“It’s a Free World” (YÖzgür Bir Dünya) isimli 2007 yapımı son filmi, 24 Eylül’de İngiliz Channel 4 televizyonunda yayınlanan ünlü İngiliz televizyon ve film yönetmeni Ken Loach, Kuzey Londra’daki Barnet yaşlılar evindeki çalışma koşullarının düzeltilmesi için greve giden UNISON üyesi bakım işçilerinin direnişine ziyaret ederek destek verdi.
Bakımevinin ihalesini beş yıl önce alan Fremantle isimli kuruluş, 1 Nisan 2007’de zaten düşük olan ücretleri yüzde 30 daha düşürerek kabul etmeyenleri işten atmakla tehdit etmişti. İşçilerin greve gitme nedenleri arasında, çalışma saatlerinin arttırılması, hastalık ödemesi yapılmaması, tatillerin kısaltılması ve vardiyalarda çalışanlara yapılan ödemelerin azaltılması da var. Emekli aylıkları da üçte birden fazla oranda azaltılan işçilerin yaşlılar evinin özelleştirilmesi öncesinde gündeme gelen bu saldırılar karşısındaki direniş kampanyası sürüyor.
Türkiyeli seyircilerin Ülke ve Özgürlük (1995), Carla’nın Şarkısı (1996), Benim Adım Joe (1998), Ekmek ve Güller (2000), Afili Delikanlı (2002) ve Özgürlük Rüzgarı (2006) filmleriyle tanıdığı 1936 doğumlu İngiliz film yönetmeni Ken Loach, bu yılki 64. Venedik Film Festivali’nde senaryo dalında Altın Aslan ödülü alan “It’s A Free World” filminde İngiltere’deki göçmen işçilerin çalışma koşullarını anlatıyor.
Ken Loach, İngiliz Socialist Worker dergisinin kendisiyle son filmiyle ilgili yaptığı söyleşide, “buna esnek çalışma diyorlar. Bu da işverenler açısından iyi ama çalışanlar açısından iyi sonuçlar yaratmayan bir durum anlamına geliyor Kalıcı istihdamdan güvencesiz istihdama geçiş konusunun yeterince aydınlatılmadığına inanıyorum” diyor.
Çalışma arkadaşı Paul Laverty ile birlikte yaptıkları “It’s A Free World” filmiyle bu boşluğu doldurmaya çalıştığını söyleyen Ken Loach, Socialist Worker’ın sorularını yanıtlıyor:
Neden günümüz İngiltere’sindeki göçmen emeğiyle ilgili bir film yapmaya karar verdiniz?
Loach Paul Laverty ile birlikte uzun zamandır göçmenlerle ilgili bir film yapmak istiyorduk. Paul, önceki "Ekmek ve Güller" filmimizin senaryosunu yazmak için Los Angeles’daki Orta Amerikalı işçilerle birlikte olduğu günlerden bu yana konuyla ilgileniyordu. Her ikimiz de Doğu Avrupa’dan gelen yeni işçilerle birlikte ülkede neler olduğuyla yakından ilgileniyorduk.
Beni daha çok ilgilendiren konu, işçilerin yaşadıkları deneyimlerin nasıl değişmekte olduğuydu. Genellikle ömür boyu süren bir iş güvencesinden geçici çalışmaya, ajans çalışmasına ve kısa vadeli sözleşmelere doğru bir dönüşüm yaşıyoruz.
Filmin baş kahramanı Angie, göçmen işçileri işe alan bir ajans kuran bir kadın, neden böyle bir kahraman seçtiniz?
Sömürülenlerin değil sömürenlerin bakış açısından bakan bir film yapmak istedik. Çünkü bu bakış açısı son derece öngörülebilir nitelikteydi. Mantıklarını anlayabilmek için, sömürü sürecine işverenlerin bakış açısından bakmak istedik.
Angie, işçi sınıfından gelme bir kadın. Otuz yaşında, on senelik işinden atılmış, bir işten bir işe, kısa dönemli sözleşmelerle geçip duruyor. Ana babası gibi belediye konutlarından birinde göreceli yoksulluk içinde yaşamını sona erdirmekten korkuyor. Çıkar peşinde koşan birisi. Ama başlangıçta sempatik birisi olmasını da istedik. O, seyirciyi kurban olmaktan sömürücü olmaya doğru uzanan bir maceraya götüren birisi.
Birçok insanın bu tür bir bilinç kaymasına uğradığını ve bu durumun kökenlerinin de Thatcher'lı yıllara kadar uzandığını göstermeye çalıştık.
Öyle bir kahraman yaratalım istedik ki, bu yeni bilinci yansıtabilsin; yani her şeyi bir pazarlık olarak gören, her şeyi müzakere konusu haline getiren; yalnız olduğunu; sana kimsenin bakmayacağını; senin de dünyanın geri kalanı için hiçbir sorumluluk sahibi olmadığını ifade edebilecek bir kahraman olsun.
Yani tıpkı Margaret Thatcher’ın ünlü sözü gibi: “Toplum diye bir şey yoktur!”
Bu fikirleri Angie’nin babasının fikirleriyle karşılaştırmaya çalıştık ki baba açıkça daha eski kuşaktan, işçiler için dayanışma duyguları ve yakınlık hisseden birisi.
Angie ise “ticaret ideolojisini” yalayıp yutmuş, acımasızca kendi çıkarlarının peşinde koşuyor. Bütün ticari kurallara harfiyen uyuyor: emek gücünü mümkün olduğu kadar ucuza satın al ve nerede muhalefet görürsen bastır. Yavaş yavaş bu suistimaller yerine açıkça yasa dışılığa kaydığı zaman daha fazla para kazanabileceğini görüyor.
Filmle ilgili araştırmayı nasıl gerçekleştirdiniz?
Değişik arka planlardan gelen birçok kişiyle konuştuk. Paul, İskoçya’nın kuzeyine ve Aberdeen, Manchester, Londra ve West Country gibi kentlere gitti. Aslında insanların bize anlattıkları kazalarla, güvence yoksunluğuyla dolu korku öykülerinden de bir film yapabilirdik. Örneğin bir kadın fabrikadaki sürekli vardiyalarda saatlerce çalıştıktan sonra iç kanama nedeniyle öldü. Güvenliksiz makineler de insanları öldürüyor.
Çalışan ve beş kuruş para alamayan insanlarla ilgili sonsuz öyküler mevcut. Örneğin bir başkası bütün hafta çalışmış olmasına karşın ajansın yaptığı kesintiler nedeniyle sadece 21 pound kazanabilmiş. Bazıları haftada 10 pound kazanabiliyor ya da arabalara doldurulup bilinmeyen yerlerin ortasına atılıyor.
Ama çekilebilecek en iyi filmin sömürücülerin yaptıklarının mantığını gösteren bir film olacağını düşündük. Bu davranışlar keyfi değil ve onlar da illa ki kötü insanlar değiller. Bu ticaretin mantığı.
ABD’deki temizlik işçileriyle ilgili olan Ekmek ve Güller filminde, işçiler örgütlenip mücadele etmeye başlamışlardı. Burada da aynısının olabileceğini düşünüyor musunuz?
Zaten göçmenlerin örgütlenmeye başladıklarının işaretleri var ama şu anda çok kırılgan bir örgütlenme bu. Örneğin kuzey İskoçya’da işten atılacaklarını öğrendikleri zaman makineleri bozan genç Etiyopyalı öğrencilerle ilgili bir öykü duyduk. Ama onlar, ailelerine para göndermek zorunda olan diğer birçok işçiden daha az kırılgan koşullar içindeydiler.
İlk senaryoda bazı işçilerin greve gittikleri bir sahne vardı. Ama o sahneyi çektiğimiz zaman, filmin genel bağlamı içinde anlamsızlaştığını gördük. Dramatik olarak gerekli değildi, ama o sahne DVD kopyada hala duruyor.
Sendikaların bazı bölgelerde göçmen işçileri örgütlemeye yönelik ciddi çabaları var. Ama sendikal önderliğin daha dinamik olması gerektiğine inanıyorum.
Göçmenleri sendikalaşmaya ikna etmek önemli bir iş ama bu durumda sendikaların bir şeyler yaptığını da görmeleri gerek. Yoksa niye sendikaya katılsınlar ki? Sorun şu ki, sendikalar harekete geçmeye karar verdikleri zaman, sendika karşıtı yasalar nedeniyle, zaten iş işten geçmiş oluyor. Bu yüzden bir sürü göçmen iş bulma ajanslarının defterlerinden siliniyor. Sendikaların etkili olabilmek için acilen harekete geçmeleri gerek. Bence sendika karşıtı yasalarla ilgili olarak da kampanyalar yapılmalı. Gordon Brown (İngiltere başbakanı) bunu istemiyor, o zayıf sendikalar istiyor. Ancak sendikaların da “şu süslü büroların canı cehenneme, biz tabanda örgütlenmek istiyoruz, alanda örgütlenmek istiyoruz” demeleri lazım.
Öncelik işçileri örgütlemek olmalı, sendika bürokrasisini beslemek değil. Sömürü ve düşük ücret bu toplumun çevresine ait konular değil, tam merkezindeki konular. Çoğu göçmen işçi kayıtlı değil, hasta oldukları ya da işten ayrıldıkları zaman herhangi bir ödemeden yararlanmıyorlar.
Ama ekonominin merkezinde onların ucuz emeği var. Bu durum asgari ücret uygulamasını anlamsızlaştırıyor. Ucuz emek ucuz giysi, ucuz gıda vs. demek. Başbakan enflasyonu kontrol edeceğini söylüyor. Asgari ücret ödenirse, yiyecek ve giysi fiyatları artar o da enflasyonla savaşı kaybedermiş. Bu yüzden hükümet asgari ücretin sadece isminin var olmasını istiyor. Kendi yasalarını ihlal ediyor. Yeni İşçi Partisi hükümeti tam bir ikiyüzlülük örneği. (NZ)
* Bu söyleşi Socialist Worker Online’daki orijinalinden sendika.org tarafından çevrilmiştir.