Seçim gecesi ve onu takip eden ilk günde siyasal ve toplumsal muhalefetin ruh halini gösteren iki farklı tavır ortaya çıktı. Bunlardan baskın olanı ağır bir kaybetmişlik duygusu, küskünlük ve hatta umutsuzluktu elbette.
Son beş ayda yaşananlara rağmen Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) oylarındaki artış ve Halkların Demokratik Partisi'nin (HDP) irtifa kaybetmesi, aslen fiktif bir kategori olarak topluma ve ortak siyasi aklına dair derin bir güvensizlik yarattı.
Nasıl oluyordu da ölüm, gözdağı ve sansürü bir yönetme mekanizması olarak seferber eden bir parti yeniden tek başına iktidara gelebilirdi?
Bu şaşkınlık ve şokla eşanlı olarak da parlamenter siyasal muhalefetin iki önemli partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve HDP'ye eleştiriler yüksek sesle dillendirilmeye başladı.
Diğer yandan seçimdeki karanlık süreçleri işaret ederek umudun kaybedilmemesini salık veren, toplumsal muhalefete moral aşılayan analiz ve yorumlar da mevcuttu. Bu perspektiften ileri sürülen temel argüman HDP'nin savaşa ve baskılara rağmen barajın üstünde kalarak parlamentoya girebilmesiydi.
Türkiye'de siyaseten daha önceleri de zor şartların oluştuğunu dolayısıyla 'enseyi karartmamak' gerektiği de sıkça ifade edilir oldu. Ne de olsa AKP ülkeyi yönetme kapasitesini çoktan kaybetmişti! Şimdilerde 'iyimser' yorumcular, ilk tavrı sergileyenleri 'karamsarlıkla'; diğerleri de 'iyimserleri' naiflikle itham ediyor! Hâlbuki her iki 'tarafın' da yerinde tespitleri ve eksik bıraktıkları var.
TIKLAYIN - SEZGİN TÜZÜN: 1 KASIM SANIÇLARINI AÇIKLAMAK ZOR
Muhalefeti eleştirmek
1 Kasım sonuçları, sadece örgütlü muhaliflerde değil otonom olanlarda da karamsarlık ve öfke yaratacak bir dizi unsuru içinde barındırıyor. Neticede her seçim bölgesinde oylarını en yakın rakibine oranla arttırmış bir AKP var karşımızda.
'Karamsarlıkla' suçlananlar, tablonun insanın üzerinde bıraktığı dehşet hissini ifade etmekte son derece haklılar. Ancak tablonun böyle çıkmasını tek başına kitlelerin korkması, izansızlığı ya da akıl tutulması ile açıklamak mümkün değil. Zira arkasında ince ince örülmüş bir siyasi matematik var.
Bunu anlamak adına sadece AKP'nin muhafazakâr Kürt seçmeni yeniden kazanmak için yaptığı hamlelere baksak yeter! 'Enseyi karartmayıncılar' ise Türkiye'nin önceleri de anti-demokratik iklime sürüklendiğini hatırlatmakta haklılar ancak bu tespit şimdi tecrübe edilenin ağırlığını hafifletmeye yetmiyor.
Türkiye bu denli süreğen ve yoğun bir sağ mühendislikle hiç kuşatılmamıştı. Üstelik seçim usulsüzlüklerini ya da HDP'nin barajı geçmesini politik bir teselli olarak köpürtmek de toplumsal ve siyasal muhalefetin kendi toparlaması adına olumlu değil aksine yanıltıcı bir tavır.
CHP, doğru hamlelerine rağmen oyunu arttıramadıysa, HDP etkili muhalefetine rağmen 7 Haziran'daki rüzgârı sürdüremediyse bunun adı ya siyasi başarısızlıktır. CHP, oy devşirdiği toplumsal kesimlerin ötesine ulaşamamış; HDP ise 7 Haziran'da alınan yüksek oyun bir bölümünün konjonktürel nedenlerden geldiğini kabullenmekte ve buna göre hareket etmekte eksik kalmıştır.
CHP'yi ve HDP'yi eleştirmenin şimdi zamanı değil argümanı bu yüzden yersizdir. Saray'ın ve AKP'nin sistematik yıldırma operasyonlarını dikkate alarak CHP ve HDP'yi eleştirmek için 'uygun zamanı beklemek' gerektiğini iddia etmek en çok savunulan partilere zarar verir.
TIKLAYIN - YRD. DOÇ. DR. ÖZKAN: ERDOĞAN'IN KRİZ STRATEJİSİ TUTTU
AKP'de Birleşenler
1 Kasım akşamı çıkan sonuç, hem Saray'ın planlarının tuttuğunun göstergesidir hem de Türkiye'deki muktedirlerin toplumun sağ vasatının nasıl bir araya getireceklerini bildiklerini açığa vurur.
AKP ve onun devraldığı miras, toplumun farklı unsurlarını bir arada tutmak için "düşman" olarak görülene yönelecek şiddeti meşrulaştıran etik değerler manzumesi yaramıştır.
Bu manzume, şiddet uygulama kapasitesi yüksek olanın yanında hizaya geçilmesini salık verir. Türkiye sağını 1 Kasım'da büyük ölçüde AKP'de birleştiren budur.
Belli ki 1 Kasım'da Milliyetçi Hareket Partililerin, Büyük Birlik Partililerin, Saadet Partililerin, Hüda-Parlıların önemli bir kısmı AKP şemsiyesi altına girerek ortak düşman olarak belledikleri sola, Kürt hareketine ve hatta cemaate karşı mevzilenmiştir.
Şiddeti Olağanlaştıran 'Etik'
Şiddeti başlatan, tırmandıran ve sınırlandıran aktör, şiddetin meşruiyetini de kuran taraftır. Saray'ın savaşı, toplumun sağ vasatını şiddetin 'meşru' görülen aktörü etrafında toplanmasını sağlamıştır.
Bu anlamda savaş, her türlü müzakereye dayalı mekanizmayı rafa kaldıran, şiddetin çıplak ve sembolik formlarını içeren bir durumsallıktır.
Birbirleriyle organik bağı olmayan iktidar muarızları aynı "düşman" kategorisi içinde ittifak yapan özneler olarak tarif edildiğinden onlarla mücadele "milli bir iş" haline gelivermiştir.
Savaşın yürütülme biçiminin ve ona eşlik eden siyasal söyleminin farklı özelliklere sahip toplumsal katmanlarda yarattığı etki, 'mağduriyet' duygusunun kışkırtılmasıdır. Kurtarıcı özne, tam da bu kurgusal mağduriyet zemini üzerinden imdada çağrılır.
Katile İtibar Etmek
Türkiye'nin kurucu sözleşmesinde 'mağdur' ancak toplumsal vasatın 'değerlerini' ve 'ezberini' paylaştığı ölçüde 'mağdur'dur. 28 Şubat hala hatırlatılırken Maraş'ın, Çorum'un, Sivas'ın, Roboski'nin unutturulmak istenmesi boşa değildir.
Sağ seçmenin zihin haritasında Nusaybin'de, Silopi'de ya da Ankara'da katledilen canlarla özdeşlik kurma potansiyeli çok düşük olduğundan iktidarın manipülatif söylevine muhatap olur olmaz gerçek mağduru unutur; katile sarılır.
Saldırıların aldığı yaşamların acısını paylaşmak ve ötesinde o acılara neden olanları mahkûm etmek yerine, saldırıyı muktedire yapılmış bir komplo olarak algılamaya yatkındır. Ankara katliamı sonrasında memleketin ortalama sağ reaksiyonu, PKK-IŞİD-cemaat ortaklığına dair komplo teorisine iltifat etmesi bir tesadüf değil yinelenen bir örüntüdür.
'Konforum Bozulmasın'
Ne Kürt illeri abluka altındayken ülkenin geri kalan kısmında infial vardı, ne de Ankara katliamı sonrasında. Şiddetin temel aktörü olan iktidar, şiddeti 'sınırlayarak', hayatın çatışma alanları dışında 'normal' akmasını sağladı.
AKP şiddeti hem normalleştiriyor hem de izole ediyordu. Neticede devlet yerli yerindeydi! resmi daireler çalışıyor, alışveriş merkezleri dolup taşıyordu. Sadece geleneksel sağ seçmen için değil; Batı'daki orta üst ve orta sınıflar için de her şey olabildiğince 'alışageldikti'.
6-8 Eylül linç operasyonlarında dahi 'güvenli' mahallelerinde oturanlar, pogrom provalarını milliyetçi taşkınlıklar olarak görmekle yetindi. Arkasındaki devlet tezgâhını büyük ölçüde göze ardı etti. Gazi'deki polis yığınağının ya da Okmeydanı'ndaki, Tuzluçayır'daki saldırının adı alelade 'karışıklıktı'.
Ana akım medya üzerindeki sansürü politik bir sorun olarak değerlendirse de sol-sosyalist ve Kürt medya araçlarına yapılan saldırılar çoğunluğa teğet bile geçmedi. Bu nedenle 'konforlu' alanda kalmak ve 'belirsizlikten' kurtulma adına, otoriterizme evet diyenleri hesaba katmadan AKP'nin artan oylarını analiz etmek eksik teşebbüstür.
TIKLAYIN - PROF. DR. ERSİN KALAYCIOĞLU: ÇÖZÜM SÜRECİNİ BUZDOLABINDAN KİM ÇIKARACAK?
Borcumuz ve Sözümüz
Şimdi ne 'karamsar' ne de 'enseyi karartmayıncı' olma lüksümüz var.
Burada kalıp daha özgür bir ülke için mücadele edeceğiz. Bu yüzden siyasal ve toplumsal muhalefetin 1 Kasım yenilgisi sonrasında birleşme arayışlarını sürdürmesi şart.
Seçime odaklanıp boş bıraktığımız alanların hepsinde yeniden örgütlenmeye ve büyümeye ihtiyaç duyuyoruz.
Toplumsal muhalefetin kalabalık olanın yanında pragmatik bir biçimde toplanması değil, dayanışma ve eşit ilişkiler çerçevesinde tartışmadan korkmadan yan yana gelmesi ve direniş alanlarını çoğaltması tek çıkar yol.
Haziran direnişlerinde, Roboski'de, Kürt coğrafyasının dört bir yanında, Ankara garı önünde katledilen dostlara borcumuz ve sözümüz var. (GGÖ/BA)