Ahmet Uluçay, 2009 yılında Bozkırda Deniz Kabuğu filmi üzerinde çalışırken aramızdan ayrıldı. Arkasında bir uzun, dokuz kısa metraj ve bir belgeselden oluşan[i] son derece özgün ve bütünlüklü bir sinema bıraktı.
Uluçay’ın sineması hakkında yazılan analizler, onun filmlerindeki anne, baba, çocuk ve tren imgelerinden sıklıkla söz eder[ii]. Arzu nesnesi sinemayı yasaklayan öfkeli baba, çocuklukta hapis olma hali, çocukluğu yüceltme ve buna paralel olarak yetişkinlerin dünyasının ürkütücülüğü hemen her Uluçay filminde karşımıza çıkar.
Güliz Sağlam’ın 47. SİYAD Ödülleri’nde en iyi belgesel film ödülüne layık görülen, Tepecik Hayal Okulu ise bu motiflerin geri planında; Uluçay’ın duygu dünyasını; duygu dünyasını şekillendiren baba oğul ilişkisini ve taşra hayatının dinamiklerini gözler önüne sererek yönetmene dair son derece içeriden bir bakış sunuyor bize.
Söz konusu bakışın ‘içeriden’ olmasının en önemli sebebi yönetmen Güliz Sağlam’ın Ahmet Uluçay ve ailesiyle kurduğu ilişki. Nasıl ki Pelin Esmer, Oyun (2005) filminde Arslanköylü kadınlardan biri gibiyse aynı şekilde Güliz Sağlam da on küsur yıla yayılan süreçte Uluçay ailesinin bir üyesi oluyor adeta.
Tepecik Hayal Okulu, Uluçay’ın Tepecik köyünün sokaklarında evine doğru yürümesiyle başlıyor, Uluçay’ın köyüyle bağı, arkadaşları İsmail Mutlu, Şerif Akarsu, Ahmet Tepe, eşi Ayşe Uluçay, oğlu İdris Uluçay ve kızı Hatice F. Seven ile yapılan söyleşiler filmin temel malzemelerini oluşturuyor.
Ahmet Uluçay köydeki insanların cinleri şeytanları gördüklerini söylemelerini ‘optik yanılsama’ olarak nitelendiren, yaşadığı cemaate dışarıdan bakmayı başaran bir entelektüel. Uluçay için etrafında olup biten her şey ışık gölge oyunudur ve ilham kaynağıdır. Uluçay’ın köyde film çekmesi medya ilgi gösterene dek kendi ifadesiyle küçümsenen, garip karşılanan, arkadaşı Ahmet Tepe’nin dillendirdiği üzere deli olmakla ilişkilendirilen bir eylem.
Bizim Köyün Orta Yeri Sinema (1995) filminde dış sesin söylediği üzere “denerler, usanmazlar ve kimselere aldırmazlar”. Ancak, Sağlam’ın filminde Uluçay ve arkadaşlarının sanatsal üretimleri hakkında söylenen her şeyle baş ettiklerini, tabunun yıkılamadığı yegane alanın aile ve özellikle kadın olduğunu açıkça anlamak mümkün.
Uluçay’ın ölümünden sonra eşi, oğlu ve kızıyla yapılan söyleşilerde yönetmenin toplumsal geleneklerle (“laf olur söz olur bunlara çok takardı”) pratikte mücadele etmediğini görüyoruz. Ve aslında filmin başlarında oğul İdris Uluçay konuşurken, Ahmet Uluçay’ın araya girerek Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (2004) filminden ödül/başarı beklentisini üstüne basa basa vurguladığı, beş senedir derdini kimseye anlatamadığını, sinemaya duyduğu hırsla sağlığını tehlikeye attığını söylediği sahnede Ahmet Uluçay’ın kendisini ispatlama isteğini sezinliyoruz.
Dış dünyayı, gerçekliği ve otoriteyi simgeleyen baba figürü[iii] Uluçay için en travmatik figürdür. Dolayısıyla tüm bu karşı çıkılmayan toplumsal kurallar ‘baba’da vücut bulmaktadır. İdris Uluçay’ın; “kendini dedeme karşı kanıtlama isteği vardı” cümlesiyle somut olarak belirttiği gibi Ahmet Uluçay babasının kendisini ödül alırken görmesini çok istemiştir. Hatta bu durum onun için yine İdris Uluçay’ın konuşmasından öğrendiğimize göre, dünyanın en büyük ödülünü almaktan daha önemlidir, babasına bir kere olsun bu işten para kazanıldığını göstermek istemiştir.
Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak İstanbul Film Festivali’nde ödül aldığında İsmail Uluçay hayatta değildir. İdris Uluçay’ı izleyen sahnelerde tanıştığımız İsmail Uluçay, “biz fakir adamlarız, ben tasvip etmiyorum, maddiyat aylık yok yıllık yok. İnanmıyorum tasvip etmiyorum” sözleriyle oğul Uluçay’ın varoluş evrenini son derece katı biçimde kısıtlarken anne “Ahmet benim başımın tacı, bir gün görmesem yapamam” cümlesinde ifade bulduğu üzere son derece kabullenici ve şefkatlidir.
Sağlam’ın filminde karşımıza çıkan baba, oğul ve anne üçgeni Uluçay’ın kısa filmlerini de şekillendirmiştir. Optik Düşler (1993) filminde, baba çizgi roman okuyan oğluna öfkelenir çünkü en hakiki mürşit topraktır. Celil Civan’ın yorumuna göre[iv], babanın ölüm sahnesi eğer çocuğun düşü değilse ve gerçekse, o zaman yönetmenin düşüdür karşımızdaki, Uluçay film yapmaktadır ve baba ölmüştür Optik Düşler’deki yetim çocuk, Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak’ta (1994) öksüzdür artık der yazar.
Minyatür Cosmos’ta (1995) sinemayı yasaklayan öfkeli bir baba da olmadığına göre çocuk düşünü kurmakta sonuna dek özgürdür. Optik Düşler ve Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ta da tren, yalnızlıktan kurtuluşu hem taşradan hem de çocukluktan kaçışı ifade etmektedir.
Uluçay köylerinden geçen Ankara-İzmir trenini şöyle tanımlıyor; “içinde bize benzemeyen insanlar olurdu köylü değil kentli insanlardı dağların arkasında bir yere giderlerdi bu benim hayalimi kışkırtırdı”. İçinde tanımadığı insanlar ve hayaller olan, raylarda akan treni aslında bir film şeridi gibi düşünmek mümkündür bu bağlamda; “trenleri sevmemin asıl nedeni bağ duygusunu rabıta duygusunu canlandırmasıdır bende. O tren yolunun bir ucu benim köyüme çıkar” diyen Uluçay sinemanın insanlar arasında kurduğu bağı anımsatır bize.
Tepecik Hayal Okulu’nun henüz başlarında (on yedinci dakikasında) Ahmet Uluçay köyünün sokaklarında dolaşır, çocukluğunda takılı kalmış bir sinemacı olduğunu, yaşadığımız çağı sevmediğini, tüm hayatının ve sinemasının çocukluğuna yapılmış bir ağıt olduğunu belirtir:
“Her şey geçmişte kaldı en güzel günlerim geçmişte kaldı. Köyümüzün bir mimari dokusu vardı yıkılıp yeni binalar yapıldı artık mekan bulmakta zorlanıyorum kolaj yapıyorum bu köyde ve diğer köylerde (…) her şey yıkılıyor pek yakında bu ev de yıkılacak (annesinin evi) köyün yapı yaşı yirmiden de düşecek ona filan inecek.
“Artık bu köyde film yapmak benim için mümkün olmayacak artık ne yaparım bilmiyorum başka köyler de aynı şekilde artık kişiliksiz bir yenileşme var yenileşme merakı her şeyi mahvetti”.
Uluçay’ın konuşması, Ekümenopolis’i (İmre Azem 2012) hatırladığımızda şaşırtıcı biçimde ileri görüşlüdür Uluçay’ın annesinin evinin ve köydeki diğer evlerin yıkılması, bir sinemacı olarak ana ilham kaynağının; çocukluğunun da ölümünü temsil etmekte bir bakıma. Filmin açılış sahnesinde Uluçay’ın aldırmadığı, arkasından gelmekte olan tren, köyde film yapmanın mümkün olmayışının, kişiliksiz yenileşme merakının her şeyi mahvetmesinin kısaca kaçınılmaz sonun vücut bulmuş hali gibidir.
Tepecik Hayal Okulu’nun afişi, Uluçay’ın hayatının görünmeyen kahramanı olan Ayşe Uluçay’a verilen bir selam ve övgü niteliği taşıyor. Güliz Sağlam, Ayşe Uluçay’la ancak Ahmet Uluçay öldükten sonra konuşulabilmiş ve Ayşe Uluçay’ın görüntülerini ironik biçimde, Uluçay’ın ameliyata alınmasının hemen arkasına (filmin 45. dakikası) eklemiş.
Ayşe Uluçay, “evin geçimi her şey benim üstümdeydi onun hiç o konularda ilgisi yoktu o bir tek filmini bilirdi onu çekerdi onu yazardı destek olmaya çalıştım” sözleriyle hayatını tarif ediyor ve kendisinden söz etmek belli ki alışık olmadığı bir durum olduğundan bir süre durakladıktan sonra gülümsüyor; “çok da ben dedim kendimi methetmiş gibi de olmasın” diyerek sürdürüyor konuşmasını.
Kısa filmlerinde Ahmet Uluçay’a asistanlık yapan, onu sinema yapması için cesaretlendiren Ayşe Uluçay, eşi daha çok film yapsın diye bir Hıdırellez’de ağaca film şeritleri asar. Kütahya’nın Tavşanlı ilçesi Tepecik köyündeki ‘hayal okulu’, Ayşe Uluçay’ın görünmez emeği üzerinde yükselmiş ve hayallerini üretmiştir. Bu bağlamda Güliz Sağlam’ın belgeseli, Uluçay’ı saran “sihirli aura” perdesini araladığı; sanatın nasıl üretildiğine ve büyük sanat yapıtlarının nasıl ortaya çıktığına dair miti[v] incelediği için büyük önem taşıyor. (GY/YY)
Dipnotlar:
[i] Ahmet Uluçay Hazırlayan Ayşe Pay Küre Yayınları İstanbul ss148-150
[ii] Celil Civan (2011), “Yalnız Çocuklar Kırık Hayaller” Ahmet Uluçay Hazırlayan Ayşe Pay Küre Yayınları İstanbul sf 41
[iii] Civan (2011) sf 45
[iv] Bkz. Civan (2011) ss 37-45
[v] Ahu Antmen (2010) Sanat / Cinsiyet İletişim Yayınları İstanbul sf.129 ve 130