Dünyanın her yerinde gazeteciler, sadece işlerini yaparak hak ihlallerini ortaya çıkardıkları için taciz, hukuka aykırı gözaltı, tutuklama, işkence, yargısız infaz ve kaybedilme yoluyla susturulmaya çalışılıyor.
Bu uygulamalar çoğu zaman hukuksal ve siyasal faktörlerin etkisiyle cezasız kalıyor ve bu durum yeni ihlallere zemin hazırlıyor. Cezasızlık durumu, hukuksal açıdan çeşitli şekillerde ortaya çıkıyor. Faillerin kovuşturulmaması, sanıkların yargı önüne çıkarılmaması, bir yargı kararı ile cezalandırılmaması veya çok az sembolik cezalarla cezalandırılması, cezaların zaman aşımı yoluyla ortadan kaldırılması ya da verilen cezaların uygulanmaması gibi durumlar Türkiye'de en sık uygulanan yöntemlerdir.
Cezasızlık kültürünün devam etmesinde, politik faktörlerin etkisi hukuksal faktörler kadar önemlidir. Bu kültürün sona erdirilmesine yönelik siyasal bir iradenin mevcut olmayışı, sorunun çözümüyle ilgili çabaların yetersiz ve etkisiz kalmasına yol açıyor.
Devletler, uyguladıkları şiddeti genellikle "milliyetçilik" ve "vatanseverlik" gibi kavramlar ve bu şiddetin devletin güvenliği için gerekli olduğu yönündeki yaygın inanç aracılığı ile meşrulaştırırlar.
Türkiye'de iktidara gelen her hükümet, temel sorumluluğunun devletin güvenliğinden ibaret olduğundan hareketle yola çıkıyor. Bu kapsamda azınlık gruplarının ve özellikle Kürtlerin temel insan hakları talepleri ve bu talepleri elde etmek için yürüttükleri silahlı mücadele, devletin birliğine ve bütünlüğüne en büyük tehdit olarak algılandı ve ordu, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) aracılığıyla devlet politikasını belirleyen en önemli faktör haline geldi.
1990'larda çoğu Kürt basın yayın kuruluşlarında çalışan gazeteciler öldürüldü. Aradan, yaklaşık 20 yıl gibi bir süre geçmesine rağmen, bu cinayetlerin sorumluları birkaç örnek dava dışında ortaya çıkarılıp yargılanmadı.
Devletlerin, eylem ve işlemlerden dolayı sorumluluklarının olması çağdaş hukuk devleti kuramının bir gereğidir ve insan haklarının temel prensiplerinden biridir. Devletlerin büyük çoğunluğu, yasal sorumluluktan kaçınmak için kendi adına illegal eylemlerde bulunan kişi ve gruplarla arasına mesafe koyar.
Fakat devletler daha geniş bir inkâr stratejisinin parçası olarak yoğun ve kasti aldırmazlık konusunda, dillendirilen ve dillendirilmeyen düzenlemeler geliştirir. Bu durum, illegal aktivitelere bulaşan kişiler için yaygın bir cezasızlık durumu yaratır ve gelecekte işlenen suçlar için önleyici bir mekanizmanın yokluğu anlamına gelir.
Türkiye'de devlet, görevlilerinin ve devlet dışı aktörlerin işlediği suçları örtbas etmek için benzer bir strateji geliştirdi. Hatta Türkiye'de devletin güvenliği söz konusu olduğunda her şeyin meşru olduğu anlayışı hâkimdir.
Bu anlayış ve uygulama, cezasızlık politikasının esas dayanağını oluşturuyor. Bu cezasızlık politikası uyarınca devlet görevlilerinin ya da işbirliği yaptığı illegal unsurların yaptıkları eylemleri inkâr ediyor, bu eylemleri gerçekleştirenleri ödüllendiriyor ya da bu eylemleri ortaya çıkarma çabalarını engelliyor ya da bu eylemlere açık veya örtülü bir şekilde onay veriyor.
Sosyolog Stanley Cohen, insan hakları ihlallerinde bulunmakla suçlanan devletlerin kullandıkları farklı inkâr türlerinden söz eder; bire bir inkâr, yorumsal inkâr ve imasal inkâr.[2]
Bire bir inkârda gerçek veya gerçeğin bilgisi inkâr edilir, yorumsal inkârda gerçekler inkâr edilmez fakat bize bariz görünen gerçeklere farklı anlamlar yüklenir. İmasal inkârda da devletler gerçekleri inkâr etmezler fakat gerçeklerin önemi veya psikolojik, politik veya manevi sonuçları inkâr edilir.
Türkiye'nin yakın geçmişinde gerçekleştirilen ağır insan hakları ihlalleri de, dikkatleri devletin sorumluluğundan saptırmak amacıyla aynı şekillerde inkâr ediliyor. Yorumsal inkârın ortaya çıkış şeklinde, genelde ihlallerin güvenlik güçleri tarafından kısmen ya da tamamen işlendiği kabul edilir, ancak bunun bir devlet politikası olmadığı ve bu ihlallerin münferit olduğu iddia edilir.
Süleyman Demirel'in kendi döneminde, Şemdinli'de 12 köy korucusunun öldürülüp gömülmesiyle ilgili olarak, "Suç, ferdidir. Birtakım ferdi suçlar ele alarak kurumları suçlamanın anlamı yok. Devlet, adam öldürmez, suçu ortadan kaldırmaya çalışır" açıklaması bu davranışın tipik bir örneğidir. [3]
Cezasızlık politikasının Türkiye'de diğer bir oluşum şekli, insan hakları ihlallerine karışan kamu görevlilerinin ödüllendirilmesi veya terfi ettirilmesidir. Haklarında çok ciddi iddialar olmasına rağmen bu kişiler, yaptıklarının hesabını vermek bir yana, terfi ettirilerek ödüllendiriliyor ve çok önemli makamlara getirilebiliyorlar.
Fazla uzağa gitmeye gerek yok; işkence iddiasıyla yargılandığı yerel mahkemede mahkum olan, Yargıtay aşamasında zamanaşımına uğrayan, Sedat Selim Ay, henüz dört ay önce, Terörle Mücadeleden Sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığı'na terfi ettirildi. Örnekler çoğaltılabilir.
Oysa hak ihlallerinden sorumlu olanların yargı önüne çıkarılmasına yönelik atılan birkaç cesur adım engellendi. Dahası şimdi de hakkındaki yayıınlar üzerine Ay'ın yaptığı suç duyuruları nedeniyle çok sayıda medya kuruluşu, dolayısıyla haberciler haber yapmak yerine Savcılık kapılarında ifade vermek için kuyruk olmaya başladılar..
Cezasızlık politikasına etki eden diğer bir önemli faktör ise, devlet yetkililerinin inkâr ya da başka bir yola başvurma gerekliliğini duymadan, gerçekleştirilen hukuk dışılıkları ve hak ihlallerini açıkça destekleyici açıklamalarda bulunmaları ve bu yolla faillere, cezalandırılmayacakları yönünde mesaj vermeleridir.
Hatırlanacağı üzere Susurluk olayıyla ilgili olarak 1996 yılında dönemin Başbakanı Tansu Çiller, "Devlet uğruna kurşun atan da yiyen de şereflidir" şeklinde tarihe geçen bir yorum yaptı, Susurluk ile ortaya çıkan illegal yapılanmaya ve faaliyetlerin soruşturulmasına açıkça engellemiş oldu. Nitekim, Susurluk olayı birkaç kişiye verilen sembolik cezalarla kapandı.
Maalesef devletin üst düzey yetkililerinin bu tür olaylar ile ilgili benzer açıklamaları halen devam ediyor. Daha çok kısa bir zaman önce Başbakan Erdoğan, Şırnak Uludere'de 34 sivilin öldürülmesiyle ilgili olarak "Yetkiyi biz verdik, TSK de samimi olarak görevini yaptı. TSK Ahmet mi, Mehmet mi nereden bilsin. Tazminat verdik, daha ne konuşuyorsunuz" [4] şeklindeki açıklamalarıyla 34 sivilin hayatına mal olan operasyonu meşrulaştırmış, mağdurların tazminatla yetinmeleri gerektiğini belirterek, hakikat ve adalete ulaşma yönündeki umutlarının azalmasına yol açmıştır.
Sonuç olarak gazetecilere ve diğer sivillere yönelik işlenen suçların açığa çıkarılması, faillerin cezalandırılması ve mağdurların adalete erişiminin sağlanması için yargı süreci önemli olsa da bu konuda kararlı ve planlı bir devlet politikasının geliştirilmesi gerekir.
Fakat mevcut hükümetin ağır insan hakları ihlalleri karşısındaki tutumu devletin cezasızlık politikasında herhangi bir değişiklik olmadığını gösteriyor.
[1] Jamieson, Ruth and Kieran McEvoy "State Crime by Proxy and Judicial Othering" British Journal of Criminology, 2005
[2] States of Denial: Knowing About Atrocities and Suffering (Inkar Halleri: Zulüm ve Acıyı Tanımak),Polity Press, 2001
[3] Ntvmsnbc "Demirel:Devlet Adam Öldürür mü Diyecektim" 24 Temmuz 2009
[4] Ozgur Gundem "Ahmet'i de Vurdun Şıvan'ı da" 23 Mayıs 2012
* Saniye Karakaş, hukukçu, doktora öğrencisi, Londra Üniversitesi King's College'da "Cezasızlık ve Devlet Suçları" üzerine çalışıyor.
** Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık dizisindeki diğer yazılar için tıklayınız.