“Yalnızlık… Onların inandığı gibi inanmıyorum, onların yaşadığı gibi yaşamıyorum, onların sevdiği gibi sevmiyorum… Onların öldüğü gibi öleceğim.” (Marguerite Yourcenar, Ateşler)
“Beyrut’u düşündüğüm zaman üç imge düşüyor belleğime. Birincisi annemin 1950’li yıllarda Beyrut’u ziyaret ettikten sonra bana anlattıkları. Paris, Roma ve Venedik’e gitmişti, ama ona göre Beyrut kadar güzel, şık ve insanı kucaklayan bir şehir yoktu. İşler Buenos Aires’de ne zaman ters gitse, (ki bu da sık sık olurdu) kafasını sallayarak şikayet eder ama Chekov’un Üç Kızkardeşleri’nden biri gibi ‘Moskova, Moskova’ diyeceğine iç geçirerek ‘Beyrut, Beyrut’ derdi. Beyrut adlı cennette yaşamış olsaydı hayatı bambaşka olacakmış gibi… Belki de haklıydı, çünkü Beyrut ona imkansızlığı hatırlatıyordu… İmkansız olan her şey çok kıymetlidir.
“İkincisi 2004 yılında ziyaret ettiğim şehir. İnsanların cana yakınlığı, misafirperverliği, çok kültürlü bir ortamın yarattığı zarafet ve hoş görü, iç savaşta yıkılmış, yok olmuş şehirlerinin yeniden inşasından duydukları mutluluk, yaralarını hiç utanmadan sergileyişleri, şiirin, müziğin, güzel yemeklerin, anlamlı derin sohbetlerin önemine duydukları sarsılamaz inanç, bütün bunlar eve dönerken uygarlık olarak yaşadığım tüm bu günlere büyük bir nostalji duymama neden olmuştu.
“Üçüncü imge ise şimdi akşam haberlerinde izlediğim şehir. Tüm yıkılmış ve yerle bir edilmiş şehirler gibi anlatılamaz günlük acıların ve savaşın herhangi türlerinden birine maruz kalmış yerleşimler gibi; onca zahmet ve özenle yapılmış duvarların taş yığınları olarak sokakları kapladığı ve bir kişinin yıkık bir damın altında yatan kardeşi, arkadaşı, anne veya babası, çocuğunu aradığı, askerlerin hızla, umursamadan geçtikleri bir boşluk, ” (Alberto Manguel, Arantinli yazar ve çevirmen, 1948, Lebanon, Lebanon)
Şam’dan Beyrut’a giden, arabanın altında bir yılan gibi kıvrılan virajlı dar bir yolda ilerliyoruz. Şoför, Filistinli iki fedai, sevgilim ve ben. Silik bir vesikalık fotoğrafımın yer aldığı kimliği inceliyorum. Arapça yazıları sökemediğim için, yeni kimliğimdeki adımı bilmiyorum. Soruyorum fedailerden birine, alıp bakıyor ve bana dönerek, “Adın Sümeya Abdülfettah” diyor, “Filistin Kızılayı’nda hemşiresin”.
Hemen ezberliyorum yeni adımı, hemşire olmak da hoşuma gidiyor. Aylardan Ekim, karanlık erken bastırıyor, önümüzdeki yolu bir tek bizim arabanın farları aydınlatıyor. Bir tepeye tırmanıyoruz ve birden aşağıda, uzakta, pırıl pırıl, ışıklı bir yer beliriyor. “İşte Beyrut” diyor şoför. O an, o uzakta parıldayan, ama hiç görmediğim, yaşamadığım, tanımadığım bu şehre aşık oluyorum. Belki de çok uzun zaman kapalı kalmaktan o ışıklar beni büyülüyor.
Beyrut’a olan aşkım, gelip geçici bir heves, karşılıksız bir aşk olarak kalmıyor. Hayatıma damgasını vuran, beni ben yapan, inanılmaz olaylar ve insanlarla tanışıp, yaşam ve ölümü en uç noktalarda yaşadığım, zaman ve mekanın beni baştan yarattığı şehir olarak tutsak alıyor beni.
Her zaman geri dönüyorum, onun yaralarını sarmaya, küllerinden yeniden doğmasına tanık olmak için. Hiç bitmeyen, yeniden açılan, her seferinde “bu kadarı da olmaz” dediğim yaralar bunlar. Beyrut, silkiniyor, silahların gölgesinde de olsa yaşıyor ve yaşatıyor, hepimize kucak açıyor.
Beyrut 1972
Sümeya Abdülfettah olarak Beyrut’a adım attığım yıl, 1972. O yıllarda FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü), Beyrut’ta devlet içinde devlet gibi. Tüm Filistin örgütlerinin çatı yapısı olan FKÖ’nün yönetim binalarının, araştırma ve yayın yapan bölümlerinin bulunduğu yer Batı Beyrut. O sıralarda, Eylül 1970’te Ürdün Kralı Hüseyin kendi topraklarında bulunan ve Yaser Arafat’ın kurduğu El Fetih örgütünü ve silahlı fedailerini, kendi topraklarından yani Amman'dan atmak için ordusunu kullanarak kanlı bir savaş başlattı.
Üç hafta süren ve birçok Filistinli savaşçının öldüğü bu saldırı, daha sonra “Kara Eylül” olarak anıldı. Yaser Arafat ve savaşçıları Ürdün'den Beyrut’a çekildiler. El Fetih örgütünün içinden çıkan bir grup, kendi adlarına İsrail ve Ürdün’e doğrudan saldırı eylemleri yapmak üzere Kara Eylül adını alan yeni bir hareket kurdu. Kara Eylül, Kasım 1971’de Ürdün Başbakanı Wasfi al-tel’i resmi bir ziyaret için bulunduğu Kahire’de öldürdü.
Ama asıl altın darbesini, Eylül 1972’de Münih Olimpiyatları’na katılan 11 İsrailli atleti öldürerek yaptı. Kara Eylül bütün dünyada en acımasız “terör örgütü” olarak ün yaptı. Aynı zamanda da sadece FKÖ değil, tüm Filistin halkı da dünya kamuoyunun gözünde “terörist” ilan edildi. İsrail, Mossad ajanlarının da yardımıyla Kara Eylül’ün liderlerini bulundukları ülkelerde öldürdü. El –Fetih, 1974 yılında Kara Eylül’ü dağıttı.
Ben, Münih olaylarının üzerinden henüz bir ay geçmişken, kendimi Beyrut havalimanı yolu üzerinde bulunan büyücek bir Filistin mülteci kampı olan Burj el Barajni’de buldum.
Filistinli bir ailem var, aslen Hayfalılar. Ev dediğim üç gözlü bir gecekondu, ama bana saray gibi geliyor. İnsanların sıcaklığı ve yakınlığı, dinlediğim hikayeler, kamptaki yaşamın canlılığı, beni yepyeni bir dünya ile tanıştırıyor. Kampta geceler sabaha kadar süren tartışmalarla geçiyor, komşu ailede çok iyi İngilizce bilen iki kardeş var, onlar sayesinde anlıyorum olup biteni.
Erkek kardeş koyu bir Kara Eylül savunucusu, şiddetten başka çıkış yolu olmadığına inanıyor. Abla ise karşı ve sürekli kardeşini eleştiriyor. Kampta herkes silahlı, ayrıca tüm Filistin örgütlerinin silahlı birlikleri kampın güvenliğinden sorumlu. Lübnan ordusu kampa girmiyor.
Şehrin merkezine ancak Lübnanlı arkadaşlar eşliğinde gidebiliyorum. Beyrut, denize bakan büyük bir kordona sahip, İzmir’i anımsatan bir Akdeniz kenti. Müthiş güzel, Art Nouveau binalar, Paris gibi herkesin dışarıda, kahvelerde yaşadığı, güzel kadınların, şık insanların Filistinli fedailer ile içiçe olduğu, binbir renk, ses ve kokuyla insanın başını döndüren bir yer.
Beyrut o zamanlar hala “Doğu’nun Paris’i”. Feyruz’un billur gibi sesi bütün sokaklarda çınlıyor, konserine gitmek istiyorum ama paramız yok. Üzerimdeki giysiler bile Filistinli ailemden.
Güneşlenen kadınlar, Ağustos 1984, Paris’te basılı "Lübnan Savaşı" kartpostalı
Şehirde hava gergin, Münih olaylarından sonra İsrail jetleri sık sık ses bariyerini aşarak Beyrut semalarında dolanıyorlar. İlk kez çok korkuyorum, sonra herkes gibi ben de kanıksıyorum. Beyrut’ta kahvede otururken birden silahların patlaması da olağan. Bu durumda herkes masaların altına girip bekliyor, sonra tekrar konuşmaya kaldığı yerden devam ediyor. Şehirde müthiş bir enerji var, insanı alıp uçuruyor. Tam bir adrenalin patlaması, her gün son gündür diye yaşanıyor. Gündelik aşklar da öyle, ilk gece son gecedir!
Ama beni en çok şaşırtan herkesin her zaman çok şık, çok güzel olması. Dünyaya meydan okuyan bir halleri var. Beyrut’un gizli gücü de bu, ne olursa olsun yaşamak!
Beyrut’a gelip de dönmeyen, dönemeyen pek çok insan tanıdım daha sonraki yıllarda. Ünlü gazeteci Robert Fisk gibi. Beyrut alışkanlık yapıyor, ondan sonra nereye gitseniz, o enerjiyi ve yaşam gücünü bulamıyorsunuz. Tüm kozmopolit şehirler gibi, tek bir kültür, etnik aidiyet, din ve dil üzerine kurulmuş bir şehir değil. Çoğu Beyrutlu en az üç dil biliyor, çok iyi bilmese de konuşabiliyor.
Değişik etnik köken, din ve mezheplerden oluşan bu karmaşık toplum, kendi içinde bir uyum yakalamış, Beyrutlu olmak adeta bir ayrıcalık, eşi benzeri olmayan özel bir yaşam biçimi.
Beyrutlu sanatçı, şair ve yazar Mai Ghoussoub*, Beyrutlu olma halini, daha sonra yaşamaya başladığı Londra’da bir tren yolculuğu sırasında başına gelen olayı anımsarken şöyle anlatıyor:
“Trende benimle beraber biri Asyalı, diğeri batı Afrikalı iki genç seyahat ediyordu, küçük bir aletten Asyalı bir sit-com sitesinden çok komik, kısa oyunlar izliyor ve çok gülüyorlardı, bir süre sonra ben de elimdeki kitabı bırakıp onlarla birlikte gülmeye başladım. Birden birkaç koltuk arkadan çok beyaz, adeta pembe, çok iri, kafası kazınmış, kolları dövmelerle donanmış otuzlarında bir adam belirdi. Avaz avaz bağırarak iki gence hakaretler ve küfürler etmeye başladı. ‘Kapatın şu aleti’.
“Ben ise sustum, beyaz adam kendi bireysel alanını savunuyor, iki genç ise ortak bir alan yaratmak istiyordu. Ama ben, yaşamımdaki tüm değişimlere rağmen, hala bir Beyrutlu idim. Akdeniz’in kıyılarında yer alan, ve ‘ötekini’ ‘kendisi’ yapan mekan /ruh halini yakalamış bir şehirden geliyordum. Bir ortak denizin paylaşılan sahillerinde yer alan bu şehir, şu an içinde bulunduğum tren vagonundan o kadar farklıydı ki... Çünkü işler eğer sarpa sararsa, insan hemen ufka, denize bakabilir, denizin kokusunu içine çeker; deniz ise kıyısında yaşayanları her zaman alıp başka diyarlara götürebilir, en azından bunun hayalini kurmalarına imkan verir.”
Benim görmeden aşık olduğum Beyrut, en zor günlerinde bile beni asla düş kırıklığına uğratmadı, parıltılı günlerinden sonra yıkıntılar içindeyken bile beni yine içine aldı, sardı sarmaladı ve teselli etti. O bana değil, ben ona sığındım.
Zorlu iç savaş yıllarında, yaşam koşullarına dayanamayıp başka ülkelere gidenler, savaş bittiğinde hemen geri geldiler. Yarım kalmış yaşamlarını yeniden, sıfırdan başlayarak inşa ettiler.
1975-1990 - İç Savaş yılları
20. yüzyılın ikinci yarısında, ulusal ve uluslararası güçlerin Ortadoğu coğrafyasında kendi hükümranlık alanlarını yaratmak için başlattıkları mücadele Lübnan’da, tüm sorunların şu ya da bu biçimde yansıdığı bu küçük ülkede, bir iç savaşa dönüştü. Başta Filistin -İsrail çatışması, Soğuk Savaş’ın bölgedeki yansımaları, Arap milliyetçiliği, Siyasal İslam ve Şii- Sünni karşıtlığı gibi tüm bu sorunlar, çözülemeyen karmaşık bir yumak olarak birbirleriyle iç içe geçti ve fatura sonunda, her zaman olduğu gibi, Lübnan’da yaşayan halklara çıktı.
İsrail 1982 Haziran ayında Lübnan’ı işgal etti, bilinmeyen bir nedenle İsrail saldırıları her zaman yaz aylarında, yılın en sıcak günlerinde yaşanır. İsrail’in bu saldırısına karşı Lübnan Direniş Cephesi kuruldu. Filistin halkına destek amacıyla kurulan Direniş Cephesi, Lübnan Komünist Partisi, Komünist Eylem Örgütü, Arap Sosyalist Eylem Partisi ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ni kapsıyordu.
Ağustos ayında Lübnan faşist sağını temsil eden Lübnan Ketaib Partisi, diğer adıyla Falanjistler, Direniş Cephesi’ne karşı İsrail ile işbirliğine girdiler ve Falanjist partisi lideri Beşir Cemayel, Lübnan Devlet Başkanlığı’na seçildi. Ağustos ayı sonunda, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Ronald Reagan’ın sözde barış anlaşması gereğince, FKÖ lideri Yaser Arafat ve kamplarda asayişi sağlayan Filistinli fedailer, Yunan bandıralı bir gemiye binerek Beyrut’tan ayrıldılar.
Beyrut bu günü hiç unutmadı, Filistin kamplarında yaşayanlar ve Beyrut halkı hep birlikte limana aktılar, Arafat ve fedailerini gözyaşları içinde uğurlarken, sanki bundan sonra yaşanacak felaketleri biliyormuş gibi yas içindeydiler.
14 Eylül günü Beşir Cemayel, bir suikast sonucu öldürüldü. İsrail’in 15 Eylül’de Batı Beyrut’u işgal etmesi için gereken neden yaratılmıştı. Sözde barış anlaşmasını ihlali pahasına ve uluslararası camianın itirazlarına rağmen yapılan bu işgal ile İsrail, Batı Beyrut’un tümünü denetim altına aldı. İsrail Genelkurmay Başkanı ve Falanjistlerin komutanı biraraya gelerek ertesi gün 16 Eylül’de Beyrut’taki en büyük iki Filistin kampına, Sabra ve Şatila’ya yapılacak saldırıyı planladılar.
Kamplar zaten bir gün öncesinden İsrail tankları ve askerleriyle kuşatılmıştı. 16 Eylül 1982’de başlayan ve üç gün süren 20. yüzyılın en kanlı katliamlarından biri olan bu olaylarda tam ölü sayısı hiçbir zaman bilinemedi. 3000 ölü gibi bir sayı söylense de, Falanjistler iş makinalarıyla kamplara girip çukurlar açarak toplu mezarlara insanları attıkları ve Lübnan hükümeti de bu çukurların açılmasına izin vermediği için tam sayı bilinemedi. Filistin kaynaklarına göre gerçek sayı 7500 civarındaydı.
Ağustos 1982, Sanayeh, Beyrut
Sabra ve Şatila katliamı üzerine çok yazıldı, çizildi, filmler yapıldı. Fransız yazar Jean Genet’in “Şatila’da Dört Saat” adlı uzun makalesi, bu katliamı bütün vahşetiyle yansıttığı için çok ses getirdi. Ne var ki Beyrut bu katliamı bir kara leke olarak taşıdı, üzerine yapıştırılan İsrail damgalı bu leke, şehrin belleğinde hep kaldı.
Başta İsrail ve Suriye‘nin ülkeye yönelik silahlı saldırıları, Lübnan yönetiminde olan elitlerin kendi aralarında çıkan çatışmalara eklemlenerek, yaklaşık 15 yıl süren bu çok kanlı ve acımasız iç savaş, Beyrut’un Doğu ve Batı Beyrut olarak ikiye bölünmesine ve şehrin kendine özgü kozmopolit ve çok sesli, çok renkli yaşamının da sekteye uğramasına neden oldu.
İç savaşta Lübnan ulusal kaynaklarına göre 90 bin, dış kaynaklara göre 150 bin insan yaşamını yitirdi. Ortalamayı alırsak 100 bin diyebiliriz. Bu 90 bin insanın 20 bini kaçırılmış ya da kaybolmuş kişilerden oluşuyor. 100 bin ve üstü ağır yaralı ve sakat kalan insan var.
Yerlerinden edilmiş insan sayısı 1 milyon, toplam nüfusun 3.5 milyon civarında olduğunu düşünürsek, çok yüksek bir sayı. Savaşta, savaş öncesi dönemde Ortadoğu’nun en gelişkin altyapılarından biri olduğu kabul edilen Lübnan altyapısı tümüyle yok edildi. Yollar, elektrik ve su şebekeleri, atık tesisleri, köprüler her şey yerle bir oldu. Lübnan da yaşayan değişik etnik, din ve mezheplere mensup insanlar arasındaki uyum, şiddet sarmalı içinde silahlara teslim oldu, her grup kendi içinde silahlandı. Zaten hiçbir zaman çok güçlü olmayan Lübnan ordusu değişik grupların etki alanları içinde el değiştirmeye ve varlığını giderek yitirmeye başladı.
1989’da yürürlüğe giren Taif Anlaşması savaşı sona erdirdi, ancak birçok barış anlaşması gibi savaşa neden olan sorunları ortadan kaldırmadı. Mezheplere göre güç dağılımı, Filistinli mültecilerin sorunları, Lübnan içinde bulunan Suriye güçleri, Hizbullah’ın silahlı güç olarak varlığını sürdürmesi vb. sorunlar çözümlenmedi.
Bab Edris meydanı, Beyrut, Ocak 1996
Beyrut savaşta çok yara aldı, insan ilişkileri sertleşti, şiddet kullanımı devam etti, altyapı sorunları çözüme kavuşmadı. Benim ışıltısına tutulduğum şehir, elektriksiz ve susuz kaldı.
Tüm bu olumsuzluklara rağmen, dünyaya dağılanlar geri döndüler, tüm güçlüklere ve yokluklara katlanarak, kahveleri açtılar, kadınlar yine çok güzel ve alımlı olmaya, eski şehrin yıkıntıları içinde sanat ve müzik yapmaya, gazeteler ve dergiler yayınlamaya başladılar. Bu görülmemiş direniş ruhu, mahallelerdeki dayanışma, kendi imkanlarını yaratarak yaşama kültürü, Ekim 2019’da başlayan hükümet karşıtı gösteriler, hepsi bu geçmişten gelen mirasın devamıdır.
1990 ve sonrası: Lübnan’ın İkinci Cumhuriyeti
Savaştan sonra kurulan hükümetlerin ilk hedefleri ülkenin sosyal ve ekonomik altyapısını yeniden kurmak ve Taif anlaşmasının öngördüğü siyasal reformları kurumsallaştırmaktı.
1992 seçimlerinden sonra Başbakan olan Rafik Hariri’nin planı Lübnan’ı bir finans ve ticaret merkezi olarak yeniden kurmaktı. İlk aşama, Lübnan para biriminin (Lübnan pound) Avrupa borsalarında güç kazanmasıydı. Ondan da önemlisi ortada tam manasıyla bir yıkıntı ve harabeler yığını halinde duran Beyrut şehrinin yeniden inşasıydı.
Şehrin merkezinde tamamen yok olan binalar, sadece duvarları kalmış yıkıntılar, delik deşik gövdeli olanlar, AUB (Beyrut Amerikan Üniversitesi) gibi hasarlı ama onarılabilir durumda bulunanlardan oluşan bir keşmekeş hüküm sürüyordu. Hıristiyanların ve yabancı uyruklu diplomatların yaşadığı Doğu Beyrut ise daha az hasar görmüştü.
Refik Hariri’nin bizzat kendisinin kurduğu ve 125 milyon ABD dolarlık hisseye sahip olduğu Solidere şirketi, Beyrut’un yeniden inşası için kolları sıvadı. Eski binaların, yarısı yıkık olanlar dahil, hepsi yerle bir edildi. Benim 1972’de görüp aşık olduğum “Doğu’nun Paris’i” toprağa gömüldü. Beyrut yepyeni, ikonik bir mimari anlayışı ile Batılı yatırımcıların dikkatini çekti, paralar akmaya başladı, verilen vergiden muafiyet oranları çok yüksekti. Beyrut hummalı bir şantiyeye dönüştü, denizin bir bölümü doldurularak daha fazla rant getirmesi sağlandı. Beyrut’un Roma, Memluk, Osmanlı ve Fransa dönemine ait bütün tarihi mirası tamamen silindi. Yeni şehir sanki Beyrut halkı için değil, dışarıdan gelen turistler ve geçmişini bilmeyen genç zenginlere hizmet sunmak için yapılmıştı.
Solidere’in inşa ettiği Beyrut, yeniden yapılanmanın, kamu alanlarının kullanımı ile özel mülkiyetin sağladığı yüksek rantın sınırlarının bulanıklığını da gözler önüne seriyordu.
Yıkıntılar, Kasım 1991, Toplar meydanı, Beyrut
Beyrut zengin bir mimari birikimi olan bir şehir olduğundan, ünlü mimarların yaptığı çok katlı binalar, dünyanın pek çok yerinde yapılanlardan daha anlamlı ve güzeldi. Ama sorun şu ki, Beyrut bambaşka bir yer, adeta bir Hollywood filminin seti gibiydi. İlk gördüğümde o kadar çok şaşırdım ki, eski Beyrut’u bilen herkes gibi ben de artık Doğu Beyrut’ta, eski binaların olduğu Hıristiyan kesiminde kalmaya başladım. Eskinin ruhu artık orada yaşıyordu.
Batı Beyrut ise özellikle Güney Lübnan’dan gelen yoksul Şiilerin, yani Hizbullah ve taraftarlarının yerleştiği bambaşka bir yer olmuştu. Yarı varoş, yarı şehir, kendi içinde bambaşka yaşamların yaşandığı, yollarında kara çarşaflı kadınlar ve cüppeli adamların dolaştığı bir dünya. Bir zamanların yakışıklı Filistinli fedailer ve asker üniformalı Filistin liderlerinin yerini artık onlar almıştı.
Bu çarpıcı değişim şehrin bir bütün olarak yaşamına da yansımıştı. Eskiden iç içe olanlar, artık tamamen ayrı mekanlarda, ayrı biçimlerde, ayrı yaşamlarda var oluyorlardı. İkisi arasındaki orta alanda yeni yapılan Beyrut merkezdi. Burada ise çok pahalı restoranlar, kafeler, barlar, şık kadınlar, şık dükkanlar, son model arabalar, valeler ve para saçmayı sevenler sabahın ilk saatlerine kadar eğleniyordu. Sahildeki birkaç eski restoran ve çay bahçesi, hala daha alçak gönüllü, eski günleri anımsatan bir hava içindeydi.
Bu yeni Beyrut’a hemen alışamadım, sonra kanıksadım, arkadaşlarımın gittiği kahvelere, eski alışkanlıklarımıza yakın yerlere gitmeye başladık. Konuşmalar ve tartışmalar yine canlıydı, ama Filistinlilerden daha az söz ediliyordu. Filistin artık Gazze ve Ramallah demekti. Sabra ve Şatila kampları duruyordu, ama benim 1970’lerde bıraktığımdan daha yoksul ve daha kötü durumdaydı.
Kampta yaşayan Filistin, Hizbullah ve Hamas karışımı bir topluluk, bizim gibi “yabancı”lara karşı daha temkinli ve mesafeli, hatta düşmanca olabiliyordu. Şatila’da bir zamanlar, İtalyan Komünist Partisi’nden bir doktor ve iki İtalyan hemşire ile birlikte çalıştığım hastanenin yerinde şimdi başka bir bina vardı. Geçmiş burada da silinmişti.
Bu kadar inşaat yapan ve yeniden bir şehir inşa eden Hariri ve ekibi, ne yazık ki Beyrut’un yok olan altyapısını yenilemek ve belediyecilik hizmetlerini vermek konusunda aynı başarıya ulaşamadılar. Beyrut iç savaştan bu yana kronik bir elektrik sıkıntısı, toplanmayan çöpler ve akmayan sularla boğuşuyordu. Mahallelerde insanlar özel jeneratörlerle idare ediyor ama turistik bölgelerde, yeni yapılan binalar gece ışıklandırılıyor. İnternet çok yavaş, sık sık kesiliyor. Çöp olayı yıllardır çözülemedi.
Refik Hariri 14 Şubat 2005’te, Beyrut kornişinde ünlü St. George oteline çok yakın bir yerde, arabasıyla geçerken, 1000 kg TNT ile yapılmış bir bombalı aracın infilak etmesiyle öldürüldü. Kendisiyle birlikte kortejdeki 21 kişi de öldü. Bu suikast ile ilgili davada, ne ilginçtir ki Beyrut'taki patlamadan sonra 18 Ağustos'ta karar çıktı. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından kurulan Lübnan Özel Mahkemesi, Lübnan Başbakanı Refik Hariri suikastiyle ilgili davada, gıyabında yargılanan 4 Hizbullah üyesi sanıktan Selim Cemil Ayyaş'ı suçlu buldu, diğer 3 sanıkla ilgili ise beraat kararı verdi.
Beyrut 2006: 33 gün savaşı
12 Temmuz 2006 sabahı Hizbullah, Lübnan-İsrail sınırında sekiz İsrail askerini öldürdü, iki İsrail askerini kaçırdı. Amaç 1998 ve 2004 yıllarında olduğu gibi İsrail’de hapis yatan Hizbullah askerlerine karşılık takas yapmak üzere iki İsrail askerini rehin tutmaktı. İsrail, iki saat içinde Lübnan’a karşı savaş açtı ve 33 gün süren bu savaşta, Hizbullah’ın Lübnan hükümetinin ortaklarından birisi olmasını bahane ederek Lübnan halkını toptan cezalandırma yolunu seçti.
Sivillere hizmet veren altyapı kuruluşları, yollar, köprüler, fabrikalar, havalimanı, yakıt depoları hava saldırıları ile yok edildi. İsrail uçakları, özellikle Hizbullah’ın güçlü olduğu yerlerde, Beyrut’un güney banliyöleri, Lübnan’ın güneyi ve Baalbek’te acımasız hava saldırıları yaptı. Bu saldırıların faturasını da her zaman olduğu gibi sivil halk ödedi: 1.183 ölü, 4059 yaralı ve yaklaşık 1 milyon yerlerinden edilmiş insan.
Place des Canons/ Toplar Meydanı, Ekim 1991
Hizbullah’ın Kuzey İsrail’e attığı roketler, 42 İsrailli sivilin ölümüne ve 250 bin kişinin yerlerinden edilmesine neden oldu. 1990-2006 yılları arası yeniden yapılan altyapı çalışmaları, elektrik ve su tesisatı dahil yerle bir edildi. Lübnan yeniden 50 yıl geriye gitti.
İç savaşın yaralarını henüz sarmış olan Beyrut’ta, kanayan taze yaralar açıldı. Özellikle şehrin Güneyi ve Batısında bazı mahalleler tümüyle ortadan silindi. Bunlar arasında en önemlisi ise Güney Beyrut’ta Hizbullah yönetiminin ve hastanelerinin bulunduğu Dahiye bölgesiydi. Buraya yapılan ağır İsrail hava saldırılarının nedeni ise bu bölgede barınan ve İsrail’in güvenliğinde tehdit oluşturan Hizbullah idi. Hizbullah’ın burada kurduğu sosyal ve siyasal yapılanma tamamen ortadan kaldırıldı.
Böylelikle yeni inşaatlar için dümdüz alanlar yaratıldı. Doğu Beyrut ve şehir merkezi, en az yarayla kurtulan yerler oldu.
33 gün savaşı asimetrik savaş kavramının, 21. yüzyıldaki en çarpıcı örneği oldu. Bir devletin düzenli ordusu ile ona karşı mücadele eden silahlı milislerin askeri güçleri arasındaki büyük fark, özellikle sivillerde ölüm sayısının çok yükselmesine, kadın ve çocukların da bu ölümlerden kendi paylarına düşeni yaşamasıyla sonuçlandı.
İsrail hava ve deniz kuvvetlerinin Beyrut’ta yarattığı hasar, 2006 yaz sonunda, 2.4 milyarı bina ve yerleşim yerlerine, 1.2 milyarı ise altyapı tesislerine ait olmak üzere toplam 3.6 milyar dolardı. Yollar, otoyollar ve köprülere verilen hasar ülkenin bir yerinden diğerine gitmeyi imkansız kıldığı gibi, elektrik santralleri de hedef alındığından ülke büyük ölçüde karanlığa gömüldü.
Bu savaş, Beyrutluları çok hazırlıksız yakaladı. Daha önceki savaşlarda olduğu gibi bir savaş hazırlığı ya da yeni çatışmaların olacağına dair bir belirti yoktu. Beyrutlular şehirlerine yeniden gelmeye başlayan turistlerin çoğalmasından, yıllar sonra şehrin eski neşeli ve dünyaya meydan okuyan ruh halinin geri dönmesinden memnundular. Savaş sırasında ülkeyi terk etmiş olanlar bile 14 Temmuz’da başlayacak olan Feyruz konserlerine bilet almış, sevgili şehirlerine geri dönüş sevinci içindeydiler.
Aman bütün bunlar 14 Temmuz Salı sabahı ani bir değişime uğrayacak ve bir tek gün içinde tüm sokaklar boşalacak ve şehir yine savaş seslerine, hava saldırılarına ve bombalara teslim olacaktı. Bu kez Lübnanlılar barıştan savaşa geçişi çok kısa bir zaman dilimi içinde yaşamak zorunda kaldılar. Fırınların önünde kuyruklar, akaryakıt istasyonlarında biriken arabalar, ertelenen üniversite sınavları, hepsi bir anda oluverdi.
“Çarşamba akşamı bir TV kanalında boy gösteren bir Hizbullah yetkilisi İsrail’in yok ettiği her şeyin yeniden yapılacağını söylüyordu. O konuşurken İsrail savaş uçakları köprüleri ve yolları bombalamak için silah ve yakıt ikmali yapıyordu. Bizim bir askeri yetkilimizin göreve geldiği zaman, kendinden çok emin bir şekilde ‘Onlar yıkıyor, biz yapıyoruz’ demişti. Sanki İsrail’in yıktığı, bizim ise inşa ettiğimiz ülke birbirinden bağımsız iki yermiş gibi.”*
Beyrut’ta yaşayan İngiliz gazeteci Robert Fisk “Beyrut’un Yaşamında ve Ölümünde Bir Hafta” adlı makalesinde bu savaşın günlüğünü tutar. 22 Temmuz Cumartesi günü şunları yazar: “Ev sahibimin bahçesinde kahve içiyorum. O ise eski ahşap bir merdivenden bahçedeki incir ağacına çıkıp incir topluyor ve bir tabak içinde bana getiriyor. ‘Bu ağaç her gün bize meyve veriyor, her akşam üstü onun gölgesinde oturuyoruz, denizden esen rüzgarla havalandırma varmış gibi oluyor’ diyor. Onun bu küçük cennetinde çiçeklerinin arasında oturmuş, mavi kupadan Arap kahvemi içiyorum. İkimiz birlikte Beyrut Limanına giriş yapan yabancı savaş gemilerini izliyoruz. ‘Bütün yabancılar gidince ne olacak’ diye soruyor. Hepimiz aynı soruyu soruyoruz. Bu hafta öğreneceğiz”.*
Fransız savaş gemileri, Fransız vatandaşlarını ülkelerine götürmek için rıhtıma yanaşıyor. ABD ve İngiliz gemileri de aynı işlemi yapacaklar. Beyrut halkı ise tek başına, acımasız bombalar altında, karanlıkta evlerinin bodrumunda gizlenerek, diğerleri gibi bu savaşın da bitmesini bekleyecek.
Bir aydan fazla süren çatışmaların ardından Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu‘nun aldığı 1701 sayılı karar uyarınca 14 Ağustos’ta saldırılar durduruldu. İsrail Lübnan’a uyguladığı ablukayı 7 Eylül 2006 yerel saatiyle 18.00’de kaldırmayı taahhüt etti.
Litani nehrine kadar olan Güney Lübnan topraklarını işgal eden İsrail, Lübnan ve UNIFIL (Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Birlikleri) askerlerinin bölgeye intikal etmesiyle birlikte birliklerini geri çekti.
Hizbullah, İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesini bir zafer olarak ilan etti. Hizbullah gibi sınırlı askeri ve siyasi gücü olan bir hareket İsrail’i yenilgiye uğratmıştı. Bu başarı Arap sokağında ve siyasetinde büyük yankılar yarattı. Eleştirenler olduğu gibi alkışlayanlar da oldu. Arap Birliği, Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi ve İslam İşbirliği Örgütü, Hizbullah’ı “terörist” olarak ilan etti.
Hizbullah’ın üye sayısı 20 bin oldu, 2006’da envanterinde 33 bin roket ve füze varken, bu sayı şimdilerde 150 bin oldu. Lübnan parlamentosu içindeki gücü arttı, siyasette söz sahibi bir partiye dönüştü.
33 gün savaşı bölgede var olan çatışmaları daha da keskinleştirdi. Sünni-Şii ayrımı, İran-İsrail çatışması, İran’ın bölgede gücünün artması ve Hizbullah’ın İran desteği ile bölge ülkelerinde gelişen savaşlarda İran’ın yanında yer alması özellikle öne çıktı.
Lübnan ise sil baştan büyük bir şantiyeye dönüştü ve yeni bir inşaat furyası başladı.
2018’de son gidişimde Beyrut hala bir şantiye halindeydi. En büyük inşaat ise Beyrut Limanı ve çevresinde yapılan yenilenme faaliyetleriydi. Beni liman ve çevresinde gezdiren sanatçı arkadaşlarım, özellikle bazı eski depoların nasıl sanat galerisi haline getirildiğini ve bu bölgenin Beyrut’un yeni sanat merkezi olacağını anlattılar. Herkes büyük bir heyecan içindeydi, bunca sıkıntı ve savaşan sonra Beyrut yeniden diriliyordu. Ben de onların heyecanına katıldım ve sevgilimin yaralarını bir kez daha sararak bana kendisini en güzel haliyle sunmasını kutladım. Beyrut yaşıyordu ve hep yaşayacaktı. Bu hislerle veda ettim sevgilime.
4 Ağustos 2020
“Savaş bana kaybetmeyi öğretti, bir tek hafızamın dışında.” (Fouad Elkoury)
Arkadaşlarımla birlikte çıktığım deniz yolculuğunda, Salı 4 Ağustos akşamüstü, elimde Lübnanlı ünlü yazar ve sanatçı Halil Cibran’ın sevgilisi Lübnanlı kadın yazar Mey Ziyade ile olan mektuplaşmaları var. Cibran o yıllarda ABD’de New York’ta, sevgilisi ise Kahire’de.
1912 ile 1931 arasında sürekli mektuplaşıyorlar, ama birbirlerini hiç görmeden. Benim Beyrut’a uzaktan aşık olmam gibi. Tek fark ben aşkımı yaşadım, sevgilimin yaralarını okşadım, sarıldım ona.
Bunları düşünürken yakın bir dostumdan cep telefonuma mesaj geliyor, “Beyrut Limanında büyük patlama, seni tatildeyken tedirgin etmek istemezdim ama nasıl olsa duyacaktın”.
İlk aklıma gelen şu oluyor, Ağustos ayındayız, İsrail saldırısıdır! Hepimiz haberlere ulaşmaya çalışıyoruz. Liman, yeni yapılan binalar, sanat merkezleri, yakın arkadaşım Fouad El Khoury’nin açtığı fotoğraf galerisi. WhatsApp’tan mesaj atıyorum. Tek soru, “Hayatta mısın? Ne oluyor? Yine mi? Nasıl olur?”
Assour, Beyrut, Aralık 1994
Başım dönüyor, nefes alamıyorum, olayın çapının çok büyük olduğu belli.
Denizin üstünde yavaş yavaş gece oluyor, az sonra mehtap çıkacak. Beyrut limanında olan patlama bir atom bombası kadar güçlü diye bir manşet okuyorum! Nükleer silaha mı geçildi?
Tıpkı Hiroşima gibi bir fotoğraf var, 100 ölü, 5000 yaralı! Şok dalgaları birbirini izlerken, bugüne kadar yaşananlar geçiyor gözümün önünden. “Biz yapıyoruz, onlar yıkıyorlar”!
Yıka yıka bitiremediler! Ama bu sefer ne olacak? Mehtap yükseliyor, lacivert suların üzerinde aksi parıldıyor. Tam o sırada Fouad’tan mesaj geliyor, “Ev üstüme yıkıldı, ama ben kendimi sokağa atmayı başardım”. İkinci mesaj geliyor. “Bu 11 Eylül’e benziyor, insanlar balkonlardan düşüyor, ben balkona tutundum, Allahtan üçüncü bir patlama olmadı”.
Fouad yaşıyor ve iki patlama olmuş. Gecenin ilerleyen saatlerinde birbirinden kopuk, haberler geliyor. İçinde kimilerine göre 6, kimilerine göre 2 bin 750 ton anonyum nitrat taşıyan bir gemi söz konusu. Gemi yedi yıl önce, 2013’te içinde sekiz Ukraynalı mürettebat ve Rus bir kaptan ile Gürcistan’dan Mozambik’e gitmek üzere yola çıkıyor. Geminin adı Rhosus ve Batum limanından hareket ettiğinde su alıyor, alarm sistemi bozuk ve kurtarma ekipmanı eksik.
Ama geminin içinde bulunan amonyum nitratın patlaması için gereken nitrojen oranı yüzde 35, yani patlamaya hazır bir durumu var. Daha sonra yapılan araştırmalarda geminin Igor Grechushkin adlı bir Rus’a ait olduğu ve içindeki patlayıcıların Mozambik’te bulunan kısa adı FEM (Fabrica de Explosivos de Mocambique) olan bir patlayıcı imalathanesine gittiği yolunda.
Spiegel dergisinin haberine göre gemi bir Rus’a değil, Kıbrıslı bir işadamı olan Charalambos Manoli’ye ait. Bu kişi Lübnan’da Hizbullah’ın kullandığı bir bankayla iş yapıyor. Dahası da Beyrut limanında gemiden indirilen ve depolanan patlayıcının bir kısmının da Ağustos patlamasından önce depodan yok olduğu saptanıyor. Ortaya atılan yeni soru bu patlayıcın en başında Mozambik’e gitmek üzere yola çıktığı doğru mu, yoksa bunlar Hizbullah’ın kullanımı için mi getirildi?
Sonuçta gemi hiçbir zaman Beyrut limanından ayrılmıyor ve liman yetkilileri geminin yolculuğa çıkamayacak durumda olduğunu saptıyorlar ve geminin yükü limanda boşaltılıyor. Manoli’nin Tanzanya’da bulunan FBME bankasından 2011’de 4 milyon ABD doları kredi aldığı ve bu parayla yeni bir gemi satın aldığı da biliniyor.
Söz konusu bankanın ise Hizbullah’ın kara paralarını aklamak için kullanıldığı ABD yetkilileri tarafından resmen bildirilmiş. Manoli’nin bankaya olan 962 bin Euro borcunun hala ödenmediği ve FBME’nin bu borca karşı Manoli’den Hizbullah’ın bazı işlerini çözmesini istediği de ortaya atılan iddialar arasında.
Başı sonu belli olmayan ve muhtemelen hiçbir zaman belli olmayacak bir yılan hikayesi. Hizbullah, uluslararası bir heyetin patlamanın nedenlerini araştırmasına karşı çıkıyor.
Beyrut ise yeniden, tarihinin hem en büyük hem de en yıkıcı patlaması sonucunda bu kez Doğu Beyrut’un en gözde mahallelerinden olan Gymnazze’yi kurban veriyor. Limandan eser kalmamış durumda, milyar dolarlar havada uçuşuyor, bazı hastaneler yıkılmış, diğerlerinde Covid’li hastalar var ve Beyrut halkı, elinde süpürge ve faraşlarla sokaklardaki cam kırıklarını temizlemeye çalışıyor.
Aynı halk 8 Ağustos’ta öfkeyle pandemiye rağmen sokaklara dökülüp bakanlıkları basıyor. Üç gün sonra hükümet istifa ediyor. Etmesine ediyor da yerine kim gelecek? Bu can alıcı sorunun yanıtı yok.
Arkadaşlarımdan gelen haberlerin her biri diğerinden daha acıklı. Ortak görüş “Bu sefer artık ayağa kalkamayız” şeklinde.
Pandemi nedeniyle Beyrut’a gidemiyorum, onları İstanbul’a davet diyorum. Tam bir Beyrutlu yanıtı alıyorum: “Bu durumda Beyrut’u bırakamayız”.
Gözlerim doluyor, “Tabii diyorum, en kısa sürede ben gelirim”. Sevgilimin yaralarına pansumanlar yapacağım, okşayıp seveceğim.
Sonuçta ben de Beyrutluyum! (MUT/NÖ)
Kaynaklar
Lebanon, Lebanon. Saki Books. London. 2006
Liban, Une Guerre de 33 Jours. Franck Mermier et Elizabeth Picard La Decouvert, Paris. 2007
Lina Mikdasi Tabbara, Survival in Beirut, Onyx Press, London,1979
Siyah-beyaz fotoğraflar Lübnanlı fotoğraf ve video sanatçısı Fouad Elkoury'nin (1952) "Liban Provisoire, Hazan, Paris" kitabından teşekkürlerle.