Bireyin politik sistemle mücadelesi, sisteme başkaldırısı dendiğinde akla her zaman erkek karakterlere dair filmler gelir. İster konvansiyonel tarzda “Brave Heart” (Cesur Yürek, Mel Gibson, 1995) gibi filmlerden tutun isterseniz “Hunger” (Açlık, Steve McQueen, 2008) gibi politik sinema örneği olsun bu değişmez bir gerçektir.
“Hunger” demişken, Serpil Çakır açlık grevlerini politik eylem biçimi olarak tarihte ilk kez İngiltere’deki tutuklu süfrajetlerin kullandığını, siyasal iktidarın bu eylemlere tepkisinin sert olduğunu belirtir; “Kadınların hapiste ölebileceğinden korkan dönemin liberal parti hükümeti, kadınların beslenmesi için zorla besleme yasasını çıkardı. ‘Zorla besleme yasasıyla', tutuklu kadınlar elleri kolları bağlanarak zorla beslendiler”[i]
Benzer muameleye ABD’li kadınlar da maruz kalmışlardır. “Suffragette” (Diren!, Sarah Gavron, 2015) erkeklerin yazdığı tarihte görünmez olan kadınları ve onların tarihlerini anlattığı için önemli bir film.
“Suffragette’ten söz ederken bu konuyla ilgili, aynı sürecin Amerika’da nasıl yaşandığını anlatan bir televizyon draması olan “İron Jawed Angels’tan da (Demir Çeneli Melekler, Katja von Garnier, 2004) söz etmek gerekiyor. Zira politik eylem hali olarak açlık grevlerini ve zorla beslenmeyi İron Jawed Angels’ta da görüyoruz.
Suffragette ve İron Jawed Angels arasındaki farkı biçimlendiren etken, iki ülkenin tarihi. İngiltere’deki işçi sınıfı mücadelesinin yerine Amerikan tarihindeki belirleyici etkenin bağımsızlık mücadelesi ve iç savaş olması.
Dolayısıyla Suffragette filminde kadın hareketi işçi sınıfı mücadelesiyle birlikte ortaya çıkıp, paralel ilerlerken[ii] İron Jawed Angels’ta direniş, Amerikan Devrimi’nin ve köleliğin kaldırılmasının yarattığı bir “Amerika demokratik bir ülkedir” ruh hali içerisinde, çoğunlukla resmi bir zeminde (Kadınlara Oy Hakkı Ulusal Birliği içerisinde) başlıyor.
Amerika’nın kadınlara oy hakkı ulusal birliğinin üst sınıf yöneticileri için İngiliz oy hakkı mücadelesinin kahramanları basit biçimde holigandır (barbar). Onların yöntemleri tasvip edilebilir değildir, Birlik başkanı Anna Shaw “biz tuğla atmayız” der. Alice Paul’ün anayasayı değiştirmek için başkentte yürüyüş düzenleyebilmesi “kendimi yasaların üstünde görmem, ne olursa olsun” cümlesi ile Shaw’a söz vermesi sonucunda mümkün olur.
Shaw, başkan Wilson’un desteğini kaybetmek istememektedir zira. Suffragette ise İron Jawed Angels’a yanıt verir biçimde bu tuğlanın ta kendisi ile açılır.
Bir çamaşırhanede çalışan ancak sınıf bilincine sahip olmayan Maud Watts’la bir yanılsama içerisindeyken tanışırız. Yirmili yaşlardaki Watts, belli ki hiçbir zaman müşterisi olamayacağı bir vitrine; üst orta sınıf bir kadın ve iki çocuğunun hayatını temsil eden mankenlere imrenerek bakmaktadır.
Baktığı sahne kıyafetten modadan ziyade bir hayat tarzına dairdir; geçim kaygısı olmayan mutlu ve güzel bir anne ile iki çocuğu. Watts, baktığı vitrinin sokaktan fırlatılan bir tuğla ile yerle bir edilmesiyle daldığı hayalden uyanır. Anneke Smelik’e atıfla ayna çatlar; “aynaları kırmak eril nazara, kadınların kültürel temsillerine, kadınları (…) nesneleştiren bakışa ve kadınların kendilerine dair taşıdıkları bozulmuş imgeye karşı bir direniş hareketidir”[iii] Maud’un giderek politize olma süreci başlar böylece. Maud’la birlikte onunla özdeşleşen izleyici fark etmeden de olsa tarafını seçer. Bu bağlamda apolitik işçi bir karakterin başrolde olmasının bilinçli bir tercih olduğunu düşünmek mümkün.
Maud’un özelinde kadınların eşit işe eşit ücret talebinin ne kadar hayati (ve aslında hala güncel) olduğunu görürüz. Kadınlar, erkeklerden çok daha az ücret kazanırlar, daha ağır şartlarda çalışırlar, sistematik biçimde taciz ve tecavüze uğrarlar, kazandıkları para üzerinde tasarruf hakları yoktur çocukları üzerinde haklarının olmaması gibi. Kısaca kadınların kaybedecek hiçbir şeyi yoktur.
İron Jawed Angels ve Suffragette arasında en önemli iki farktan ilki Suffragette’in kahramanlarının alt sınıf üyesi kadınlar olmasıdır, İron Jawed Angels kentli, eğitimli, orta ve üst orta sınıf kadınların hikayesini anlatır. İkinci fark ise İron Jawed Angels’ın kadınlık durumunu bir dezavantaj olarak göstermesidir. Alice Paul ve Lucy Burns arasında geçen “evlenmeyi ve çocuk yapmayı eğitimsiz yoksul kadınlara bırak” gibi diyaloglarda ya da Alice Paul’ün cinsellikten feragat etmesinde karşımıza çıkar bu durum. Alice Paul bağışta bulunan senatörün çekingen eşini “ataerkil yalanı yatıp kalkıp sürdürüyorsunuz” sözleriyle incitir. Oysa Suffragette bize tüm kadınların kaçınılmaz biçimde bu “ataerkil yala” içinde var olduklarını gösterir, ayrım yapmaz.
Kahramanlarının hepsi söz konusu ataerkil yalandan mustariptir. Maud kazandığı parayı kocasına teslim eder, üst sınıf mensubu bir kadın da gözaltından salıverildiğinde, eşini arkadaşlarının kefaletini ödemesi için ikna edemez. Yoksul kadın da üst sınıf mensubu kadın da kendi parası üzerinde hak sahibi değildir. Suffragette Luce Irıgaray’ı anımsatır biçimde anne ve kız çocuğunun kendine ait bir tarihinin olmadığını söyler. Maud eşine “kızımız olsaydı adı ne olurdu” diye sorar ve “annemin adını koyardık” yanıtını alır, Edith de “.. ve oğulları” diye uzayıp giden eşine ait dükkanın ismine atfen “Edith ve kızları isimli bir dükkanım olsun isterdim” der. Alt sınıf bir işçiyle üst orta sınıf bir kadın “ataerkil yalan” çerçevesinde eşitlenmiş olur tekrar. Kadınların gözaltından sonra evlerinin kapısına bırakılmaları da bu bağlamda anlamlıdır. Devlet ve onun evdeki temsilcisi olan koca, kadın üzerinde birlikte denetim kurarlar ve mahalle baskısı da bunun bir parçasıdır. Suffragette mücadelenin özgürlük getirdiğini gösterir.
Maud bir süfrajet olduktan sonra dar, karanlık kısaca klostrofobik alanlar olarak tarif edilen fabrikadan ve ev içi alandan özgürleşir. Yağmur altında sokaklarda dans eder. Güçlü bir kadın dayanışması tarafından sarmalanır.
Suffragette, İron Jawed Angels’ın Alice Paul ve Lucy Burns’u soyutlayarak kutsayan sonunun aksine belgesel görüntülerle sona erer. Suffragette, kahramanları üzerinden geçici ve sahte bir rahatlama yaratmaz. Bize kadınların mücadelesine dair bir kurmaca izlediğimizi hatırlatırken aynı zamanda bu mücadeleden ilham almamıza aracılık eder. (GY/AS)
[i] Serpil Çakır, “Erkek Kulübünde Siyaset: Kadın Parlamenterlerle Sözlü Tarih”, Versus Yayınları, İstanbul, 2013 ss.78-80
[ii] Bu konuda şu adres ayrıntılı bilgi sunuyor. İngiltere’de 1830’lu yıllarda başlayan ve işçilerin (erkek işçilerin) oy kullanması için mücadele eden Chartist Hareket o sıradaki gündemlerine engel olacağı bahanesiyle kadın işçiler için mücadele etmiyordu ve zaten çoğu kadının da böyle bir beklentisi yoktu. Kadınlar için oy hakkı mücadelesi özellikle 1918 yılında güçlenmeye başladı.
[iii] Anneke Smelik “Feminist Sinema ve Film Teorisi” çev: Deniz Koç Agora Kitaplığı İstanbul 2008 ss 135-136
* Evrensel Kültür Dergisi Ocak 2016 s:290'da yayınlandı.