2025 geldi işte. Yeni yılın bir şeyler getireceğine şüphemiz yok da güzel bir şeyler getireceğine dair umudu mücadelemizde saklıyoruz uzun zamandır. Mış gibi yaşadığımız hayatlarda, mış gibi kutlamalar yapıyoruz. “Şöyle bir sağanak patlasa” diyoruz Ahmet Telli gibi.
Suyun çürüdüğü yerde sağanağının da damlasına hasret yaşıyoruz. Ama biliyoruz, bu sıcağın buharı öyle biriktirecek ki damlaları, devasa sağanaklarla bırakacak bulutlar umudu yeryüzüne.
Öyle karamsar, hayatı kendinden kuran bir hissin dışavurumu değil bu. Dostoyevski roman karakterleri gibi bilinci varoluş krizlerinde düğümleyen bir şey de değil. Tepeden tırnağa, emeğimiz ve ellerimizle gelecek güzel günlerin sancılı duyumsamaları. Belki saçma sapan bir yabancılaşmanın içerisindeyiz ama yeneceğiz onu.
Bu çürümüş dünyada Ezginin Günlüğü’nün şarkısı takılır dilime;
“Anlamak bir ömür sürer,
Hayat niye kirlenir…”
Belki bu soruyla başlar her şey. Bu sorunun yanıtında gizli geleceğimiz belki. Her an sorarım o yüzden bu soruyu kendime. Adına dostluk da denen ama ne hikmetse sırtını dönemediğin ilişkilerde, insanın yoksullaşmasında, insanın aşağılanmasında, çiçeğe böceğe bile yönelen aşağılık şiddette… En çok da hakikatin tersyüz edilmesinde. Çünkü cansız bile olsalar bir şey paylaştıklarıma içim kaynar. Enstrümanlarımı bir yere çarpsam içim yanar mesela. Oysa insanlar hoyrat. Adeta bu düzenin küçük minyatürüne dönüşmüşler. Neoliberal çürüme GDO’lu ürünlere çevirmiş onları.
Dışarıdan geldiğimizde çıkardığımız kıyafetlerin üzerindeki tozları silkip atıyoruz ama ya kirleri? Yanlarından öylece geçip ses tonlarındaki kırılmayı bile umursamadığımız çocukların sıcak evlerinde oturmak yerine sokakta mendil satmasına duyarsız kalışımızın kirini mesela.
Bir gün kalabalık bir kör grubu olarak GMK Bulvar’ında karşıdan karşıya geçiyoruz. Arkadaşım daldı, sanırım kendini kaldırımda sanıp kırmızı ışıkta duran arabanın birine bastonla vurdu. Arabanın içindeki kadın karşısındakinin o davranışı neden yaptığını düşünme zahmetinde bile bulunmayarak bağırmaya başladı. O olay özelinde kadın haklıydı ama o inen baston darbesi de kaldırımlara gelişi güzel park edip uyarıldıklarında da çemkirdikleri araçları yüzünden berelenen dizlerimizin öfkesinin dışa vurumuydu. Hatta onu karşılamıyordu bile. Bana denk gelse üzerine düşünürdüm.
Bugün okuduğum bir habere göre huzurevlerine başvurular oldukça artmış. Neden acaba? Pandemi döneminde yaşlıların gördüğü muamele bunun yanıtını veriyor. Bugün ÖTV indirimlerinin tekrar konuşulması hatta ÖTV yasasında kısıtlamalara gidilmesine yapılan yorumları gördüğümde gözlerim yaşarıyor. “Ne duyarlı bir toplumuz” diyorum. Herkes istismardan söz ediyor. Haklılar da. Oysa büyük istismarlarda bu cevvalliği göremiyoruz. Buna daha önceden de değinmiştim. Derdim imtiyazlar değil. İmtiyaz dediğin şey bir nevi sus payı ve bağımlılık. O zaman gelin imtiyazsızlıkta eşitlenelim. Ben zaten tek imtiyazlı sınıfın çocuklar olmasını savunan bir anlayıştan geliyorum. Hadi deneyelim, başkasının hak kırıntılarından adalet duygumuzu tatmin etmek yerine gerçekten haklarımız için mücadele edelim. Bir kere de birbirimizi anlamaya çalışalım mesela.
Gerçek bir anlama olsun bu. Bir şey anlatırken tedirgin olmadan, hep aynı nakaratı tekrarlama hissine kapılmadan. Hayatın niye kirlendiğinin sırrına böyle ulaşabiliriz çünkü. Çünkü tüm yabancılaşmaya inat “insanın acısını insan alır.”
(BS/HA)