İzzet Kezer 21 Mart'taki Newroz kutlamalarını izlemek için gittiği Şırnak'ın Cizre ilçesinde 23 Mart 1992'de güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu vuruldu. Öldü, 38 yaşındaydı.
6 Mart 1954'te doğdu. Ankara Basın Yayın Yüksekokulu'nu bitirdi. Mesleğe Günaydın gazetesinde başladı. Öldürüldüğünde Sabah gazetesinin Ankara bürosunda foto muhabirliği yapıyordu ve İmran Kezer ile evliydi.
İzzet Kezer cinayeti "faili meçhul" bırakıldı.
Olayın tanıkları gazeteci arkadaşları Faruk Balıkçı ve Uğur Şevkat cinayeti ve sonrasını anlatıyorlar.
Gazeteci Faruk Balıkçı anlatıyor
Newroz'dan iki gün sonra Cizre'de fiili olmayan sokağa çıkma yasağı vardı. Biz o gün bir çocuk çığlığı duyunca, gazetecilik refleksiyle sesin geldiği yere gitmek istedik ve yaklaşık on gazeteci Kadıoğlu Otel'den çıktık.
Ara sokaklardan birinde üzerimize ateş açıldı, biz de civardaki en yakın eve sığındık ve kendi aramızda tartışmaya başladık. Bazı gazeteciler beyaz bayrak yaparak çıkabileceğimizi savundu. Ben karanlık çökünce otele dönmekten yanaydım. Sonunda üç beyaz bayrak yaptık. Birini ben, birini İzzet, diğerini ise Alman bir muhabir aldı.
Sokağa çıktığımızda ilk ateş açılan yerden üzerimize tekrar çok seri şekilde ateş açıldı. Hepimiz kendimizi bir evin demir kapısının altına attık.
"Kapıyı açın hepimiz öleceğiz"
O sırada döndüğümüzde İzzet'in başından vurulduğunu ve kanlar içinde yere düştüğünü gördük. Ama üzerimize ateş açılmaya devam ettiği için yanına yaklaşamadık. Bulunduğumuz evin önünde "Kapıyı açın, hepimiz öleceğiz" diyerek kapıyı yumrukladık.
Kapının altından bakarken, avludan genç bir kadının bize yaklaştığını gördük hatta onu gazeteci olduğumuza inandırmak için fotoğraf makinelerimizi kapının altından uzattık. Bunun üzerine kapı açıldı ve kendimizi içeri attık. Ama İzzet sokağın ortasında kaldı.
Ne olduğunu bilmiyorduk, sadece kafasından kanlar sızdığını gördük. O sırada birkaç arkadaş kapıyı açıp İzzet'i içeri almak istedik. Fakat tekrar ateş açıldı. Maalesef İzzet'e ulaşamadık, sokağın ortasında yarım saat öylece kaldı.
Eve dönüp oteli aramak istediğimizde, evde telefon olmadığı için üç kişi duvarların üzerinden atlayarak başka bir eve geçtik. Sonunda bir evden oteli aradık ve gazeteci arkadaşlarımızla konuştuk. İzzet'in vurulduğunu ve sokakta yattığını haber verdik. Çünkü yaralıysa kan kaybından ölebilirdi.
Geri döndüğümüzde diğer gazeteciler de çıkmıştı. Evdekiler bir panzerin geldiğini, İzzet'i ve gazetecileri götürdüğünü anlattı.
"Tuşalp ellerini kaldırdı"
Biz orada mahsur kalmıştık. Yeniden telefonlu bir eve geçip oteldekilere haber verdik. En sonunda diğer gazetecileri görebildiğimiz bir eve ulaştık. Onların bize doğru gelmesini ve evden o şekilde çıkabileceğimizi anlattık. Bunun üzerine gazeteciler otelden çıkıp yürümeye başladı ve biz gazeteci arkadaşlarımıza doğru koştuk.
Hatta o sırada gazeteci Erbil Tuşalp caddenin ortasına geçti, askeri aracın karşısında durdu, ateş açılmaması için ellerini kaldırdı. Biz ancak bu şekilde gazetecilerin yanına ulaşabildik. Bu koşuşturma yaklaşık bir saat sürdü. Bu koşuşmanın fotoğrafı Yılmaz Odabaşı'nın Güneydoğu'da Gazeteci Olmak kitabının kapağı oldu.
"O gün sokakta kimse yoktu"
Bu olaydan sonra Savcı otele gelip ifademizi aldı. Ben üzerimize ateş açıldığını, failinin bulunamayacağını, soruşturmanın formalite olduğuna inandığımı söyledim. Sonrasında Emniyet'ten kimseyle görüşmedik.
İzzet'in dosyası mermi çekirdeği bulunmadığı iddiasıyla "faili meçhul" kaldı. Oysa o gün sokakta kimse yoktu, herkes evindeydi. Gerimizde kalan bir gazeteci arkadaşımız kendisine de ara sokakta bir askeri araç tarafından ateş edildiğini, kamyonun arkasına saklanarak kurtulduğunu anlatmıştı.
Gazeteci Uğur Şevkat anlatıyor
İzzet benim yol arkadaşımdı, haberlere beraber giderdik. Sabah gazetesinde iki yıla yakın birlikte çalıştık. Benden yaşça büyüktü ve daha tecrübeliydi.
Aslında foto muhabiriydi, olayları fotoğrafçı gözüyle takip ederdi, biz onunla eküri gibiydik. İzzet yanımda olduğunda şöyle bir rahatlığım vardı: O fotoğraf bölümünü her yönüyle hallederdi, ben daha çok işin haber kısmına bakardım.
Çok iyi bir foto muhabiriydi. Haberi bitirdiğimde haberin her unsurunun İzzet'in çektiği karelerde olduğunu bilirdim. Muhabirin gözlemiyle, çektiği fotoğrafları çok iyi örtüştürürdü.
Gazeteciler genellikle evlendikten sonra ataklığını yitirir, sorumlulukları arttığı için riskli görevleri pek tercih etmezler. İzzet de o sıralarda yeni evliydi ve buna rağmen ataklığını kaybetmemişti. Çünkü hiçbir riskin işini engellemesini istemezdi.
"Tereddüt etmeden Cizre'ye geçtik"
*Foto Muhabiri dergisi Haziran 2012 sayısından alınmıştır
Kaderci biri değilim ama İzzet'i o güne getiren süreç bir takım tesadüflerin sonucuydu. Cizre'ye geçmeden önce deprem haberlerini duyurmak için İzzet ile Erzincan'daydık. Normal şartlarda o yorucu görevden sonra merkeze dönmemiz gerekiyordu. Ama biz tereddüt etmeden Nevruz'u izlemek üzere Cizre'ye geçtik.
Bölgede arkadaşımız Evin Göktaş olmasına rağmen yine de yola çıktık ve karayoluyla Erzincan'dan Cizre'ye vardık.
Nevruz'dan hemen önce Cizre'deyken Ankara'dan telefon geldi. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel'in yapacağı bir seyahati izlememizi istediler. Ben İzzet'in geçmesini önerdim, fakat İzzet allem etti kallem etti gitmedi. Çünkü orada olmak hoşuna gidiyordu.
"Tek bırakmam Uğur'u deyip geldi"
23 Mart'ta bir grup gazeteci otelin çatısındayken, karşı mahalleden bağırışlar duyduk. Oraya gitmeye karar verdiğimizde de aynı gazeteden tek kişi yeter diye düşündüm, ona haber vermedim.
Yola çıktığımızda üzerimize ateş açıldı, bir eve sığındık. O evden çıkmamız gerekiyordu ama korkuyorduk da. Çünkü eve giderken ateş edilen yerden dönüşte de geçmek zorundaydık.
İzzet otelden ayrıldığımızı duymuş, "Bensiz olur mu? Tek bırakmam Uğur'u" deyip başka bir grupla yanımıza geldi, sığındığımız evde bizi buldu.
"Toprağı kazıp içine giresim geldi"
Dönüşte arkada İzzet ile kalanlardandım. Yanı başımdaydı, yine ateş açılınca o sırada başından vuruldu. "İzzet vuruldu" diye bağırdım. Büyük bir şoktu. O güne dair tek görüntü Almanya'dan gelen televizyoncuların Michael ve Peter'in çektikleriydi.
O sırada "Ya yaşıyorsa" deyip İzzet'i almayı düşündüm ama ben de vurulabilirdim. Burnumun ucundan betona saplanan mermileri gördüm. O an kurtulmak için toprağı kazıp içine giresim geldi.
Biz sonunda bir eve sığındık, o evden de zırhlı bir araç gelip bizi aldı, İzzet'i de bildiğim kadarıyla bir ambulans hastaneye götürdü.
Şimdi kimi "Panzer ateş açtı" diyor ama o anda nereden ateş açıldığını görmedim. Merminin kime ait olduğu bulunamadı. Orada o dönemde herkesin elinde her türlü silah vardı. Ama Nevruz günü, henüz sokağa çıkma yasağı ilan edilmemişken polisler sokakta gazetecilere laf atıyordu, "Burada ne arıyorsunuz?" gibi tehditvari laflar ediyorlardı.
"Doğru dürüst bir soruşturma yapılmadı"
Olaydan sonra doğru dürüst bir soruşturma yapılmadı. Savcılık beni çağırmadı, bizim gruptan biri çağırıldıysa da bilmiyorum.
Kocatepe'deki cenaze törenine hükümetten epey katılım vardı, "Sorumlular bulunacak" denildi. O dönemin şartlarında ne savcılar savcılığını ne polisler polisliğini yaptı. Gazete konuyu bir süre gündemde tuttu ama "Failler bulunsun" kampanyasına çevirmedi.
Dönemin Başbakanı Demirel'den
Olayın ardından Başbakan Süleyman Demirel 28 Mart 1992'deki basın toplantısında "...Olay hangi çeşitten olursa olsun soruşturulacak ve neticesine göre hareket edilecektir. Olay soruşturulmaktadır..." demişti.
Demirel 15 Ağustos 1992'de Milliyet'te yayımlanan habere göre ise "... Öldürülen gazetecilerin bir kısmı gerçekten gazeteci değildir. Militandır. Birbirlerini öldürüyorlar. Bana devletin resmi mercilerinin verdiği bilgi budur..." ifadesini kullanmıştı. (EG/BA)
*Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin "İzzet Kezer Gazetecinin Ölümü" belgeselini izlemek için tıklayınız.