Haberin İngilizcesi için tıklayın
Ne anlama geldiğini kavramsal olarak bildiğiniz bir kelime düşünün. Çok sık kullanıyorsunuz, dilinizden düşmüyor hatta ama tam anlamını bildiğinizden emin değilsiniz. Yanlış da kullanmıyorsunuz halbuki, ama birisi size “ne demek o kelime?” diye sorsa kulaklardan duman çıkmaya başlayabilir.
Başlıktaki soruyu yönelteyim o zaman: İnternet nedir? İnterneti kullanıyorsunuz, biliyorum çünkü şu anda bianet’te bu yazıyı okuyorsunuz. E-postalar, mesajlar, sesler, fotoğraflar, hayatınızda bir yeri var internetin. Ama konu tanımlamaya geldiğinde, neler söyleyebilirsiniz?
İşte bu nedenle bianet bana “İnternet nedir başlıklı bir yazı hazırlayalım” dediğinde, kafamı ellerimin arasına alarak ciddi ciddi düşündüm. Acaba internet son 20 yılın analoji hatalarına, “basitleştireceğiz” diye yanlış anlatımlarına ya da okuyucuyu teknik terimlere boğmadan nasıl anlatılabilir?
Zor sorular, değil mi?
Kimi zaman teorik fizikçi Richard Feynman’a, kimi zamansa Albert Einstein’a atfedilen bir cümle vardır, “Eğer bir olguyu 6 yaşında bir çocuğa anlatamıyorsan, yeteri kadar bilmiyorsundur.” diye. O nedenle omuzlarımdaki yük büyük, sizin dikkatinizi yakalayabilmek için ise sadece birkaç dakikam var. Zaman kaybetmemek en iyisi…
Dünya vs. Türkiye: Ne durumdayız?Türkiye için internete dair istatistiklere baktığımızda, iki net kaynakla karşılaşıyoruz. Bir tarafta TÜİK’in 2016 Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması var, diğer tarafta Hootsuite ve We Are Social’ın birlikte hazırladıkları 2017 raporu var. Veriler birbirinden çok da fazla sapmıyor, o nedenle 2017 raporunu tercih ediyorum. Dünya nüfusunun yüzde 50’si internet erişimine sahipken bu değer Türkiye’de yüzde 66’da. Sosyal medya kullanımında ise dünya ortalaması yüzde 37 iken Türkiye yüzde 60 ile listenin üstlerinde yer alıyor. Bunun dışında yüzde 61’lik oran, Türkiye’de internete çoğunlukla mobil cihazlardan girildiğini gösteriyor. Ama bu yüksek değerlere rağmen internet hız ortalamamız 6,7mbps. Dünya ortalaması 6,3 mbps iken Güney Kore 26,3 mbps’lik ortalamasıyla dünyayı utandırıyor adeta. |
Soru #1: Neyi, ne kadar biliyoruz?
Konuya gün geçtikçe daha da nesnel olan bir gerçekle başlayalım: Dijital dünyayı çok seviyoruz. Orada iletişim kurmayı, iş halletmeyi, merakımızı gidermeyi, gülmeyi, kimi zaman ise sinirlenmeyi artık yaşamımızın bir parçası haline getirmiş durumdayız. Bu yazı içinde de bir kutu olarak birçok istatistik var konuya dair. Ama bu gerçeği fark etmek için dışarıda insanlara şöyle bir göz atmanız da yeterli. Sürekli ellerde olan telefonlar, kafelerde önüne eğilinen bilgisayarlar, küçücük çocukların önüne itilmiş olan tabletler, sohbet yerine aşağıya doğru çekilen ekranlar. Hepsi bir şekilde internete bağı olan cihazlar aslında.
Peki hayatımızda artık ciddi bir yer ettiğini gördüğümüz internet hakkında gerçekte ne biliyoruz? İş ya da kişisel mevzularımız için insanlara e-postalar, WhatsApp mesajları, ses kayıtları yolluyoruz. Düşüncelerimizi sosyal medyaya aktarıyoruz. Fotoğraflarımızı hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz firmaların eline emanet ediyoruz. Bu kadar hayatımızın içine girmiş olan bu sistem bizim için neden hala bir muamma öyleyse?
2017 Nisan itibariyle 1,8 milyardan fazla kullanıcıyla Facebook, hâlâ dünyanın en büyük sosyal medya ağı.
Soru #2: Bir şey bilmeli miyiz?
Çocuklu bir aileniz olduğunu ve evinizi ilçeler, hatta iller arası taşıdığınızı düşünelim. Yeni taşınacağınız bölgenin insan yapısını, okullarının kalitesini, yakınlarında market, hastane ya da ulaşım çözümlerinin olup olmadığına bakarsınız. Çocuğunuz için güzel bir oyun parkı var mı? Okuldan eve gelirken güvenle yolculuk edeceği rotalar var mı? Alışveriş yapabileceğini bir marketi var mı? Yakın bölgede eczane var mı? Çekinmeyin, çoğaltın soruları.
Ama iş internete, dijital dünyaya geldiğinde nedense bilgili olmayı ya da farkındalığı seçmiyoruz. Çok “karışık” geliyor bize, çok “deli saçması” geliyor ya da. “Bir şeyler oluyor işte”ciyiz genelde, ama bunları dile getirmekten de çekiniyoruz.
2011 yılında Ulaştırma Bakanı iken Binali Yıldırım’ın bulut bilişimi açıklama şekli uzunca bir süre dalga konusu oldu. “Bulut sistemi dedikleri bir şey var, herkes oraya bir şey atıyor gelen oradan işine yarayanı alıyor kullanıyor ben böyle anlıyorum…” diye özetlenebilecek konuşma, teknik anlamda muazzam hatalarla dolu. Doğruya doğru, bu açıklamaları okuduktan sonra gülümsememek, “ne biçim laf?” dememek zor.
Evet, başkasının hatasına ya da eksikliğine gülmek kolay olabilir. Ama açıklama sırası bizlere gelse, bambaşka bir yeterlilikte konuya yaklaşacak kadar iyi durumda mıyız? Biz, dönemin ulaştırma bakanından ve 2017’de Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanından daha iyi bir performans sergileyeceğimize emin miyiz?
Soru #3: İnternet nedir?
İnternetin tanımı, aslında kelime anlamıyla başlanması gereken bir konu. Özünde bir kısaltma internet, tam adı ise “internetworking”. Internetworking, birbirinden bağımsız ağları bir araya getirmek demek. Tabii internet yoktan bir anda var olmuyor, bizim de koşmadan önce yürümeyi öğrenmemiz gerekiyor. Böylece 1960’larda başlayan kısa bir hikaye çıkıyor karşımıza.
İnternet, “internet” olmazdan önce hayatımızdaki birçok teknolojik girişimde olduğu gibi askeri bir sebeple doğuyor aslında. ARPANET, 1960’ların sonlarına doğru önce teori, sonrasında ise pratik bir sistem olarak ABD’nin nükleer savaş esnasında yıkılmayacak yeni bir iletişim sistemi olmak üzere üretiliyor. Veri paketlerinin dijital olarak taşınması daha da köklü bir geçmişe sahip olsa da, internet sadece veri taşımak demek değil.
ARPANET, (ilerleyen yıllarda kimi zaman DARPANET olarak da anılan sistem) internetin çok daha temel bir halini gerçekleştiriyordu bu arada. Evet, birbirinden bağımsız sistemleri bir araya getiriyordu ama bu hem test aşamasında sadece 4 civarında sistemdi, hem de bu sistemler tekil bilgisayarlardan öteye pek geçmiyorlardı. Yani ARPANET, amaçladığı iletişim ağını kurabiliyordu ama bu, bizim anladığımız internetin çok gerisinde bir sistem. Yıllar ARPANET’i NSFNET’e, SIPRNET’e, sonra başka isimler altında evrilmeye zorlasa da ağları birbirine bağlama sistemi askeriye dışında da yer bulmaya başladı.
Tabii internet başlarda askeri bir fonlamanın arkasına sırtını yasladığı için tam olarak hangi partilerin bu işe katkıda bulunduğunu, tüm isimleri, gerçeğin yüzde 100 kendisini bulmak pek mümkün değil. Kimi isimleri biliyoruz, örneğin konseptin yaratıcılarından Leonard Kleinrock, yine ARPANET’in arkasındaki isimler J.C.R. Licklider ve de Robert Taylor. Ama ne bu isimlerin yazdıkları makaleler dışında işin ne kadar içinde olduklarını biliyoruz, ne de ekiplerinin kaydını görebiliyoruz. 1960’ların sonu ve ARPANET (ve onu takip eden diğer askeri ağlar) sivil dünya kadar açık olmadıkları için, sivil dünyanın takibini biraz daha iyi yapabiliyoruz.
1970’lerin başında Vinton Cerf ve Robert Kahn internetin en önemli protokollerinden biri üstünde çalışmaya başlıyorlar: TCP. Ama “başlamak” ile sonuçlandırmak arasında geçen muazzam bir süre var, üstelik işin protokol kısmı kadar teknik sorunlar da çözülmeli. İnternete bağlanmak için kullandığımız modem teknolojisinin insanlara tanıtılması 1977 yılını buluyor örneğin.
1977’nin önemi ise sadece modemde saklı değil. İnternetin isim olarak doğması ve TCP/IP’nin ilk resmi testi 1977’de gerçekleşiyor. TCP/IP, 2017 yılında bilişim sektöründe hala kullanılan, hatta hepimizin her türlü cihazının internetin parçası olmasını sağlayan temel protokollerden biri. 1977’de Stanford Üniversitesi’nin ciddi emeğiyle gerçekleştirilen test, ilk kez farklı ağ sistemlerini birbirine bağlamayı amaçlıyordu. Zaten bu şekilde “internetworking”, sonradan kısaltma olarak da “internet” doğdu. Ama sistemin daha standart hale gelmesi ve sürdürülebilir temellere oturtulması 1978’i buldu. 1978, TCP/IP’nin tam olarak kimliğini oturttuğu ve internetin çok küçük ölçekli bile olsa çalışabilir hale gelişinin tarihidir.
Bu kadar tekniği biraz daha anlaşılabilir analojilere dökmek gerekirse: 1977’de yapılan test örneğin İngilizce, Rusça ve Mandarin konuşan üç kişiyi bir masada toplayıp çevirmenler aracılığıyla konuşturmaya benzetilirse; 1978'de netleşen TCP/IP protokolü, kişilerin sözlerinin ağızdan çıkmadan önce ortak bir lisana dönüşmesini ve iletişimin aksamadan gerçekleşmesini sağlıyordu. Böylece farklı ağlar, düzgün bir iletişim ortamına sahip oluyor ve aynı dili konuşmasalar, aynı temele sahip olmasalar bile bir şekilde iletişim içinde olabilmelerini sağlıyor.
İnternetin tarihi 1978’den sonra da devam ediyor elbette. İlk internet servis sağlıyıcıları 1980’lerde ortaya çıkıyor. WWW kavramını 90’larda görüyoruz, HTML ve ilk görsel web tarayıcısı Mosaic ile birlikte. Ama zaten internetin gelişimi bugün, siz bu yazıyı okurken bile devam ediyor. O nedenle burada geçmişten bahsetmeyi bırakmalı ve günümüze bakmalıyız artık.
Ağ bağlantılarında veri aktarımı, aslında 0 ve 1'leri ufak voltluk değişimlerle karşıya iletmek üzerine kurulu.
Soru #4: Günümüzün interneti neye benziyor?
İnternet, bugün birçok şey için kullandığımız dijital dünyanın kod adı haline gelmiş durumda. Aslında görevini hala ilk günkü gibi sürdürüyor, birbirinden bağımsız olan birçok ağı (ya da sistemi) birbirine bağlıyor. O nedenle kavramsal olarak baktığınızda, yeni görevler de üstlenmiş olmasına rağmen köklerine bağlı kalıyor internet.
Burada elbette bir yanlış kullanım var: İnternet bir altyapı terimi. Yani işin teknik tarafı. Bizim bağlandığımız yer olmakla birlikte, muğlak ve içeriksiz bir yer. Bağlandığımız içerikler ise www, yani “dünyayı saran ağ” olan web olarak isimlendiriliyor aslında. Biri altyapı, diğeri ise altyapıyı kullanarak size sunulan servis. Girdiğiniz web siteleri, mesela bianet.org internet değil aslında. O, internetin altyapısında size sunulan bir web sitesi. Bir içerik. İçeriği ve altyapıyı bir araya getirdiğinizde ise büyük bir sistem çıkıyor karşımıza.
Ama tüm bu sistem nasıl çalışıyor? Yazdığınız, yolladığınız, söylediğiniz her şey nereye gidiyor?
Aslında bunun çok kısa bir cevabı var: Sunuculara gidiyor.
Sunucu, İngilizce ismiyle “Server” aslında bir bilgisayar sadece. Tabii, evde kullandığınız ya da yanınızda taşıdığınız türde bir bilgisayar değil. Biraz daha özelleştirilmiş, gerekirse günlerce açık kalabilecek yapıda bir bilgisayar. Alıştığınız grafik arayüzüne, fareyle tıklanan simgelere sahip değil. Bu bilgisayarların görevi, internetin parçası olmak ve her türlü içeriği, siteyi, servisi kullanıcıya sağlamak.
İşte bizim kendi yerel ağımızdan (cihazlarımız) uzaktaki sunucuya bağlanma eylemimiz internet sayesinde oluyor. Ama yukarıda dediğim gibi, yeni görevler de edinmiş durumda internet. Hem köken görevine sahip (bizi o sunucuya, dolayısıyla içindeki veriye bağlamak), hem de modern dünyada artık verinin bütünlüğünü de tanımlıyor. Çünkü sizi ve başka bir ağı birbirine bağladığı gibi milyonlarca başka ağı da başka kullanıcılara bağlıyor. Bunun yanında sunucuları da birbirine bağlıyor. Bir kelime için çok fazla sorumluluk, sizce de öyle değil mi?
Sunucular birer bilgisayar olabilirler, ama evinizdekine hiç benzemiyorlar. Her bir çekmece dünyanın bir parçasını içerisinde barındırıyor aslında.
Soru #5: Tüm bu sistem nasıl işliyor?
İnternet, aslında başka bir insandan bir şeyler talep etmekten farksız işleyen bir sistem. Yolda yürüyorsunuz ve saatin kaç olduğunu merak ediyorsunuz. Kolunuzda saat yok, telefonunuzun ise pili bitti diyelim. İleride otobüs bekleyen birisine yaklaşıyor ve “Merhaba, saatiniz var mıydı acaba?” diyorsunuz. Karşı taraf aslında saatinin olup olmadığını değil, saatin kaç olduğunu sorduğunuzu anlıyor ve kolunu kaldırıp saate bakıyor. Bu veriyi zihninde işliyor, sonra size dönüp “Saat 14:16” diyor. Siz de bunu duyduğunuzu belirtir şekilde ya teşekkür ediyor, ya başınızı sallıyor, ya da gülümsüyorsunuz. Ardından yolunuza devam ediyorsunuz.
Şimdi bunu dijital dünyaya taşıyalım: Türkiye’de yaşarken New York, ABD’de saatin kaç olduğunu merak ediyorsunuz. Bilgisayarınızın başına geçiyor, web tarayıcınızı (Internet Explorer, Firefox, Chrome, vb.) açıyorsunuz. Bir şekilde arama motoruna ulaşıp (Google, Yandex, Bing, DuckDuckGo, vb.) “New York’ta saat kaç” yazıyorsunuz. Bilgisayarınız, bu isteği internet aracılığıyla dünyanın herhangi bir yerinde bulunan Google sunucularına taşıyor. Bilgisayarınızı bağlantı numarasından tanıyor, böylelikle Google’ın sunucusuna “merhaba” demiş oluyor. Ardından sorunuzu iletiyor: “New York’ta saat kaç”. Sizin ne sorduğunuzu anlıyor ve Google’ın sunucuları işe koyuluyor. Bu veriyi işliyor, yani bir nevi “saatine bakıyor”. Sonra cevabı almış bir şekilde sizin bilgisayarınıza bunu iletiyor. Sonrasında bilgisayarınız veriyi aldığına dair bir bilgi yolluyor, bunu teşekkür ya da gülümseme olarak düşünün. Böylece etkileşim sonlanıyor, siz de gününüze devam ediyorsunuz.
Bu anlatım, günümüz terimlerinin düştükleri hatalara düşmeden olayı en sade anlatabilme şekli aslında. Çünkü arada atlanan onlarca farklı adım, analojide bulunabilecek sayısız hata var. Ama bu düşünceyi telefonunuza ya da tabletinize de uygulayabilir, aslında sistemin nasıl çalıştığını daha rahat anlayabilirsiniz. Bilgisayarlarımız, ya da birer küçültülmüş bilgisayar olan akıllı telefonlarımız çözülmesi çok zor sırlar değiller. Her şeyin bir sıralaması, basit birer adımı var sadece.
Soru #6: Bu bilgiyle ne yapmalıyız?
Sonunda gelmek istediğimiz nokta, aslında en hayati olan şey: Bugün dijital dünyada kullandığımız her şey sunuculardan faydalanıyor. Yani yazdığınız, yolladığınız, alıp verdiğiniz her türlü veri sunuculardan geçiyor. WhatsApp’tan birisine mesaj yolladığınızda tek bir tik varsa mesaj sunucuda bekliyor, çünkü karşı tarafa daha ulaşmamış oluyor. Ne zaman ki yolladığınız kişi tekrar bağlantıya kavuşuyor, mesajınız o zaman iletiliyor. Attığınız e-postalar yine benzer şekilde sunucuda tutuluyor, bunun sayesinde dünyanın dört bir yanından maillerinize kullanıcı adınız ve parolanızla ulaşabiliyorsunuz. Facebook, yine sunucuda. Wikipedia da öyle. YouTube, LinkedIn, WordPress, Twitter, Instagram, Google Dosyalar, Spotify, Apple Music, bugün ulaşabildiğiniz her türlü web sitesi ya da hizmeti. Hepsi sunucularda, yani profesyonel şirketlerin sahip olduğu bilgisayarlarda.
Cihazınız ya da uygulamanız ne olursa olsun internete bağlandığınız an sunucuların arasına düşmüş oluyorsunuz.
Bugün interneti kullanırken attığınız her adım, yazdığınız her mesaj, arama motoruna yazdığınız her kelime başkalarının sahibi olduğu bilgisayarlarda tutulup sonrasında hedefe ulaştırılıyor. Sunucular dünyanın birçok yerinde. Veri yer değiştirdiği için sizin bağlandığınız yer de yer değiştiriyor. Bugün Paris’e bağlanıyorsunuz saati sormak için, yarın Paris bakımda olduğu için Dublin’e iletiyor sistem sizi. Önemli olan yeri, sayısı, size uzaklığı ya da gökdelenin kaçıncı katında olduğu değil. Önemli olan, konuştuğunuz her şeyin profesyonel firmaların bilgisayarından geçiyor olması gerçeği. Daha da önemlisi, kopyalarının birden çok olması ve dijital dünyada bir şeyin gerçekten “silinmesinin” çok zor olması.
İster sunucuda, ister kendi bilgisayarınızda, ister telefonunuzda olsun bir şeyi “silmek” demek, onun erişilebilirliğini ortadan kaldırmanız demektir. Aslında siz, bir şeyi silmiş olmazsınız. Süs eşyalarınızı koyduğunuz bir rafınız ve oradaki kar küresini artık istemiyorsunuz diyelim. O kar küresini kaldırmak, dijital dünyada alıp çöpe atmak olmuyor. Sadece onun önüne bir fotoğraf çerçevesi koyuyor, küreyi görünmez yapıyorsunuz. Ama görünmez olan şey, usta ellerde her zaman tekrar görünür kılınabilir. Misafirleriniz kar küresini göremez belki ama siz çerçeveyi kaldırıp küreyi tekrar ortaya çıkarabilirsiniz.
O nedenle Facebook’ta bulunan bir fotoğrafınızı silmek, aslında o fotoğrafın dijital dünyadan yok olmasını sağlamıyor. Sadece o fotoğrafın “görünmez” olmasını sağlıyor. Facebook, kendi sunucularında o fotoğrafınıza uygun koşullar altında erişebilir. WhatsApp’ta sildiğiniz bir konuşma, yedeğini alıyorsanız Facebook’un sunucularında (Çünkü WhatsApp Facebook’a ait) bekliyor olacak. Dijital dünyada bir veri, sadece ve sadece üstüne bir şey yazıldı mı gerçek anlamda silinir. O an gelene kadar, doğru yöntemlerle her zaman gömülü olduğu yerden çıkarılabilir.
Bu noktada kafanızda birçok soru alevlenmiş olabilir. Kişisel bilgilerin korunması, sunucuların kime ait olduğu, o bilgilerin ne kadar “güvenli” oldukları, reklamlar, ücretsiz hizmetlerin nasıl “ücretsiz” oldukları ve daha onlarcası. Nöronların yanışını emin olun hissedebiliyorum. Ama 2017’de, Türkiye’de bu soruların cevaplarını nereden ve nasıl alabileceğiniz, aslında tam olarak dijital dünyanın ne kadar uçsuz bucaksız ve sizden öte büyük milyarder firmaların kontrolünde olmasına referans verir nitelikte. Söz uçar, yazı kalır elbette ama internette bir şeyin maddi değeri varsa, değeri kaybolana kadar varlığını sürdürecektir. O nedenle durup, düşünmeli insan: Bugün tüm o büyük firmaların sunucularına, yani kontrolü yalnızca kendilerinde olan o bilgisayarlarına bizden ne gidiyor?
Konuya aşina olanların zaten birçok adımını bildiği, bilmeyenlerin ise fazlaca detaya maruz kaldığı bu yazıdan çok şey çıkarmak mümkün. Ama zaman dar, işler çok, herkes bir koşuşturmaca içinde. O nedenle tek bir çıkarıma vaktiniz var ise o çıkarım, interneti kullandığınız her anda yaptığınız her şeyin birilerinin bilgisayarlarında kayıt altında olduğunu unutmamak olsun. Genel bir kullanıcı için, istisnasız her şeyin kaydı dışarıda bir yerlerde, kimi zaman korunuyor olsa bile erişilebilmeyi bekliyor.
O nedenle dijital dünyayı kullanmak için elinizi telefona ya da bilgisayara attığınız her an ikinci bir kez düşünün. Her ne kadar hayatımızdaki artıları çok fazla olsa da dijital dünya korkutucu bir tavşan deliği. Bu deliğe girmek istiyorsanız, Alice kadar umarsız yapmamanızı öneririm. Sonuçta bu bir masal değil, sonucunda kendinizi istemediğiniz yerlerde bulabilirsiniz. (SK/EKN)