"1992...Türkgazetecisininkarayılı" başlıklı bir haber Cumhuriyet gazetesinde 9 Nisan 1993'te yayınlandı. [1]
Basın Konseyi Genel Sekreter Vekili ve Hukuk Danışmanı avukat Fikret İlkiz'in hazırladığı bir raporda bir yılda 12 gazetecinin öldürüldüğü, 15 gazetecinin silahlı saldırıya maruz kaldığı, 55 gazetecinin silahlı olmayan engelleme teşebbüslerine uğradığı ve 165 gazetecinin gözaltında alındığı belirtiliyordu.
Bir yıl birlikte çalıştığım Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Dokümantasyon Merkezi'nin hazırladığı 1992 Yıllık Raporu'nda şunlar yazılı:
"1992 yılı içinde 12'si Olağanüstü Hal Bölgesi'nde (OHAL) olmak üzere toplam 13 gazeteci [2] kimlikleri bilinmeyen kişilerin silahlı saldırı sonucunda öldü. Bir gazeteci de uğradığı silahlı saldırı sonucunda felç oldu. Öldürülen gazetecilerin katilleri bulunmadığı gibi kimlikleri de ortaya çıkartılmadı.
"Öldürülen gazetecilerin 'militan' olduklarından bahsedilerek yeni cinayetlerin yolu açıldı. Başbakan Süleyman Demirel Ağustos ayında verdiği bir demeçte şunları söylemişti: 'Öldürülenlerbildiğimizanlamdagazetecideğil.Gazetecikılığındamilitanlar.Birbirlerinivuruyorlar.'"
Ben Nisan 1992'de Ankara'da yürüttüğüm projeyi bitirip Almanya'ya dönmüştüm. Londra'da Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) merkezinde Jonathan Sugden Türkiye sorumlusu olarak yerime geçmişti.
Af Örgütü 11 Ağustos 1992'de acil eylem (urgentaction) çağrısıyla Ceylanpınar ilçesinde Özgür Gündem ve Cumhuriyet gazetelerinin muhabiri olan Hüseyin Deniz'in (36) tek kurşunla öldürüldüğünü duyurdu (AI Index: EUR 44/72/92, UA 262/92 PossibleExtrajudicialExecution).
Bölgede insan hakları ihlallerini araştıran ve son iki ayda öldürülen dördüncü gazeteci olan Hüseyin Deniz için Af Örgütü derhal, detaylı ve tarafsız bir araştırma yapılarak faillerin bulunup mahkemeye sevk edilmelerini ve ölümlerin durması için yetkililerin her türlü önlemi almasını talep etti. Ne varki 20 yıl sonra Hüseyin'in katillerinin hala bulunmadığını gazetelerde okumak mümkün. [3]
Aynı tarihlerde merkezi Frankfurt'ta bulunan kriz bölgelerine tıbbi yardım sağlayan Medico International adlı kuruluş Kürt gazetecilerin öldürülmesinin önüne geçmek için "Gazetecilere Koruma" isimli bir girişim başlattı.[4]
Bu girişim Türkiye ve OHAL (Olağanüstü Hal) bölgesinde gazetecilerin durumunu yakından görmek için bir inceleme gezisi tasarladı. Gruba danışmanlık yapmak için Medico beni görevlendirdi. İstanbul ve Ankara'daki temaslar olağan geçmişken (İstanbul'da örneğin dönemin Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi ile görüşüldü) Diyarbakır'da bölgede egemen olan şiddet havası yakından hissediliyordu. Her an vurulma tehlikesiyle karşı karışa olan gazeteciler, bizim gibi yabancılarla pek konuşmak istemiyordu.
Mardin üzerinden Nusaybin ve Cizre'ye kadar gitmeye karar verdik. Beş altı gazeteciyle birlikte minibüsle seyahat ediyorduk. Nusaybin'e giden yola dönmek istediğimizde birden iki minibüsten ellerinde makinalı tüfeklerle sekiz on kadar "rambo" (özel tim mensubu) yolumuzu kesip sert bir sesle "buraya giremezsiniz" dediler.
Ben şaşkınlıkla "Neden? Başbakan daha geçenlerde Türkiye'nin her tarafında gezilir demişti" diye karşılıklı verdim. Ramboların sözcüsü de "Demirel de kimmiş? Ben yasak koydum" diye bana çıkıştı. Ani bir tepki ile ben de "Adınız ne? Amirinize sizi şikayet edeceğim" dedim.
Ve gerçekten adam bana bir isim söyledi. Verdiği ismi unutmadım, çünkü PKK saflarında bilinen bir isimdi: Muzaffer Ayata. Kente girdik, ancak kimse ile görüşme olanağımız kalmadı. Ramboların eşliğinde kaçak mallarının satıldığı bir pazarı gezebildik, ceplerinde mark olarak binlikleri, 500'lükleri gördük ve onun dışında ancak bir çay içebildik.
Nusaybin'de kendi paramızla çay içerken. Sağ önde oturan bizi gözetleyen özel tim mensubu
Biz elbette çok saftık. Engelleme olmadan kente girseydik ne yapacaktık? Levhaları bakıp belki bir gazete bürosuna girecektik. Ama orada bizimle kim konuşacaktı? Daha 2 Haziran 1992'de Yeni Ülke muhabiri Mecit Akgün'ün cesedi bir elektrik direğine asıllı olarak bulunmuştu. Bırakılan bildiriye göre onu PKK öldürmüştü. Emniyetin bulamadığı katilleri biz mi bulacaktık? Biz ancak savcılığa gidip soruşturmanın ne aşamada olduğunu sorabilirdik. Cizre'ye gitmeye karar verdik.
Biz sonbaharda geldiğimiz bu ilçede ilkbaharda Newroz'u kutlayan 24 kişi öldürülmüştü. Onlardan biri Sabah gazetesi muhabiri İzzet Kezer (38) idi. Onunla birlikte ellerinde beyaz bayrak taşıyan gazeteciler arasında iki Alman arkadaşımız da vardı. Michael ve Peter güvenlik güçlerinin açtığı ateşten yara almadan kurtulmuşlar. Çektikleri korkunç görüntüler Avrupa televizyonlarında görmüş ve ilk ağızdan öykülerini dinlemiştik.
Akşama doğru geldiğimiz Cizre'de dışarıdan gelenlerin (OHAL bölgesi dışından gelenleri kastediyorum) kalabileceği tek yer olan Kadoğlu oteline yerleştik. Otelde bira dahil artık içki bulunmadığını öğrendik. Bakkaldan alabileceğimiz söylenince bir arkadaşla 500 metre ilerideki bakkala girdik. Bira mı, şarap mı alalım derken dışarıda birden silahlar patladı. Dükkan sahibi bizi dükkandan kovdu. Beş dakikada tüm dükkanların ışıkları söndü. Dükkanlar kapandı. Biz kapkaranlıkta ortada kaldık. Otelden gönderilen cesur bir taksi şoförü gelmeseydi oraya zor dönerdik.
Otelde çalışan ve bizden önce gelmiş konuklar da patlayan silahların kime ait olduğu konusunda net bir şey söyleyemediler. Ertesi gün de bize ancak ışıksız dolaşan bir traktöre ateş edildiği ancak yaralanan veya ölenler hakkında bilgi olmadığı anlatıldı. Olaylar hakkında yerinde bilgi alamadığımız bir ortamda daha uzun kalmamızın bir anlamı yoktu. Sonuç alamadan Almanya'ya döndük.
Bölgede çalışan gazetecilerin işinin ne denli zor olduğunu gördük. Fakat öldürülmelerinin önüne nasıl geçileceğine ilişkin fikrimiz yoktu. Medico International 5 Ağustos 1992'de Diyarbakır'da silahlı saldırı sonucu ağır yaralanan Özgür Gündem muhabiri Burhan Karadeniz'in (19) tedavisini üstlendi, fakat genç yaşta (Mart 2003) bir trafik kazasında ölmesini önleyemedi.[5] Alman medyasında gazetecilerin öldürülmesi yankı buldu, fakat cinayetlerinin aydınlatılmasına da pek katkısı olmadı.
20 yılda gazeteci cinayetlerinden sorumlu tutulan sözde bazı failler yakalanmış olabilir. Özellikle Hizbullah tarafından işlendiği varsayılan bazı eylemler [6] 2000 yılından sonra başlayan "bağırsak temizleme operasyonu" esnasında gündeme gelmiş olabilir, hatta böylesi bir eylem yüzünden ceza almış kişiler de olabilir.
Ama yürütülen soruşturmalar ve yargılamaların hiçbiri Minnesota Protokolü olarak bilinen Birleşmiş Milletler (BM) Hukuk Dışı, Keyfi ve Yargısız İnfazların Önlenmesi ve Soruşturulmasına ilişkin El Kılavuz'una uygun olmadığını kolaylıkla iddia edebilirim. [7]
Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu'nun Ocak 2000'de öldürülmesi ile başlayan operasyonlar esnasında yakalanan gerçek ve sözde militanlar o tarihlerde artık hiçbir şüpheliye uygulanmayan yoğunlukta işkence gördüler, haftalarca dış dünyadan tecrit edilmiş bir şekilde sorgulandılar ki elde edilen "itirafların" aslında hukuki bir değeri olmaması gerekir.
Alınan ifadeler sonucunda cesetler ve silahlar bulunmuş, doğru, ama hangi silahın hangi eylemde kimin tarafından kullanıldığına dair düzgün tespitlerin yapıldığından şüphem var.
Turan Dursun, Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı'nın öldürülmeleriyle ilgili radikal İslam kesimi tarafından öldürüldüklerine dair davalar açılmış ve karara da bağlanmış. Ancak bu yargılamalarının adil olduklarından da şüphem var.
4 Eylül 1990'da öldürülen Turan Dursun cinayetini azmettirdiği için İslami Hareket Örgütü üyelerinden İrfan Çağrıcı müebbet hapis cezası almış. Tetikçi olduğu söylenen Muzaffer Dalmış ise firarda. [8]
Çetin Emeç de güya aynı kişiler tarafından 7 Mart 1990'da öldürülmüş. İrfan Çağrıcı ve dört arkadaşına bunun için cezalar verilmiş. Ancak Çetin Emeç'in kardeşi gerçek katillerin yakalandığına inanmıyor.
Cumhuriyet gazetesinden şahsen tanıdığım ve çok değer verdiğim Uğur Mumcu ile Ahmet Taner Kışlalı cinayetleri konusunda Tevhid-Selam Kudüs isimli bir örgütün üyeleri ve eylemleri hakkında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nde (ACM) açılmış bir dava var. Kararlar birkaç kez bozulduğundan son durum hakkında bilgim yok.
Yakalanmamış katil zanlısı hakkında kitap bile yazılmış [9] ama davanın adil yürütüldüğü ve gerçek faillerinin yakalandığına dair gene ciddi şüphelerim mevcut.
PKK militanları tarafından işlendiği söylenen olaylar [10] hakkında yürütülen soruşturmaların nasıl bittiğini kesin bilmemekle beraber gene işkenceli sorgularda birileri aleyhine ifade elde edilmiş olabilir ve böylesi bir şahıs ölü değilse, sağ yakalanmışsa ceza da almış olabilir. Böylece kapanmış dosya belki vardır, ama bana göre işlenen cinayetler aydınlanmış değil. Bunu ancak ve ancak bir hakikat ve uzlaşma komisyonu gerçekleştirebilir.
Gazetecilerin öldürüldüğü yıllarda araştırmanın ne denli zor (hatta olanaksız) olduğunu hatırlatmak için şunu belirtmekte fayda var.
Benden sonra Uluslararası Af Örgütü'nde Türkiye işlerinden sorumlu olan Jonathan Sugden'in Türkiye girişi Eylül 1994'te yasaklandı. Bunun üzerine Af Örgütü araştırma yapmakla tekrar beni görevlendirdi. Adana'da bu görevi yürütürken 6 Haziran 1995 tarihinde gözaltına alındım. 44 saatlik bir gözaltıdan sonra İstanbul'a götürüldüm ve sınırdışı edildim. [11] (HO/BA)
[1] Haberin tamamını okumak için tıklayınız.
[2] 1 Nisan 1992 tarihinde Bursa-Uludağ'da ağır yaralı olarak bulunan "Körfez'e Bakış" isimli yerel bir gazetenin eski yazı işleri müdürü olan Bülent Ülkü isimli gazetecinin ölümü Basın Konseyi listesine dahil edilmemiş. Basın Konseyi listesinde ve TİHV raporunda yer almayan bir başka isim (14'üncü) Azadi gazetesi muhabiri Mehmet Sait Erten 3 Kasım 1992 tarihinde Diyarbakır'da öldürüldü. bianet'in 6 Nisan 2011 tarihli haberi için tıklayınız.
[3] Özgür Gündem gazetesinde 9 Ağustos 2012 tarihli haber için tıklayınız.
[4] Konuya ilişkin Amke Dietert ile birlikte hazırladığım bir makale Almanca olarak bu sayfada bulunuyor: http://ob.nubati.net/wiki/Bilanz_der_Morde_an_Journalisten
[5] Bu konuda da AI bir acil eylem düzenledi (AI Index: EUR 44/70/92, 6 August 1992, UA 258/92 Fear of Extrajudicial Execution/Health Concern.
[6] Hizbullah'a atfedilen gazeteci cinayetleri şunlar: Mehmet Sait Erten, Halit Güngen, Hafız Akdemir, Hüseyin Deniz, Namık Tarancı
[7] Minnesota Protokolü Türkçe çevirisi ile beraber TİHV sitesinde bu adreste bulunuyor.
[8] Bu habere bakınız.
[9] Bu konudaki haber için tıklayınız.
[10] İddiaya göre Seracettin Müftüoğlu, Mecit Akgün, Yaşar Aktay, Muzaffer Akkuş, Ruhi Can Tul isimli gazeteciler PKK tarafından öldürülmüş.
[11] Uluslararası Af Örgütü'nün bu konudaki açıklaması için forum ve Af Örgütü sayfasını tıklayın.
* Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık dizisindeki diğer yazılar için tıklayınız.