* Vedat Aydın'ın cenaze konvoyu.
1989'da Türkiye'ye geldiğimde 30 yaşında bir gazeteciydim ve çok masumdum. Çocukluğum Finlandiya'nın batısında küçücük bir köyde geçmiş, şiddet görme korkusu yaşamamış, silahları sadece televizyonda görmüştüm.
Polisin ve ordunun kim olursa olsun, hangi siyasi görüşten olursa olsun her zaman sivillerin yanında olduğunu düşünüyordum.
Vedat Aydın'ın 1991 yılındaki cenazesine dek bazı şeylerin farkına varmıştım; yine de bu olay benim için masumiyetimin ölümüne denk düşer.
Vedat Aydın JİTEM tarafından evinden alınmış, cesedi birkaç gün sonra bir hendekte bulunmuştu.
Diyarbakır'da cenaze konvoyunu oluşturan kalabalığın sonu gözükmüyordu. Hepimiz DEP'in [Demokrasi Partisi] basına tahsis ettiği otobüsün üstündeydik.
Kameraların kaydettiği manzara dudak uçuklatıyordu. Yüz bine yakın insan son görevini yerine getirmek için oradaydı.
Çocuklardan bazıları polise taş atmaya başlamış ve ortalık birden mahşer yerine dönmüştü. Silah sesleri, kurşunlar, kaos.
Hayatımda ilk defa üzerine ateş açılan bir kalabalığın içindeydim. Bizler gazeteciydik, basındık. Üzerinde bulunduğumuz aracın basın aracı olduğu, bizim kim olduğumuz ellerimizdeki kameraları gören herkes tarafından bilinmekteydi.
Kısa bir süre sonra mezarlığa vardık. Ortalık yatışmış görünüyordu.
Ama Rambolar etrafı sarmıştı. Nadire [Mater] ve ben haberlerimizi geçmek üzere otele döndüğümüzde olay yerinde basının da saldırıya uğradığını öğrendik. Meslektaşlarımızın çoğu fena halde dövülmüştü. Onlar gazeteciydi, sadece işlerini yapıyorlardı.
Belleğimdeki bir sonraki olay Cizre'deki 1992 Newroz'u.
Tüm basın mensuplarıyla birlikte Kadıoğlu Otel'de kalıyorduk. Bir gün öncesinden korku şehre hakim olmuş, her yere bir ölüm sessizliği çökmüştü. Akşama doğru tankların şehri bir yönden kuşatan tepelere yerleştiğini gördük.
Şehir merkezi geceleri milislerin kontrolündeydi. Sabah erken saatlerde birileri kapımızı çalarak bizi uyandırdı, iki köy korucusunun ağızlarına para tıkıştırılmış bir şekilde elektrik direğine asılı bulunduğunu söyledi. Nadire ile birlikte hızla giyinmeye başladık. Bir anda ikimiz birbirimize baktık, ve vazgeçtik. O fotoğrafı çekmek istemiyorduk. Ben Finlandiya Radyosu için çalışıyordum, Nadire de Inter Press Service (IPS) Haber Ajansı için.
Masumiyetimden arta kalan ne varsa O Newroz'da yok oldu. Hava karardığında ve gece boyunca otele kurşunlar yağdı. Bense devamlı korkan ve "Ne işim var burda?" diye soran bir yabancıydım.
Sabah Newroz gösterilerini izlemek üzere otelden çıktık. Kadınlar, çocuklar, adamlar. Silahsızdılar. Ve güvenlik güçleri birden ateş etmeye başladı. Birçok insan öldü. Nadire ile birlikte ateş altında hiç durmadan koşarak sokak aralarındaki dar geçitlerden otele dönmeyi başardık.
Silah sesleri devam ediyordu...
En kötüsü hala gerçekleşmemişti.
Ertesi sabah dışarı çıktığımızda otelin delik deşik, arabaların yola çıkamaz hale geldiğini gördük. Onlarca haberci bir şekilde araba bulup Cizre'yi terk edip geldiğimiz yerlere geri döndük.
Birkaç gazeteci Cizre'de kaldı. İstanbul'a döndüğümüzde Sabah muhabiri İzzet Kezer'in güvenlik güçlerinin açtığı ateşle öldüğünü öğrendik.
Şoktaydık.
Daha sonraki yıllarda bütün bunlar defalarca tekrarlandı. Meslektaşlarımız bir biri ardına katledildi. Onları tanıyorduk; Cizre'den, Nusaybin'den, Batman'dan.
Bir yabancı olduğum için hiç şiddete maruz kalmadım, dövülmedim, bir kaç kez gözaltına alındım, haber materyallerime, çekitğim fotoğraflara, filmlere el konuldu.
Türk ve Kürt meslektaşlarım beni hep korudular. Onlar beni koruyabilirken, yabancı basın olarak bizler olaylarla ilgili haberler yapsak da onları asla koruyamadık.
Ve şimdi! Durum nedir, merak ediyorum. (LR/EG/BA)
* Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık dizisindeki diğer yazılar için tıklayınız.