Genel seçimlerin üzerinden geçen bunca zamanda seçmen Saray’ın senaryosunu yazdığı Davutoğlu’nun başrolünü oynadığı bir vodvile seyirci kılındı.
Erdoğan seçim öncesi yaptığı hesaplar tutmayınca yeni ortaya çıkan parlamentoyu etkisiz kılmanın yöntemini bulmakta gecikmedi. Aslında AKP, genel seçimlerden büyük yara alarak çıkmıştı ve partinin yalnızca Meclis’e giremeyen vekil adaylarında değil partinin yönetim kadrosunda ve teşkilatlarında da bir mağlubiyet hissi ve öfke sezinleniyordu. Normal şartlar altında uzun bir istişare ve özeleştiri sürecinin yaşanması hatta partinin geleneksel merkez sağa uygun yeni bir siyasi hattı benimsemesi beklenirdi ancak öyle olmadı!
Erdoğan ve danışmanları, ilk şok dalgasını atlattıktan sonra bu mağlubiyet duygusunu yeni bir zafer arayışına dönüştürecek hamleleri tasarlamaya başladı. Bu çerçevede MHP’nin Meclis Başkanlığı başta olmak üzere kritik noktalarda AKP’nin elini güçlendirecek icraatlarda bulunmasının AKP’ye hem moral hem de taktik üstünlük sağladığını söyleyebiliriz. Hal böyleyken AKP tek başına hükümet etme imkanını hiç kaybetmemişçesine hareket edebilecekti. Derhal devletin kilit noktalarında önemli atamalar gerçekleştirdi, 7 Haziran öncesinden kalma yasaları Meclis'ten geçirmeye de devam etti. Toplumsal muhalefetin yeniden sokağa inmesi durumunda kamusal alanı daraltacak ve kolektif eylem kapasitesine sekte vuracak yasal düzenlemeler yapmak AKP’nin öncelikleri arasındaydı.
Bundan sonraki hedef seçilmemiş yürütme organını meşru bir iktidar olarak gösterecek siyasal iklime süreklilik kazandırmaktı. Erdoğan, seçimi izleyen günlerde takip ettiği mecburi ılımlılıktan stratejik saldırganlığa geçişi çok sert bir biçimde gerçekleştirdi. AKP’nin kendine güvenini yeniden kazanmasına paralel biçimde Erdoğan da tarafgir siyasetini bir politik manivela olarak kullanacaktı. Kaybettiği uluslararası meşruiyeti sağlamak amacıyla, ABD’nin bölgedeki hedefleriyle asgari düzeyde uyumluluk gösterdiğini kanıtlama adına daha önce isteksiz olduğu IŞİD ile savaş meselesini masaya getirdi. Suruç katliamı kamuoyunu savaşa ikna edecek bir asayiş hadisesine indirgendi böylece.
PKK ile TSK arasındaki savaşın yeniden başlamasında provakatif rol oynayan yine Saray’dı. Sadece HDP’nin seçimlerde kazandığı büyük başarıyı ve politik meşruiyeti yok etmeyi değil; seçim sonrasında AKP’nin nüfuz alanından çıkması muhtemel aktörleri Saray’ın boyunduruğu altında tutmayı hedefledi. Savaş başlar başlamaz Erdoğan’ın iktidar blokunun konsolidasyonunu şart koşan siyasetine merkez medya ve TSK eklemlendiğinde AKP yeniden gündemi belirleyen başat aktöre dönüşüverdi. Muhalefetin seçim öncesinde hesap sormayı taahhüt ettiği başlıklar çoktan unutulmuştu. Savaş koşullarında ne yolsuzluk soruşturmalarının ne AKP’nin otokratik rejimleri andıran yasalarının hesabı sorulabilirdi. Toplantı ve Gösteri Yasasının uygulanmasına dair yönetmelik değişikliği uygulamaya geçtiğinde dahi müesses siyasetin ilgisi koalisyon ya da yeniden seçim arasına sıkışıp kalmıştı.
CHP kazançlı, MHP zararda
Sermaye çevreleri, AKP’yi sistem içinde tutacak ve koalisyon ortağı olarak daha ılımlı davranmasını sağlayacak formülleri bulma arayışına girdi. MHP ile resmi ortaklığın iş dünyasının ve liberal eğilimlerin talep ettiği asgari koşulları temin etmesi kağıt üstünde zor olduğundan CHP’li muhtemel bir koalisyon açıktan desteklendi.
Koalisyon görüşmeleri, milletvekili dahi olmayan isimlerin bakanlık yaptığı müstafi hükümet içeride ve dışarıda kısmi bir savaş yürütürken sürdürüldü. Devletin zor aygıtlarının son aşamasına kadar seferber edilmesi bağlamında tek yetkiliymiş gibi davranan Erdoğan ve AKP, bu tercihiyle zaten herhangi bir koalisyonun kurulmasını teorik olarak olmasa da fiilen yok ediyordu. CHP, muhtemelen Erdoğan’ın ülkeyi yeniden seçime götürme stratejisini en baştan itibaren sezmişti. Yine de koalisyon görüşmelerinde yapıcı bir rol oynamaya gayret ederek Saray ile Davutoğlu arasındaki bağın ne kadar güçlü olduğunu test etmek istedi.
Davutoğlu ve parlamentoya yeni giren AKP vekillerinin yeniden seçimdense koalisyonu kendi ikballeri için daha makul görme ihtimallerini hesaba kattılar. Eleştirilere rağmen CHP, koalisyon görüşmelerine samimi bir biçimde devam etmekle bir taşla iki kuş vuracaktı. AKP koalisyonu kabul ederse hem iktidar ortağı olacak hem de Saray ile parti arasındaki açıyı genişletecek ve Erdoğan’ı Beştepe’de yalnızlaştıracaktı. Şimdi tecrübe ettiğimiz gibi AKP’nin Erdoğan’ın güdümünde koalisyonu reddetmesi ise sonuçları itibari ile CHP’nin muhtemel seçimlerde elini güçlendirecek. Burada önemli olan CHP’nin savaş karşıtı toplumsal muhalefetten kopmaması ve ulusalcıların çekmek istediği siyasi hatta düşmemek için direnmeye devam etmesi.
MHP bu süreçte hiçbir somut vaat ve yapıcı siyaset sergilemeden seçimden oylarını arttırarak çıkmış olmanın da itici gücüyle olası bir erken seçimde AKP’den daha çok sayıda seçmeni kazanmanın yollarını arıyor. 7 Haziran’dan bu yana sergilediği, CHP-HDP’ye karşı AKP ile beraber hareket etme taktiği, CHP tabanından MHP’ye oy kayma ihtimalini de sıfırladı.
MHP bir yandan savaşın genişletilmesini arzu etmeyi sürdürecek diğer yandan muhtemel bir seçim hükümeti senaryosunda sahneye son çıkan kahraman olmanın hesaplarını yapacak. Şiddetin arttığı ve cenazelerin peşi sıra geldiği bir iklimde MHP gibi bir partinin oylarını arttıracağını düşünmesi sürpriz değil. Ancak seçimden bu yana MHP’nin izlediği siyaset bırakın yeni seçmen devşirmeyi, 7 Haziran’da ona oy verenleri dahi başka arayışlara yöneltebilir. Bu tablo daha netleştiğinde MHP’nin kısmen uzun sürecek bir seçim hükümeti içerisinde olması şaşırtıcı olmaz. Muhtemel bir koalisyonda da savaşın sürdürülmesi cepheyi sokağa taşıyacak ve linççi güruhları cesaretlendirecektir.
Halklara tehdit
AKP’nin tek başına iktidar olması için, anketlerde görünen bir iki puanlık oynama yeterli değil. Tüm kışkırtmalara ve provokasyonlara rağmen HDP’nin de oylarında AKP’nin beklediği oranda bir düşüş yok. Bu nedenle şiddet sarmalını derinleştiren iktidar muhtemeldir ki, seçime katılımın radikal bir biçimde düşmesini bekliyor; kararsız seçmenin de “istikrar” arayışıyla AKP’ye oy atacağını hesaplıyor. Başkanlık rejimi tartışmasını rafa kaldırıp güvenlik ve istikrar vurgusunu arttırmaları da bundan. Seçim ne zaman gerçekleşirse gerçekleşsin devletin zor aygıtlarının başvurduğu şiddetin bu süreçte daha da yoğunlaşması muhtemel. Operasyonlar şartlar değişmezse Kürt siyasi hareketinin yerel teşkilatlarına uzayabilir. Sonucu ne olursa olsun Demirtaş’ın izlediği barış yanlısı siyasetin yerel örgütlenmelerin çabasıyla desteklenmesi şart. Ancak bu koşullarda iktidarın saldırıları genel kamuoyu tarafından mahkum edilebilecek.
Şimdi karşımızda siyasal alanı daraltan, Meclis aritmetiğini hiçe sayan, teknokrat hükümetlerine özenen bir müstafi hükümet var. Bu durum başlı başına 13 yıl sonunda AKP’nin 12 Eylül zihniyetinin asli sürdürücüsü olduğunun kanıtı. 2010’da 12 Eylül rejimi ile hesaplaşma adına anayasa referandumu kampanyası yürüten AKP, bugün tam da karşı olduğunu iddia ettiği rejimin bekçisi ve yürütücüsü olmuş durumda. “Milli irade”nin temsilcisi olduğunu ileri süren parti, Erdoğan’ın emriyle halkları tehdit eden bir siyasal aktöre dönüştü. Kendisinin tek başına iktidar olamadığı hiçbir sonucu kabul etmeyen tutumu ile parlamenter demokrasinin ve teamüllerinin altını oymakta.
Yaşadığımız salt Erdoğan’ın başkanlık tutkusunun bir sonucu değil; ötesinde ülkedeki tüm sosyo-politik fay hatlarını çoğulcu demokratik bir sistemin asgari koşullarını ortadan kaldıran yeni bir rejim kurmak için seferber eden ve bu doğrultuda ittifaklar kuran siyasal mühendislik projesinin hayata geçirilmesi. Ancak Türkiye’nin ve bölgenin siyasal yaşamını bir nebze bilenler, masa başında yapılan planların sahada bozulduğunun farkındadır. Halkları savaş ve istikrarsızlıkla tehdit edip iktidar olma hevesi, AKP’ye çok pahalıya mal olacak. Bu gerçekleşene kadar barıştan, demokratik özgürlüklerden ödün vermeden tüm demokrasi güçlerinin beraber hareket edebilmesi dayatma ve tehdit üzerine kurulan bu oyunun ivedilikle bozulmasını sağlayabilir. Seçimi talep eden olmamakla beraber ufuktaki bir seçime iyi hazırlanmak ve bu esnada iktidarın hesaplarını boşa düşürecek bir biçimde amasız, şartsız koşulsuz barışı dillendirmek politik ve vicdani yükümlülüğümüz. (GGÖ/HK)