bugün berhava edilmiş durumda ki bunun sancılı sonuçları hepimizin malumu. Rejimin 'dönüşümü' ya da kimilerine göre 'rejim değişikliği' de başkanlık - partili cumhurbaşkanlığı tartışmalarına indirgenemez. 'Dönüştürülen', kurucu ideolojinin dalga dalga yenilenen toplum mühendisliği projesi ve onun içeriği. 'Hesaplaşılan' da aslen toplum mühendisliği saplantısı değil, kurucu ideolojinin siyasi rol dağılımındaki ve 'makbul yurttaş' profilindeki kimi unsurlar. AKP devletleştikçe o 'kimi unsurlara' dair makas kapanmaya yaklaştı. Devletini yücelten, militer çözümleri alkışlayan, 'milli iradeyi' liderde gören 'mümin yurttaş', kurucu ideolojinin belirlediği sınırlar dahilinde kalması salık verilen, itaatkâr 'cumhuriyetçi yurttaş'ın kavgalı İslamcı akrabası.
Her ne kadar 'teşhiste uzlaşma' var dediysem de ulusalcıların büyük kısmı 'kurucu rejim' ile 'yeni rejim' arasında devlet-toplum ve siyaset-sermaye ilişkileri açısından mevcut olan yapısal bazı benzerlikleri kabul etmemekte ısrarlı. Saray-AKP blokunun tüm icraatını rövanşizme ya da karşı devrime indirgemekle meşgul olduklarından iktidar blokunun savaş üzerinden TSK ile buzları eritmesini ya da Ergenekon sanıklarının bir kısmının şimdilerde iktidar yanında saf tutmasını analiz etmekte zorlanıyorlar. Kürtler mevzubahis olduğunda devlet şiddetini görmezden gelip, tarihle yüzleşme taleplerine karşı 'milli mutabakat'ın parçası oluveriyorlar.
Teşhis aşamasında gözden kaçırılan gerçek, iktidar blokunun pragmatizmi siyaseten kutsal kitap yaptığı. 14 yıldır cemaatten orduya sürekli değişen müttefikler, AKP'nin reel siyasette ne denli güç dengesi hesabı yaparak bugüne geldiğinin kanıtı. Bu pragmatizm ile toplum mühendisliği bir arada olabilir mi? Türkiye yakın tarihini bilen birinin cevabı kesinlikle evet.
Tedavide ihtilaf
Teşhisteki bu 'kısmi uzlaşma' iş tedaviye gelince yerini kayıkçı kavgasına bırakıyor. Bu kavga çok temelde ilkeler, strateji, taktik ve icracılar olmak üzere dört boyutu kapsıyor. Her biri üzerine ayrıntılı yazmak bu yazının hacmini gereksiz zorlamak olur. Ancak bir tarafta cumhuriyetin kazanımlarını ortak mücadele hattı yapalım diyen Kemalist ve kimi zaman sol Kemalist bir hat, diğer tarafta iktidara karşı demokrasi bloğu oluşturalım diyen liberal bir çizgi var. İlk hat laiklik ve sol bir halkçılık üzerinden, ikincisi liberal demokrasinin asgari şartları ve hukuk devleti üzerinden ilerlemekten yana. Strateji ve taktikler de buna göre farklılık arz etmekte. Demokrasi bloku taraftarları AKP tabanı dahil ulusalcılar-milliyetçiler dışında kapıyı herkese açık tutarken, Kemalist ve sol Kemalist hat Kürtlere şüpheci, ulusalcılara müsamahalı. Sosyalistler 'arada kalmış' durumdalar. Zira Kürtlere ulusalcılardan daha yakınlar fakat liberallere mesafeleri ulusalcılara göre epey açık. Kürt halkıyla dayanışmak istiyorlar ama Kürt siyasetinin solu domine etmesinden çekiniyorlar. Liberal demokrasinin asgari şartları geri gelsin demekle yetinen liberallere karşı da burjuva demokrasisinin sınırlarını hatırlatıyorlar. Ne kadar etkili oldukları şüpheli. Savaş sayesinde iktidar bloku muhalefet arasındaki fay hattını derinleştirdi. Nihayetinde mevcut taraflar birbirini samimiyet testine sokmaya, muhalefet saflaşmaya devam ediyor. Tabandaki güç kaybı ile bu saflaşma arasında karşılıklı bir ilişki var şüphesiz.
Bizbize müzmin karamsarlık
Her gün uçurumun dibine ne kadar yaklaştığımızı söyleyip duruyoruz. Bu alarm halinden beklenilen 'silkinme' ve 'alternatif siyaset oluşturma' edimi ise bir türlü gerçekleşmiyor. Her ne kadar Cerattepe'den liselerin isyanına kadar toplumsal muhalefet pratiklerinin baş gösterdiği tekil örnekler bizi heyecanlandırsa da belirli bir süre sonra müzmin karamsarlığa ve siyasi tıkanıklığa hapsoluyoruz. 'Bizbize bir karamsarlık' bu; daraldıkça, küçüldükçe sadece birbirimizi 'tahkim'; yek diğerini ikaz eder olduk. Muhalif bildiriler dahi yoklama listesinden öte bir anlam ifade etmiyor artık. O nedenle nasıl blok, cephe, hat vs. oluştururuz demeden evvel kendimize sormamız gereken sorular var.
Muhalif siyasi lügatimizin en'lerini bir kenara koyarak başlamaya ne dersiniz? Muhalefetin iç dili dışına çıkmayı dener miyiz? Yeni bir durum içinde olduğumuzu, eski strateji ve taktiklerin anlamsızlaştığını kabul etmeye var mıyız? Örneğin ifşa mekanizmasının iktidar tabanını çözmekte yeterli olmadığını gördük mü? Uçurumu göstermenin aksi istikamete gitmek için insanları cesaretlendirmediğini, korkuları diri tutmakla safların sıkılaşmadığını itiraf etmeye hazır mıyız? Baskı karşısında korkup çekilmeyene ama zarara uğrayana açık kapımız var mı? Zaaflarımızın ne denli farkındayız? Örneğin bildiri yazan liseliye, Artvin'de direnen köylüye, arkadaşı için greve çıkan işçiye "yanındayız" demenin ötesinde gerçekten bir şey söylüyor muyuz? Retorik sorular deyip küçümsemeyin önce kendimizden başlayalım yüzleşmeye, emin olun ardından gerisi gelir… (GGÖ/HK)