* Fotoğraflar: Filmin İsveç’teki galasından / İsveç Gündemi
Arkadaşlardan mesaj gelmişti. ‘’Kapı’’, filmini git ve mutlaka seyret, diye. ‘’Çok üzüleceksin, ama görmeye değer’’ dediler. Saman alevi gibi hızla yayıldı daha sonra sosyal medyada filmin haberi ve Stockholm galası.
Süryani sayfalarında da ‘’muhakkak yine şovenizm kusacaklardır’’, ‘’Süryanilerle ilgili önyargılarla doludur’’ gibi tartışmalar başladı. Ancak bir ilgi de uyanmaya başlamıştı film hakkında.
Ve film günü geldi çattı. Ailece sinemaya bilet almıştık. Görelim, seyredelim dedik. Kadir İnanır da filmin galasında bulunacağı için ilgi yoğundu. Çoğunluk Türkiyeli Süryanilerdi, Türk ve Kürtler de gelmişlerdi. Heyecanla filmin başlamasını bekliyorduk. Kadir İnanır ile resim çekmek için sabırsızlananlar da az değildi.
Ve İnanır, asansörden çıktığında koşuşturma başladı ve İnanır, izdihamdan görülmez oldu.
Film, başladı!
Berlin’de başlayan öykü, Mardin’in kırmızı topraklarına ulaşınca kendimi koltuğumda değil de boşlukta hissetmeye başlamıştım. Duygularım beni çoktan o topraklara götürmüştü.
Deyr ul Zafaran Manastırı’na girince Baba Yakup (Kadir İnanır) ve Anne Şemsa'nın (Vahide Perçin) Manastır rahibine, ‘’Barekhmor Abuna’’ (Süryanicede ruhbanlara hitap şekli) demesi, sinema salonunda bir alkış yağmuruna sebep oldu.
Ben ise gözlerimin ıslandığını farkettim ancak kendimi tutmaya çalışıyordum. Süryaninin bir Türk oyuncudan kendi dilinde hitabını duyması bile, ondaki bütün önyargıları silip süpürmesine yetmişti.
Saflık, sadelik, incelik ve duygusallık bir sel gibi sinema salonunun basamaklarında kaybolup insanlara tek tek dokunmaya başlıyordu.
Ve, filme konu olan Mardin’in Kıllıt köyüne giriş sahnesi! Filmde, önde Yakup ve arkasında eşi Şemsa ve torunları Nardin (Aybüke Pusat) yavaş adımlarla köye, kendi evlerine doğru yürüyorlar. Üçünün de gözlerinde ıslak bir özlem var. Sokaklar bomboş. Kırmızı taş evler sessiz. Kapılar kapalı. Üzerlerine kilitler vurulmuş.
İşte bu manzara ile, boğazımda bir şeyler düğümlendi. Kalbim sıkıştı.
Terlemeye başladım diye düşündüm ki; değil! Gözlerim, kalbimi sıkıştırıyordu.
Ve birden, sessizce yanaklarıma inen gözyaşlarımı hissettim. Yağmurlara dokunmuş acımı, yanımda oturan eşime çaktırmamaya çalışıyorum. Bir baktım ki, eşim benden önce duygularına bırakmış kendini ve o da, gözlerini dolduran ıslaklığı bana göstermemeye çabalıyor.
Sinema salonundaki sessizlik kendini birdenbire hıçkırıklara bıraktı. Kadın-erkek demeden gözlerdeki biriken özlem ve kalplerdeki acılar, salonda oturan kalabalığın yüreklerini parçalayan bir duvarın yıkılma anı gibiydi sanki.
Oğlunu arıyordu, Şemsa. ‘’Bir kuyunun dibinde bulundu’’, demişlerdi ona. Ve Manastır'ın rahibi ile beraber hafif adımlarla o kuyuya doğru; bedeninin bir parçası olan yavrusunun bulunduğu o kara kuyuya vardıklarında Şemsa, dizlerindeki dermansızlığa artık dayanamadı.
Attı kendini kahrolası o kuyunun kenarına, ve ‘’Anneeem, ay kurbane..’’ çığlığıyla beraber toprağa kapandı. Salonun akustiği, seyircinin hıçkırıkları ve Şemsa’nın feryatları birbirine itiraz edercesine, yıllarca birikmiş öfkelere tercüman oluyordu.
Kapı ve Süryaniler
Islak yağmurlara açılan bir şemsiyenin altında, birbirini özleyen tutkun bir aşık çiftin hikayesi değildir o sahneler. Tarih boyunca kurban edildiği Bethnahrin (Süryanicede Mezopotamya) coğrafyasında köklü bir halkın kayboluşunun hikayesidir.
Katlederek, ötekileştirerek, ayrımcılığa maruz bırakarak, üçüncü sınıf vatandaş dahi kabul etmeyerek acımasızca derin uçurumlara itilen Süryanilerin öyküsüdür.
‘’Dörtnala Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan’’ bu toprakların gerçek yerlilerine ‘’Gavur’’, ‘’Hristiyan piçi’’ ya da ‘’Ya Sev Ya Terket’’ cehennemini, yüzlerce yıldır tek seçenek olarak ‘’bahşeden (!)’’ zalimlerin zulmüne maruz kalan Süryani’nin hikayesidir.
İlk defa Süryaniler hakkında bir sinema filmi çekilmekte bu ülkede, Türkiye'de. Daha önce çekilen bir-iki dizide, Süryani kızları ‘’ucuz fahişeler’’ ya da bir halk, kriminalize olmuş toplum olarak lanse edilmişti.
Veya Süryaniler, Kapalıçarşı’daki bir kaç Süryani kuyumcudan yola çıkılarak bu ‘’ülkeyi sömüren hristiyan zengin parababaları’’ olarak gösterilmişti.
Oysa Kapı, bunlardan hem içerik, hem kurgu olarak hem de sonuçta vermek istediği mesaj açısından ayrışıyor.
Filmin çekildiği ülkedeki siyasal iktidarların hepsinin de mağdur ettiği bir gayri müslim Süryani ailenin yaşadığı dramı anlatıyor.
Kurgusunda suç ve suçlu aramıyor. Karıncayı bile incitmeyen bir halkın kaybolup gidişini, bir türkünün sözleri gibi anlatıyor: ‘’Sebep olanlar utansın (!)’’ diyor.
Masum olduğu ve haksızlığa uğradığı halde, hala büyük bir özlem ve hasretle kendi topraklarının üzerinde sadakatla uçan mavi Mardin güvercinleri gibi işliyor Süryaniyi.
Bu yüzden bir gizli düşmanlık ya da gözdağı sunmuyor izleyicinin dağarcığına. Filmin seyrinde ve anlatımında daha ziyade incinen, sitem eden ve yaralı olan Süryani’yi nakşediyor bu öyküde.
Kapısına kilit vurmak zorunda kalan Süryaninin ‘’evini yıkanlara’’, ‘’ocağını söndürenlere’’ karşı kalbini sıkıştırıyor. Kaşlarını çatıyor, ‘’Kapı’’! Düşünmeye itiyor seni. Acıyı paylaştırıyor ki, Süryaninin yüreğindeki sızıyı hafifletsin. Yüreğini soğutsun! Kalbine yağmur çiseliyor ve uykunu kaçırıyor.
Kapı, bir film. Hem de önyargısız bir ilk film! Süryanileri anlatan bir belgesel değil. Bu topraklarda yaşadıkları zülmü ve zalimi anlatan bir siyasal belgesel hiç değil.
Ancak Kapı, Mezopotamya topraklarında ‘’Asur çiçekleri’’ni binlerce yıldır cevizden kapılara veya taştan duvarlara işleyen Süryani ustaları ve halkının öyküsünü bir filmin dakikaları içinde anlatma çabasıdır.
Yakup amcaların ve Şemsa Anaların varlığı hakkında bir farkındalık yaratma hikayesidir. İşte bu yüzden Kapı, yüreğine dokunan, acıtan fakat bir o kadar da gidişine sebep olanlara kaşını çatan bir öyküdür aslında. (FK/APA)
Künye
Filmin adı: Kapı
Yönetmen: Nihat Durak
Oyuncular: Kadir İnanır, Vahide Perçin, Timur Acar
Tür: Dram
Süre: 1 saat 50 dakika
Vizyon tarihi: 12 Nisan 2019