* Fotoğraflar: Muhsin Akgün
Ara Tonlar, yazarı Ayşegül Devecioğlu’nun tabiriyle “Bir bekleyiş ve dönüş hikâyesi.” Fonda da 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi var. Geçmişte birlikte devrimci mücadele vermiş bir grup arkadaş, 20 yıl sonra bir an’a hapsoluyor. Çünkü öldü sandıkları arkadaşları çıkageldi.
Peki, arkada bırakılanla, dönülen yer arasındaki mesafe öyle kolay kapanır mı? 12 Eylül, Türkiye’ye neler yaptı? Türkiye o dönemle hesaplaşabildi mi? Kenan Evren’in ölümü, o dönemi irdeleyen Devecioğlu’na neler hissettirdi?
Devecioğlu’yla beşinci kitabı Ara Tonları, 12 Eylül’ü, Gezi ve Kobane Direnişi’ni konuştuk.
Ara Tonlar, karakterlerin şimdiki zamanları üzerinden 12 Eylül’e ve öncesine bakıyor ve pek çok hesaplaşmaya yer veriyor. Yeni romanınız bir 12 Eylül romanı mı?
Bir bekleyiş ve dönüş hikâyesi anlatmak istedim. Hikâyenin merkezindekiler 12 Eylül’ü yaşamış insanlardı. 12 Eylül’den daha kadim bir temadan beslendim aslında. Benim Odysseus’um geri dönüşün imkânsızlığından emin olduktan sonra dönmüştü, Penelope’min hayatına başka erkekler girmiş, bekleyişten kaçmaya çalışmış ama bekleyişe yakalanmıştı.
Geri dönüşün imkânsızlığı ile öldü sanılan insanın dönüşünün sanıldığı gibi sevinç değil şaşkınlık ve belki iyi anılmayacak başka duygular uyandıracağı fikri vardı kafamda. Dönüşün kendisinden bir beklentim yoktu. Arkada bırakılanla dönülen yer ya da şey arasındaki kapanması olanaksız mesafeye odaklanmıştım.
Romandaki karakterleri 12 Eylül’den 20 yıl sonra, zamanın akıl almaz biçimde parçalandığı bir dönüş anında yakalamak istedim ve bunun bir hesaplaşma olamayacağını biliyordum.
Sizi dönüp o günlere baktıran neydi?
Başımı geriye çevirmem gerekmiyor. 12 Eylül bakışıma kazınmış durumda. Tabii bu bakış kaçınılmaz olarak şimdiki zamanda. Ama bu geçmişin geride kaldığı anlamına da gelmiyor. Yıllardır o dönemi anlamlandırmaya çalışıyorum ve politik olarak da bir şeyler yazıyorum. Ancak siyasi kavramlar ne denli güçlü olurlarsa olsunlar, kaybolan zamanın hakikatini bize vermekte yetersiz kalıyorlar. Arada yalnız edebiyatın doldurabileceği bir mesafe kalıyor.
Rus Devrimi ile ilgili bir sürü kitap okudum, hiçbiri Andrey Platonov’un Çevengur’unun yerini tutamadı. Öte yandan, kitapla ilgili yapılan söyleşilerde belirttiğim gibi, geçmişi sorgulamak ya da özeleştirel bir yaklaşımı hikâyeye dâhil etmek, hatta hikâyeyi bu ihtiyacın kabuğu haline getirmek gibi bir amacım yoktu.
1980 öncesi ve sonrasını ben nasıl görüyorsam öyle yansıttım. Ara Tonlar ifadesini solun kimi yönelimlerini, tutumlarını tanımlamak için kullandımsa da bu mecazın yalnızca edebiyat içinde kabul edilebilir olduğunu, bu sorunların siyasi kavramlarla tartışılmayı hak ettiğini düşünüyorum.
“Ne mekân, ne de zaman ele avuca sığabiliyor artık”
Devrimci mücadelede öldüğü düşünülürken 20 yıl sonra çıkıp gelen Demir neyin metaforu? Eski devrimci arkadaşların şimdiki zamanının kırılganlığının mı, gündelik hayatlarının beyhudeliğinin mi?
Demir’in geri dönüşü onları travmatik biçimde unuttukları geçmişe döndürüyor. Ama ne mekân, ne de zaman ele avuca sığabiliyor artık. Anılar tutunacak bir yer bulamıyor. Bir an’da sıkışıyorlar. Hesaplaşma yapamıyorlar. Çünkü hesaplaşmanın zihinsel temeli farklı. Kaldı ki 12 Eylül gibi toplumsal olaylarda hesaplaşma kişisel olarak yapılacak bir şey de değil.
Onlar da hesaplaşma yapmak niyetinde değiller. Başka hayatlar kurmuşlar ve bu hayatlara tutunmuşlar. Oralarda eğreti biçimde duruyorlar. Demir’in dönüşü bu derme çatma zemini sarsıyor. Bu yüzden öfkeleniyorlar da için için. Geçmişleri belki bu hayatı kırılgan hale getirmiş ama gündelik hayat dediğimiz şey çok güçlü. Farklı geçmişleri olanlar sanıldığı kadar misafir değiller orada ve kalamazlar da zaten.
Peki, Demir hesaplaşmak istiyor mu?
Demir’in de böyle bir niyeti yok. Demir uçucu, kırılgan bir karakter. Hikâyenin merkezinde gibi duruyor ama değil. Yaşadıkları hatta yaşadıklarının aktarılma biçimi bize olayların ardından nasıl sürüklendiğini gösteriyor. Nitekim Lien, Tilda ve anlatıcı dâhil, hayatına giren kadınlar ondan çok daha güçlüler.
“12 Eylül AKP eliyle sürüyor”
Sizce Türkiye, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile hesaplaşabildi mi, yasını tutabildi mi? Nasıl hesaplaşır?
Elbette hesaplaşamadı ve yasını tutamadı. 12 Eylül bütün yasaları ve kurumlarıyla bizzat AKP eliyle sürüyor. Toplumsal mücadelenin yeniden yükselmesi, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması söz konusu olmadan 12 Eylül bitmeyecek.
9 Mayıs’ta 12 Eylül’ün mimarlarından Kenan Evren’in ölümü size neler hissettirdi?
12 Eylül bir sınıf hareketiydi, Kenan Evren egemen sınıfların çıkarlarını temsil ediyordu. Tabii Evren simgesel olarak çok önemli bir figür. Ölümü ben de hemen tanımlayabileceğim bir duygu yaratmadı. Boşluk, beyhudelik hissi, katilin ölümünün ya da o uyduruk mahkemede yargılanmasının azaltmadığı bir keder. Duygularımız da yönünü kaybediyor.
Gerçekten adil bir mahkemede insanlığa karşı işlediği suçlardan yargılansın isterdim. 12 Eylül arkasında toplumsal gücü olan onurlu bir yüzleşme mücadelesinin hedefi olamadı. Bu haliyle bizi içten içte çürütmeye devam ediyor.
“12 Eylül’ün yıkımı işkence ve idamlardan daha büyük”
Romanda o yılları kayırmıyorsunuz. Özellikle aşka, renklere, ara tonlara yer vermeyen sert karakterler vurgulanıyor. Bu sizin için de geçmişi objektif bir değerlendirme olabilir mi?
Kayırma ihtiyacı duymuyorum. Tam tersine kayırma ihtiyacı duymayacak kadar kıymet veriyorum o geçmişe. 12 Eylül öncesindeki ve sonrasındaki manzarayı canlandırmaya çalışıyorum ve tabii o manzaraya bugünden baktığım da doğru.
Benim karakterlerim sıra dışı devrimci kahramanlar değil; yansıtmaya çalıştığım bütün insani karmaşalarıyla sadece hikâyeyi taşıyorlar.
Ancak o dönemde bizleri birbirimize bağlayan güçlü maneviyat dünyası dayanışma, yardımlaşma, eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi fikirlerden besleniyordu. Başka bir insan olma cesaretini böyle duyabiliyorduk.
Romanda o döneme ait ajite edici detaylar, ağır işkence sahneleri yok. Yine de o dönemin baskıcı atmosferini okur yakalayabiliyor. Bunu nasıl sağladınız?
12 Eylül’ün yıkımı işkenceden ve idamlardan çok daha büyük ve benim esasen anlatmak istediğim her zaman bu oldu. Dönemin belki sayıları 100 bini bile geçmeyen devrimcilerin kahramanlıkları, direnişleri, işkence edilişlerine indirgenmesine itiraz ettim. Toplumsal yükselişten ve 12 Eylül’ün ardından gelen toplumsal yıkımdan söz etmeye çalıştım. Bana göre bu 12 Eylül’ün sosyolojisi içinde çok önemli bir yerde duruyor.
Tabii işkenceden söz etmek çok güç ve yaralayıcı benim için. Gerçi uzak durmaya çalışsam da yakalanıyorum. Bu benim de hayatımın bir parçası. Kocam (Behçet Dinlerer) işkencede öldü. Bunu hayatımın sonuna kadar taşıyacağım. Benden sonra da oğlum taşımaya devam edecek ki bu daha acı verici. Kuşaklar boyu sürüp giden bir yıkım.
Birkaç yerde daha söyledim, eskiden günün birinde kafamdan uçup gidivereceğini düşünürdüm, sonra bunun mümkün olmadığını anladım. Şimdi bunun bedenime kazındığını ve edebiyat dâhil hiçbir şeyin bu kaybı hafifletemeyeceğini bilmekten rahatsız olmuyorum. Bir sakinlik geldi üstüme, belki yaşlanmakla ilgili.
“Belki konuşursunuz ama sözcükler koflaşmıştır”
Darbe öncesinin heyecanlı dönemi ile darbe sonrasının dilsiz dönemi epey büyük bir tezat. Bu tezadı nasıl yorumluyorsunuz?
Hayatı anlamlandırdığınız sözcüklerin ortadan kaybolması ve tüm anlamlarını yitirmesi dilsizlik. Bu, aynı zamanda dille bağlantılı bütün zihinsel mekanizmaların yıkıcı bir etkiyle karşı karşıya gelmesi demek. Belki konuşursunuz ama sözcükler koflaşmıştır.
Romanda da değişen kelimelerle ilgili şöyle bir örnek var: “Deneyimlemek” kelimesinin zamanla “tecrübe” kelimesinin yerini alışından bahsediyorsunuz. Böylece sanki uçucu hale geliyor kelimeler.
Mozaik’in “Plastik Aşk” diye bir parçası vardı. “Bu çocuk zor bilecek aşklar neydi eskiden, bu çocuk zor bilecek ayrılık neydi eskiden...” Ama kitapta söylediğim gibi bu uçuculuktan kelimeler sorumlu değil.
Ara Tonlar’daki kadın kahramanın ismi neden yok?
Adsız anlatıcının başından beri bir ismi vardı. Ama ben o ismi hiçbir zaman kullanmayacağımı biliyordum. O isim de yokluk hayal ettiren bir isimdi. Demek ki o karakter baştan itibaren içimde ismiyle belirdiğinde bile isimsizdi. Nedenine dair bir şey söyleyemem.
Gelen sorular üzerine, anlatının merkezine adsız anlatıcıyı koymayı, adsızlığın anlatıcıya verdiği tedirgin edici ve biraz tehlikeli erk nedeniyle tercih etmiş olabileceğimi düşündüm. Bu tedirgin edicilik çekiyor bir şekilde beni.
Burada da, diğer kitaplarınızda da devrimci kadın karakterler olan biteni izliyorlar ve biraz flular. Bunu nasıl yorumlayabiliriz?
İzlemenin çok ama çok güç bir şey olduğunu söyleyebilirim yalnızca.
“Gezi Direnişi’nde şehir dile geldi”
Sizi, geçmişin karanlık günlerini yaşamış olmanıza rağmen umudunu yitirmemiş bir edebiyatçı olarak tanıdık. Kitabın sonundaki notunuzda da Gezi Direnişi ve Kobane vurgusu var. Bu noktada hala umutlu musunuz?
Tabii Kobane çok önemli bir direniş, İnsanlar özgürlükleri için, onurları için mücadele ettiler, ediyorlar. Bu hepimizin dahil olduğu maneviyat dünyasını sonsuz zenginleştiren bir şey.
Kadınlar özgürlük savaşçısı olarak ortaya çıktılar ve epey öne de çıkarıldılar. Gerçi benim burada problemlerim var. Modern Sanat’taki Magnum Sergisi’nde İran Devrimi’nden sonraki kadın ordularının bir fotoğrafını gördüm. Ellerinde silahlarla nişan almış bir tabur çarşaflı ve peçeli kadın ve bu fotoğrafın çekilmesini isteyen de İranlı yetkililer. Fotoğrafçının yorumu, kampın ve kadınların rolünün öne çıkmasını istedikleri, bu yüzden kampa girmesine izin verdikleri yolunda ki bana da inandırıcı geliyor.
Kadınların öz savunmasını önemsiyorsam da, hayatta bence çok önemli bir yer tutan ve gözden silinmeye çalışılan kadın cesaretinin, erkekler gibi ele silah almaya indirgenmesine itirazım var. Kadın cesareti o kadar farklı ve muhteşem bir şey ki çünkü.
Fatmagül Berktay’ın bir konferansta yaptığı konuşmanın metnini okumuştum. Eril kahramanlık söylemine ve ölümü göze alma cesaretine övgüler düzmek yerine, kadının dünyaya minnet duyma ve ihtimam gösterme gibi özelliklerinin vurgulanmasından söz ediyordu ve belki böylece insanlık için bir umut olabilir diyordu. Beni de ifade ediyor bu sözler.
Gezi Direnişi’ni nasıl yorumladınız?
Gezi Direnişi’ni ne siyasetçiler, ne de sanatçılar henüz anlamlandırabilmiş değil bence. Daha önce de ifade ettiğim gibi şehir dile geldi ve bizimle konuştu. Bu ses o kadar güçlü ki kimse duymadım diyemez.
Bu kadar büyük toplumsal olaylar, olduğu andan itibaren her şeyi değiştirir. Ama bu değişim ve dönüşümü kelimelere dökmemiz veya anlamlandırmamız daha zaman alacak. Zaten anlamlandırabilmiş olsak, Gezi Direnişi’nden neden siyasi örgüt çıkmadı diye hayıflanmak yerine elimizdeki hazine kutusunun keyfini çıkarırdık.
Kentin dönüşümüyle ilgili Ara Tonlar’da da epey vurgu var. Kentsel dönüşüm de epeydir gündemimizde…
Bütün kitaplarımda kent var. Fakat bu kitapta kentin varlığı bu denli güçlüyse, burada Gezi Direnişi’nin etkisini aramak gerekir.
Yeni romanda şehir ve erkek dünyası
Sizinle 2011’de yayımladığınız Başka Aşklar kitabınız üzerine buluşmuştuk. O dönemde Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Parti Meclisi (PM) ve Anayasa Komisyonu üyesiydiniz. Şu anda siyasi olarak neredesiniz? Halkların Demokratik Partisi (HDP) ile aktif bağınız var mı?
Yok. Siyasi görüşlerim bir yana, aktif siyaset için edebiyattan sahiden vazgeçmem gerekiyor. Siyasi mücadele içinde olunca ve bazı görevlerim de varsa kendimi sınırlamayı bilmiyorum. Zihnimi tümüyle vermeliyim, gecemi gündüzüme katmalıyım, 20’li yaşlarımdaki gibi. O da olmayınca her şeyi eksik yapıyormuşum duygusuna kapılıp mutsuz oluyorum.
Bunun ötesinde reel politik ve siyasetin bir ölçüde ihtiyacı olan pragmatizm beni zorluyor. Bunun benim anladığım anlamda yazarlıkla aynı yerde duramayacağını biliyorum, daha doğrusu öğrendim.
Önümüzdeki dönemlerde neler anlatacaksınız? Bir söyleşinizde Kürdistan’la ilgili bir hikayeden bahsediyordunuz.
Başka Aşklar’da Xet ( Sınır) diye bir hikâyem vardı, Kürdistan’la ilgili. Cumhuriyet kitap ekinde Kürdistan’la ilgili bir şeyler yazmak istediğimden söz ettim.
Bunu bana söyleten zihnimde hissettiğim hazırlık. Ama büyük ve yakıcı bir gerçeklikle, yine çok yakıcı bir yoldan temas etmeye hazır olduğum anlamına gelmiyor bu.
Yeni bir romana başladım. Yine şehri anlatacağım ama daha çok erkek dünyası olacak. Şimdilik elimde yalnızca pembe bir yorgan var.
Yazarken belli bir rutininiz, sisteminiz var mı?
Yok. Saatlerce ve günlerce bilgisayarın başında oturup tek satır yazamadığım olur, ama inatla otururum. Yemek pişirirken, ekmek yaparken evi temizlerken arada bir satır, belki bir paragraf yazıp sonra onu defalarca, defalarca değiştirerek devam ederim.
Ne yapacağımı bilsem de her zaman yolumu kaybederim. İçin için zihnimin çıkar yol bulmaya çalıştığını bilirim ama bu umutsuzluğa kapılıp acı çekmeme engel olmaz.
Kitabın dünyasına girene kadar kendime çok eziyet ederim. Etrafıma zarar vermem, sorumluluklarımı aksatmam. Elimin altında hep aynı kitaplar olur. Onlarla yatar kalkarım, hep aynı iki CD’yi dinlerim, ama hangileri diye sormayın. Bütün bunlara bir sistem denebilir mi bilmem, herhalde denmez, belki bu kadınlara özgü bir şeydir.
Ayşegül Devecioğlu kimdir?
Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde eğitim gördü fakat 1977’de eğitimini tamamlamadan ayrıldı. Ağlayan Dağ Susan Nehir romanıyla 2008 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı. Yazarın diğer kitapları Kuş Diline Öykünen (2000), Kış Uykusu (2009) ve Başka Aşklar (2011). (EG/AS)
* Sözleri Murathan Mungan’a ait Yeni Türkü şarkısı.
* Ayşegül Devecioğlu, Ara Tonlar, Metis Yayınları, Şubat 2015, 208 s.