Faili meçhul cinayetlerin, gözaltında kayıpların, ağır işkence formlarının ve işkence sonucu ölümlerin gündelik hayatlarımızda giderek daha az yer tutmasıyla birlikte, bu yoğun insan hakları ihlallerine bir başka pencereden bakma gereksinimi de doğdu.
Belirleyici olan "geçmiş"te yaşananlara toplumun farklı kesimleriyle bir perspektiften bakma, analiz etme ve geleceğin yeniden inşası için araçlar oluşturma ve bununla bağlantılı olarak da yaşanan ihlallerin artık geride kaldığı ve bir dönemin kapandığına inanmaya duyulan gereksinim.
Bu çerçevede çeşitli kaynak çevirilerinin yanı sıra çeşitli toplantılar aracılığıyla geçmişle yüzleşme kavramı ve deneyimlerine ilişkin paylaşımlar epeydir başlamış durumda.
Geçmişle hesaplaşma olarak adlandırılan bu süreç, bir toplumsal yüzleşmeyi öngörmekle birlikte ihlallerin araştırılması ve bu ihlallerle ilgili hakikatlere ulaşılması talebini de içeriyor.
Nitekim 12 Eylül Askeri Darbesi'yle birlikte yaşanmaya başlayan ve giderek Kürt yurttaşları, aydınları, gazetecileri de bizatihi hedef alan yaygın ihlallere ilişkin hakikatler halihazırda araştırılmayı bekliyor.
Hakikat arayışı aynı zamanda adalet talebini de içinde barındırıyor. Adaletin farklı biçimleri, farklı katmanları ve farklı aşamaları olmakla birlikte, yaşanmış ihlallere ilişkin gerçeklerin hukuk aracılığı ile açığa çıkarılması, faillerin ve sorumluların saptanarak cezalandırılmaları taleplerinin dile getirildiği alan, ceza adaleti kavramı çerçevesinde ele alınıyor.
Geçmişte yaşanan tekil ya da yaygın insan hakları ihlalleri konusunda ceza adaleti bağlamında Türkiye'de çok fazla yol alındığını söylemek doğru olmaz. Burada iki temel meseleye bakmak gerek; ceza adaletinin kimden talep edildiği ve ceza adaletinin talep edildiği mekanizmanın bu talebin yerine getirilmesi konusunda gerekli yapıya sahip olup olmadığı.
Öncelikle insan hakları ihlalleri dediğimizde ihlalci olarak hükümet edenler ile devlet yapısını hedef aldığımızın altını çizmek gerek. Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre örgütlenmiş demokratik bir hukuk devleti yapısında yurttaşların temel beklentisi, ihlalin kim tarafından gerçekleştirildiğine, sıfatına, rütbesine bakılmaksızın suçun etkin biçimde soruşturulması, failin saptanması ve uygun bir cezaya çarptırılması yönünde.
Bununla birlikte Türkiye tarihinde yaşanan ihlaller ne farklı etnik grupların birbirine karşı saldırılarından, ne de devlet görevlilerinin tekil eylemliliklerinden kaynaklandı/kaynaklanıyor.
İhlaller, zaman zaman yoğunluk ve biçim değiştirse de politik muhaliflere karşı sistematik ve yaygın olarak yasama, yürütme ve yargının topyekûn ve zımni bir mutabakatla yürüttüğü bir devlet politikası olageldi.
1982 Anayasası'nın kişi özgürlüklerine ilişkin hak ve özgürlüklere değil sınırlamalara öncelik veren düzenlemeleri sonucunda örneğin insanların 90 güne kadar gözaltında tutuldukları halen akıllardadır.
Suç henüz işlenmemiş olsa da işlenmesi tehlikesini dikkate alarak düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüklerine hem Anayasa ve hem de yasalarla getirilen sınırlamalar; devlete karşı işlenmiş suçlara ilişkin sınırları belirsiz suçlar türetip ağır cezalar getiren ve üstelik bu kapsamda "normal" yurttaşlara uygulanandan farklı bir infaz rejimi öngören Terörle Mücadele Yasası, özel yargılamaların mahkemesini kuran DGM Yasası bu devlet politikasının yasama alanındaki göstergelerinden sadece birkaçı.
Şu anda yürürlükten kaldırmış olsa da, kamu görevlilerinin işledikleri suçlar bakımından soruşturulabilmeleri için izin sistemini getiren "Memurin Muhakematı Yasası"nı da unutmamak gerek.
Ancak bunların yanında ve hatta üzerinde, Olağanüstü Hal Valiliği'ne ultra yetkiler veren, valilik icraatları ile görevlilerini tam bir koruma altına alan Olağanüstü Hal Kanunu'nu ve kişilerin cezaevlerinden alınarak sorgulanmalarına olanak veren 430 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi'ni de mutlaka hatırlamak gerek.
Yürütme ve yasama organlarının birlikte yürüttükleri bu faaliyetler, evrensel ölçülerde olmasa da haklarına saygı duyulan yurttaşlar grubu dışında bir kötüyü, bir düşmanı işaret etmekte. Yasal düzenlemelerin tümü de bu düşmanı bertaraf etmeye dair bir amacı kendi içinde barındırıyor.
Nitekim yürütmenin eylemleri de yine bu yasalarla güvence altına alınıyor ve kamu görevlilerinin eylemleri sonucunda gerçekleşecek ihlallere karşı bir koruma zırhı en baştan oluşturulmuş oluyor.
Türkiye'deki yaygın ihlaller, bu ihlallere zemin hazırlayan ve elbette ki sorumlularını cezadan koruyan yasalar ve uygulamalar için Alman hukukçu Günther Jakobs tarafından hukuk camiasına tanıtılmış olan "düşman ceza hukuku" [1] kavramını kullanmak hiç de yanlış olmayacaktır.
Devlet tarafından "terörle mücadele" adı altında yürütülen faaliyetlerle toplumun bir kesiminin ötekileştirildiği/düşmanlaştırıldığı gerçeği hiçbir biçimde kamuoyunun gündemine gelmezken devlet görevlilerince gerçekleştirilen ihlaller "güvenlik" ve "devletin bekası" retoriği çerçevesinde meşru faaliyetler olarak kabul gördü.
Politik muhaliflerin güvenlik politikaları çerçevesinde ötekileştirilerek düşmanlaştırıldığı, hukukun da düşmanları bertaraf etmek üzere devşirildiği bu atmosferin değiştiği ve yerine, farklılıklarla birlikte yaşamanın yerleştiği yeni bir zeminden bahsetmek ne yazık ki mümkün değil.
Nitekim 2007'de Mithat Sancar ve Eylem Ümit tarafından hazırlanan "Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları" raporundaki [2] saptamalar da hakim ve savcıların adalet ve demokrasi karşısında devletin çıkarlarını koruma konusunda tereddüt göstermeyeceklerini ortaya koyuyor.
"Ben devletçi hukukçuyum", "Önce devlet gelir", "Bir kere biz devletçi bir ekolden geliyoruz", "Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız", "Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem" diyen yargı mensuplarının insan hakları ihlalleri ve geçmişle hesaplaşmaya yönelik soruşturma ve yargılamalardaki refleksleri de doğal olarak kişi hak ve özgürlüklerinden yana olmadı ve olmayacaktır da.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından Türkiye aleyhine verilen ve halen uygulanmayı bekleyen 1803 karar var.[3] Kararların uygulanıp uygulanmadığını izleyen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, 60 farklı karar üzerinden yaptığı değerlendirme sonucunda yaşam hakkı ihlalleri ile işkence ve kötü muamele vakalarındaki soruşturma ve yargılama eksikliklerini şöyle özetliyor;[4]
- Devlet görevlileri aleyhine yürütülen soruşturmaların aşırı uzun olması
- Soruşturmaları yürüten yetkililerin bağımsız olmaması
- Başvurucuların, soruşturma dosyalarına ulaşmasının mümkün olmaması
- Başvurucuların, güvenlik güçleri mensuplarını ve tanıkları sorgulamasının mümkün olmaması
- Soruşturmanın aşırı uzun sürmesi nedeniyle zamanaşımına uğraması
- Güvenlik güçleri mensuplarına yönelik kararlarda, cezaların ertelenmesi
- Güvenlik güçleri mensuplarının kötü muamele soruşturması süresince görevden uzaklaştırılmamaları
- Doktor raporlarındaki eksiklikler
- İlgili polis memurlarına verilen hapis cezalarında gösterilen hoşgörü
- Kötü muameleden mahkum olmuş polis memurlarının şartlı tahliye edilmeleri
Bu saptamalar bize iki önemli noktayı gösteriyor. Birincisi; savcılar ve hakimlerin yürüttükleri yasal süreçlerdeki bu eksiklikler, insan hakları ihlallerinden sorumlu güvenlik güçleri mensuplarına fiili bir cezasızlık sağlıyor.
İkincisi ve daha da önemlisi, bu saptamalar aslında bir bütün olarak soruşturma ve yargılama sisteminin, devlet görevlileri söz konusu olduğunda işlemediğini ortaya koyuyor.
Sistemin kendi içindeki çöküşünün tescili anlamına gelen AİHM kararlarındaki saptamalara karşın 90'lı yıllarda yaşanmış işkence, yargısız infazlar, kayıp vakaları gibi ağır insan hakları ihlallerinin faillerine karşı bazı davalar da açılabiliyor.
Temizöz Davası olarak da bilinen, Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülmekte olan JİTEM dosyası bunlardan biri. Bir başkası yine aynı mahkemede görülen ve Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın da sanık olarak yargılandığı "ana JİTEM" dosyası.
Başka bir örnek de zamanaşımı süresinin dolmasına bir gün kala açılan ve Kulp'ta Narin Otel'in, içinde Abdulvahit Narin ile birlikte yakılmasına ilişkin dosya.
Bu dosyaların yıllar sonra da olsa açılması, mahkemeler dolayımıyla resmi belgelere ve tanıklara ulaşmanın mümkün olması, faillere "dokunulabileceklerini" göstermek bakımından son derece olumlu gelişmeler.
Bununla birlikte bu dosyalardaki temel açmaz olaylarla ilgili delilleri toplayan kişilerin failler olması. Her türlü yetkiyle donatılmış olan bu güvenlik görevlileri olay tutanaklarını istedikleri şekilde tuttukları gibi Temizöz dosyasında da görüldüğü üzere pek çok infaz vakası PKK faaliyeti olarak tutanaklara geçirilmiş durumda.
Aynı biçimde Abdulvahit Narin'in yakılmasına ilişkin dosya da 20 yıldan bu yana PKK tarafından yapılmış bir eylem olarak savcılığın "daimi arama" bürosunun tozlu raflarında zamanaşımı süresinin sonunu beklemekte idi. Üstelik, olayın jandarma tarafından gerçekleştirildiğine dair 1992'de yapılan tanıklıklara rağmen.
Açılabilen bu dosyaların mağdurlar ve öldürülenlerin yakınları için bir hesap sorma olanağı sunduğu ve yaşadıklarının hukuk önünde kabul edilmesinin "onarıcı" bir etkiye sahip olduğu muhakkak.
Yargılamalar sırasında konuşulan dili anlamıyor olmalarına, sanıklardan gelen saldırı ve hakaretlere rağmen bu böyle. Ancak bu davalardan beklentiler konusunda ne kadar iyimser olunabileceği konusunda bir şey söylemek zor.
Yargılama dosyalarının 20 yıl önce yapılan işlemler üzerine kurulmuş olması temel sorun. Adli işlemleri yürüterek delilleri toplayan ekibin olayın failleri olması sonucunda gerçeği yansıtmayan tutanaklar, kaybolan deliller, tehdit edilen tanıklar ve benzerleri.
Bu davaların akıbetleri ne olursa olsun yargılama süreçleri en azından toplumsal hafızanın yenilenmesi ve olayların belgelerinin elde edilmesi için önemli bir araç.
Ancak ne yazık ki geçmişle yüzleşme davaları iki elin parmaklarının sayısına dahi ulaşmış değil. Halen "Birkaç İyi Adam" filminde olduğu gibi birkaç iyi insanın sağduyusunu harekete geçirmek gerekiyor bu süreçlerin başlayabilmesi için.
Soruşturmaların yeniden başlayabilmesi, etkin ve kapsamlı soruşturmaların yürütülebilmesi, faillerin saptanabilmesi, soruşturma ve yargılama süreçlerinde mağdurların ve yakınlarının aktif biçimde yer alabilmesi, bunların sonucunda faillerin cezalandırılmaları da dahil olmak üzere, mağdurlara çeşitli giderim/onarım biçimleri sunulabilmesi için çok daha sistemli bir çaba içerisine girmek gerekiyor. (HÜ/EG/HK)
[1] Günther Jakobs, Terör ve Düşman Ceza Hukuku, Seçkin Yayıncılık, 2008;
Prof. Dr. Henning Rosenau, Jakobs'un Düşman Ceza Hukuku Kavramı- Hukukun Düşmanı, auhf.ankara.edu.tr/dergiler/.../AUHF-2008-57-04-temel.pdf
* Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık dizisindeki diğer yazılar için tıklayınız.