Bir ülke düşünün; uzun yıllar boyunca siyasi iktidarların ve iş dünyasının desteğiyle yapılan askeri darbelere maruz kalmış, militrarizmin ve ırkçlığın gururla kol kola suç işlediği on yıllar boyunca makul vatandaş tanımlamasının dışında kalan herkes, bu ülkede bir şekilde devlet eliyle işkenceye, keyfi gözaltına, yerinden edilmeye, keyfi ve yargısız infaza, zorla kaybetmeye, cinsel tacize, tecavüze, hayatının her alanını zorlaştıracak ve yaşamını sürdürmesini olanaksız kılacak baskı ve eziyetlere maruz kalmış, medeni, siyasi, ekonomik, hukuki haklarının tamamı ya da bir kısmı elinden alınmış ya da kullanılması imkansız hale getirilmiş ve bütün bu suçların faillerinin tahrip edilemez bir zırhla korunduğu, bizzat bu failler ve/veya failleri koruyanlar tarafından yönetilen bu ülkede, bütün bu suçlar sonsuza dek cezasız kalacak sanılmış.
Sonra bir gün demokratik seçim yoluyla iktidara gelen bir hükümet artık bu ülkede sözde demokrasi yerine gerçek bir demokrasinin varolması gerektiğine karar vermiş ve ülkenin uzun karanlık yılları boyunca umutsuzluğa kapılmadan ve korkmadan mücadele veren insan hakları savunucularıyla, hukukçularla, akademisyenlerle, gazetecilerle, muhalif siyasi gruplarla işbirliği yaparak bu ülkede cezasız kalan devlet terörünün artık cezalandırılması gerektiğini duyurmuş.
Hemen bir komisyon kurulmuş; zorla kaybedilen, faili meçhul cinayetlerle öldürülen, işkence gören tüm kişilerin failleri aranmış, binlerce kişi tanıklık etmiş, gazeteler bu süreci adım adım halka aktarmış. Komisyon istediği tüm devlet belgelerine ulaşmış, hazırlanan raporlar derhal mahkemelere gönderilmiş, savcılıklar derhal binlerce soruşturma başlatmış, suçluluların hala hayatta olanları derhal cezalandırılmış, hakimler ülkenin taraf olduğu uluslararası insan hakları hukuku anlaşmalarının tüm normlarını kullanmış ve kapanan davalar, raflarda tozlanan dosyalar tekrar açılmış. Bu sırada bazı itirazlar yükselmiş tabii.
Yasaların geriye yürütülemeyeceğine, zamanaşımı engelinin otuz yıl önce işlenen suçlar bakımından aşılamayacağına, uluslararası hukukun ceza yargılamalarında yorum yoluyla kullanılmasının hukuki aktivizm demek olacağına ve anayasal ilkelerle çelişeceğine, daha önce hüküm verilen davaların tekrar açılmasının "kesin hüküm (res judicata), mükerrer davanın önlenmesi, ceza yasalarının açıklığı güvencesi ve usule uygun ceza gerekliliği gibi temel anayasal güvenceleri ihlal ettiğine",[1] yine anayasal bir ilke olarak sanığın lehine olan ceza normunun uygulanması gerektiğine ve faillerin kendi çıkardıkları yasalarla 'hala' korunduğuna dair pek çok itiraz yapılmış.
Ancak bu ülkede artık kimsenin unutmaya niyeti yokmuş ve 'cezasızlık karşıtı duruş', aleyhindeki 'şekilci hukuki yorumlar' karşısında kendi argümanlarını uluslarası hukuk çerçevesinde kararlılıkla korumuş.
Darbecilerin kendileri için çıkardıkları cezadan muafiyet yasaları gayrimeşrulukları sebebiyle kaldırılmış ve askeri mahkemelerdense sivil mahkemelerde yargılanarak cezalandırılmaları sağlanmış. Zamanaşımı, kanunların geriye yürümemesi, kesin hüküm gibi ilkeler insanlığa karşı suçlar ve soykırım suçları kavramlarıyla aşılmış.
O kadar ki karanlık yılları boyunca insan hakları ihlalleri işleyen tüm güvenlik güçlerini yargılayıp cezalandıran ve mağdurların kayıplarını her anlamda tazmin eden bu ülke, daha önce yargılanması düşünülmeyen ve devletle bu yıllar boyunca işbirliği yapan, hukuk uygulayıcılarının, doktorların, hemşirelerin, memurların, hatta mağdurları taşıyan pilotların bile yargılandığı bir ülke olmuş. Geçmişiyle yüzleşen yeni nesiller geleceğe güvenle bakmaya başlamış...
Her ne kadar ilk paragrafta bahsettiğim ülke pekala Türkiye olabilirse de sonrası ne yazık ki Türkiye değil Arjantin'di. Türkiye henüz geçmişiyle yüzleşememiş bir ülke. Bu karanlık geçmişin, failleri 'meçhul' ve cezasız kalan mağdurlarının arasında kuşkusuz her daim hedefte olan en hassas grubu gazeteciler oluşturuyor.
90'lı yıllarda çok yoğun bir şekilde ve devamında 2000'li yıllarda da, tüm Türkiye'de ama en çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde pek çok gazeteci, yaptıkları anaakım medyanın uzak durduğu, doğru ve dürüst haberler sebebiyle insan hakları ihlallerine maruz bırakıldı ve hatta öldürüldü. Pek çoğunun faili bulunamadı, açılan soruşturma dosyaları faillerin arasında yer aldığı emniyet ve jandarma birimlerince hazırlanan tutanaklar baz alınarak savcılıklarca Devlet Güvenlik Mahkemelerine gönderildi çünkü bu tutanaklarda faillerin yasadışı PKK veya Hizbullah örgüt üyeleri oldukları hiçbir araştırma yapılmadan, bir iki cümleyle belirtiliyordu ve bu da DGM'lerin yetkisine giriyordu.[2] Daha sonra bu dosyalar yılda sadece bir kez emniyetten gelen 'failler bulunamadı' yazısı konmak için açılıyor ve zamanaşımına uğramayı bekliyordu. Pek çoğu zamanaaşımına uğradı, bazılarında birkaç tetikçi cezalandırıldı ve mağdur yakınlarının taleplerine rağmen soruşturma asıl faillerin bulunması için genişletilmedi.
Bazılarında mağdur yakınları AİHM'ne başvurdular ve AİHM Türkiye'yi çoğu kez yaşam hakkını ihlalden, bazen de hem yaşam hakkını hem de devletin kişilere etkili bir iç hukuk yolu sunma yükümlülüğünü ihlal etmekten suçlu buldu, soruşturmaların tekararlanması talep edildi ancak buna rağmen soruşturmalarda bir gelişme sağlamak için mahkemelerce adım atılmadı.[3] Şu anda bu dosyaların tekrar açılmasını sağlamak mümkün ancak bunun için cezasızlığı aşma iradesinin ülkenin tüm bileşenlerinde mevcut olması gerekiyor.
Türkiye'de de cezasızlığın önündeki engelleri aşmanın en iyi yolunun ceza adaleti sistemini harekete geçirmek olduğunu düşünüyorum. Yukarıda Arjantin'in başardıklarını anlatırken atıflarda bulunduğum Leonardo Fillipini de hakikat komisyonlarının ve diğer yüzleşme mekanizmalarının zorla kapatılan davalar tekarar açılmadan bir işlevi olamadığını dile getiriyor. Zaten komisyonların etkisi ve yetkisi Türkiye'de hep eksik kalıyor. AİHM'in zorla kaybetme veya faili meçhul cinayetlerle ilgili Türkiye aleyhine veridiği bazı kararlarda, mesela TBMM Susurluk Komisyonu Raporuna atıf yapılmış olmasına rağmen bu komisyon raporunun işaret ettiği kişi ve kurumlar hakkında savcılıklarca hiçbir işlem yapılmadı.[4]
Birkaç gün önce taslak raporunu hazırlayan TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonunun 12 Eylül taslak raporunda da basına yansıdığı kadarıyla Genel Kurmay Başkanlığı, MİT, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı gibi kilit kurumların komisyonla belge paylaşmadıkları belirtiliyor[5] ve bu konuda yetkisi olmasına rağmen muhtemelen bu komisyon da diğerleri gibi bu belgelere ulaşamayacak.
Her ne kadar insan hakları kuruluşları ve sivil toplum örgütleri Türkiye hükümetine her fırsatta bağımsız bir hakikat komisyonu kurulmasını tavsiye ve telkin etse de böyle bir komisyonun Türkiye'de kurulma iradesinin siyaseten mevcut olmadığı ortada.[6] Ancak mesela Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu'nun yaptığı gibi, benzer 'gayrıresmi' komisyonlar ceza yargılaması için titizlikle raporlar hazırlayarak savcılıklara suç duyurusunda bulunabilir ve tanıklarla mağdurlara ulaşabilirler ki bu da Türkiye'de mikro ölçekte pek çok hakikat arayışını farklı dönemler, farklı meslek grupları ve farklı bölgeler vb. için harekete geçirebilir ve ceza yargılamaları için kamuoyu desteği oluşturmaya, nitelikli bilgi sağlamaya yardımcı olabilir.[7] O yüzden bir gün bir mahkeme Arjanti'nde olduğu gibi önündeki faili meçhul dosyasında meçhul faillere isnad edilen suçun insanlığa karşı işlenen bir suç olduğunu ve Türkiye Cumhuriyeti'nde devlet geleneği haline gelen sistematik insan hakları ihlallerinin bir parçası olduğunu, zamanaşımına uğramayacağını, unutturulamayacağını ve faillerin bulunması için her türlü uluslararası hukuk normunun TC mahkemelerince kullanılacağını, bu suçlar için devlet sırrı bahanesi ileri sürülmeden istenilen tüm belgelerin mahkemelerle paylaşılmak zorunda olduğunu söyleyene ve Yargıtay da bu kararı onayana kadar; ya da mesela yasama, devlet görevlilerinin yargılanmasının önündeki izin sistemi gibi engelleri kaldırana kadar, Bianet aracılığıyla gazeteciler için başlatılan bu kampanya gibi daha pek çok kampanyanın tüm 'kayıplar' için durmaksızın tekrarlanması, o günlerden sağ kurtulanların tüm tanıklıklarının çok geç olmadan Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu gibi komisyonlarca kayıt altına alınması gerekiyor. Yani hepimize çok iş düşüyor. (SI/HK)
[1] Filippini, Leonardo, Making Justice: Further Discussions on the Prosecution of Crimes against Humanity in Argentina, Publication, Argentina: Center Of Legal And Social Studies, International Center For Transitional Justice, 2012. Print. Metnin Emrah Gürsel tarafından Hakikat, Adalet, Hafıza Merkezi için Paula Arturo'nun İngilizce tercümesi kullanılarak yapılan çevirisi için bkz. http://www.hakikatadalethafiza.org
[2] Bu konuda AİHM'nin değerlendirmesi için bkz.: Cemil Kılıç/Türkiye Kararı, Başvuru no: 22492/93, 28 Mart 2000, p. 73-74.
[3] Devlet görevlileri tarafından işlenen cinayetlerde soruşturmaların devamının getirilmediğine dair AİHM'nin değerlendirmesi için bkz. Özgür Gündem/Türkiye Kararı, Başvuru no: 23144/93, 16 Mart 2000, Ekinci/Türkiye Kararı, Başvuru no: 27602/95, 16 Temmuz 2002.
[4] Özgür Gündem, Ekinci ve Kılıç davalarının yanısıra Kaya/Türkiye Kararı, Başvuru no: 22729/93, 19 Şubat 1998 da AİHM'nin Susurluk Raporuna atıfta bulunarak Türkiye'yi suçlu bulduğu kararlardır.
[5] T24 (2012). "12 Eylül Alt Komisyonu 500 sayfalık raporunu tamamladı",
[6] Örn. son olarak; HRW, "Adalet Vakti: Türkiye'de Doksanlarda Gerçekleşen Faili Meçhul Cinayetler ve
Kayıplar İçin Cezasızlığın Sona Erdirilmesi", Eylül 2012, s. 69
[7] Bu komisyonun çalışmaları hakkında bkz. Nimet Tanrıkulu, "Bir Adalet ve Vicdan Yolculuğu: Diyarbakır Askeri Cezaevi", TESEV Demokratikleşme Programı, Geçmişle Yüzleşme ve Mevcut Davalar Raporu, Kasım 2012, s. 20-24.
* Avukat Serap Işık
** Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık dizisindeki diğer yazılar için tıklayınız.