Başlığı barış olsaydı diye seçtim. Ve bu yazıda Kolombiya’da yürürlükte olan “barış” üzerinden Türkiye’deki “barış”ın olası bir halini düşünmeye çalıştım. Daha önce “Kolombiya Barış Süreci ve İmralı Notları” başlıklı yazıda Kolombiya’da bir barış anlaşması imzalanabilirken neden Türkiye’de bunun yapılamadığını anlatmayı denemiştim. Bunu sürdürmek istedim.
Yeniden bu tartışmayı açmamın asıl nedeni ise Türkiye’de gerçekleşen “yerel” seçimlerde, “kazandıranın ve kaybettirenin” Kürtler olduğunun netleşmesi sonrası, iktidar blokunun yaşadığı sarsıntı ve bunun Kürt politikasında bir değişikliğe yol açıp açmayacağının konuşulmaya başlanması oldu. Gerek Ayhan Bilgen’le İrfan Aktan’ın yaptığı röportaja(1) gerekse de Fehim Taştekin’in soruşturmasına(2) yansıyan satırlara baktığımızda Kürtlere dönük “yumuşama, yeniden müzakere” gibi başlıklar etrafında ciddi bir beklenti yok. Bu daha çok Ortadoğu konjonktürü ve Türkiye’nin iç siyasetindeki köklü değişikliklere koşut olarak var olabilecek bir olasılık dahilinde görülüyor.
Buna ilaveten Abdullah Öcalan’ın da çeşitli vesilelerle ifade ettiği üzere ve özellikle bugünün ABD-İsrail ikilisinin İran siyaseti bağlamında Kürt sorunun çözümsüz kalması, bölge halklarının birbirini boğazlayan bir köleler yumağı olarak yaşamaları uluslararası güçler için elzem desek yeridir.(3)
Peki öyle ya da böyle bir barış anlaşması imzalansaydı ne olurdu?
Barış değil katliam kampanyası
Bunu farklı bir tarihsel örnek olmakla birlikte bazı ortak noktaları da olan Kolombiya’nın “barış”ı üzerinden tartışmaya çalışalım. Başlangıcı itibarıyla “Eksik barış” diye nitelenen ve bugün de “Öldüren barış” a dönüşmüş bir süreçten bahsettiğimizi daha önceki yazılar da anmıştım. Maalesef Kolombiya için bu “ölümcül” halden bir sapma yok. Barış anlaşmasının yürürlüğe girmesinden (1 Aralık 2016) bu yana yüze yakın silah bırakmış eski gerilla öldürülürken, katledilen sosyal lider sayısı 500’lü rakamlara ulaştı. Son olarak Chocó eyaletinde Aquileo Mechece isimli bir yerli lideri katledildi. Mechece Kolombiya Ulusal Yerli Organizasyonu(ONIC) yöneticilerindendi. ONIC Kasım ayından bu yana Mechece için koruma istediklerini, tehditler aldığını ama hükümetin bir adım atmadığını açıkladı. BM İnsan Hakları Komisyonu bir mesaj yayımlayarak bir an önce sorumluların bulunmasını istedi. Saldırının paramiliter gruplarca yapıldığı sanılıyor.
Yerlilere dönük devlet teröründe de artış var. Geçtiğimiz günlerde Cauca eyaletinde protesto yapan bir yerli grubuna yapılan bombalı saldırıda 9’u hayatını kaybetti 15 kişi de yaralandı. Yine aynı günlerde uçaklarla yerli köyleri bombalandı. Cali kentinde bunları protesto eden öğrencilere polis ateş açtı, biri hayatını kaybederken, 5’i yaralandı.
Yerlilere dönük saldırıların temelinde, bu bölgelerde koka üretiminin artırılması ve aynı zamanda yasa dışı yeni maden alanları açılması arayışı var. Bu yüzden yerlileri topraklarından göç ettirmek için devlet destekli baskı politikaları yürürlükte.
Yerlilere ve sosyal liderlere karşı saldırılar nihayet uluslararası kamuoyunun harekete geçiriyor. Geçtiğimiz haftalarda insan hakları örgütleri Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nun dikkatini eylem yaparak çekmeye çalıştılar. Kaybedilen insan canı yanında bu türden sınırlı tepkilerin ne kadar etkisi olur belirsiz. Fakat gerek BM gerekse de bu sürece şu ya da bu ölçüde dahil olan devletlerin ABD destekli Kolombiya oligarşisinin geliştirdiği barış karşıtı politikaları bertaraf etmede bir hayli yetersiz kaldığı gözlemleniyor.
FARC liderlerinden Jesús Santrich’in rehine olarak alınması bir yılını doldurdu. Uyuşturucu kaçakçılığına dair halen ciddi bir kanıt sunulmuş değil. ABD savcıları tarafından başlatılan soruşturma ile “iadesi” (saçma bir tanımlama) istenmekte. Bu durum yasal FARC’ı önemli ölçüde kilitliyor. Yaptıkları politik faaliyetin odağı kaçınılmaz olarak Santrich’in serbest bırakılması üzerine şekilleniyor.
Bu başlıkta bir diğer önemli gelişme Duque hükümetinin barış sonrası süreci ilerletmek amacıyla kurulan özel yetkili mahkemeleri lağvetme girişimi. Duque, insanlığa karşı suç işlemiş olan paramiliter güçleri ve askerleri korumak, yargılanmalarını engellemek için bu hamleyi yapıyor. Buna karşı uluslararası tepkiler yoğun.
ELN ile barış ise artık önemli ölçüde bir hayal. ELN müzakere heyeti Havana’da beklemeyi sürdürüyor. Devlet Başkanı Duque’nin ise bu konuda pozitif bir adım atmaya niyeti olmadığı geçen Ağustos’ta koltuğa oturmasından bu yana açık. Ülkenin çeşitli kesimlerinde ELN gerillaları ve ordu arasında son dönemde daha sık çatışma yaşanıyor. ELN sabotaj eylemelerinde de artış göze çarpıyor. Buna rağmen ELN Paskalya haftasında tek taraflı ateşkes ilan etti.
Bir başka dokunaklı haber de kendi dışında dünyanın geri kalanı hakkında bir şey bilmeyen/bilmemeyi tercih eden Amerikan şerifinden. Trump “really good guy” diye andığı Duque için "O başkan olalı beri Kolombiya'nın kokain üretimi yüzde 50 artı” diye buyurmuş. Daha önce Santos döneminde “barış” sonrası kokain üretimin yüzde 40’lar civarında çoğaldığı haberlere yansımıştı. Bu bilgiler doğruysa “barış”ın kokain üretimini en az yüzde yüz düzeyinde artırdığı, bazı kartellerin ve onların kuzeydeki müşterilerinin bu işlere bir hayli sevindikleri söylenebilir. Barışın “kafa yaptığı” kesin ama burada bunun kimlerin kafası ve nasıl olduğu sanırım daha önemli.
Kolombiya konusunda malum Amerikan sakızı “gerillalar narkotik işlerini yapıyor”u da artık çöpe atmanın zamanı geldi. Peki kim organize ediyor?
Sonuçta FARC’la yapılan barış Kolombiya oligarşisinin ustalığını gösterdi, daha önce “suya götürüp susuz getirme” siyaseti diye ifade ettiğim FARC’ı tasfiye etme hedefi büyük oranda amacına ulaştı.(4) ABD ise Kolombiya’yı bölgede kendi hegemonyasını kurma doğrultusunda daha işlevsel kullanabilecek bir kıvama getirdi. Bir anlamda sürmekte olan paylaşım savaşının Kolombiya cephesinde kazandı denilebilir.
Ebette yukarıda söylediklerim sadece şimdilik kaydıyla geçerli olan şeyler, insanların özgürlük, eşitlik, adalet arayışı bitmediği sürece, yeni bir dünya yaratma umudu da bitmez.
Barışın asgari koşulları
Bu kısımda Kolombiya barışının neden başarısız olduğundan hareketle Türkiye’deki olası barışın da asgari koşullarını tartışmaya çalışacağım.
Öncelikle geçmiş dönemde hem Kolombiya hem de Türkiye’de “barış” isteyenlerin başarısız olduğunun altını çizmeliyim. Burada karşı taraftakilerin niyeti, zalimliği bir yana (bu zaten biliniyor) asıl olarak barış politikalarını hakim kılmada bizlerin başarısız olduğunu görmemiz gerekir. Çünkü en nihayetinde barış da bahşedilen bir şey değil, bir mücadele dahilinde kazanılabilir ancak.
Sürdürülebilir bir barışın asgari koşullarına gelince;
1- Karşılıklı silah bırakma
Şimdi bir kısım okuyucuya bu başlığın, özellikle devletten böyle bir şey talep etmenin saçma geleceğinden eminim. Fakat bir ülkede kendi halkına karşı iç savaş başlatmış bir devlet yapısı varsa öncelikle devletin ve bu devleti şekillendiren temel konseptin değişmesi gerekir. Bu savaş Kolombiya için 9 Nisan 1948’de sosyal demokrat politikacı Jorge Eliécer Gaitán’ı katlederek başlatılan ve halen devam eden iç savaş sürecidir. Hatırlayalım, bugünkü savaşın faili olarak görülen/gösterilmeye çalışılan FARC ve ELN 1964 kurulmuştur.
Türkiye için cumhuriyet döneminde düzenlenen toplu katliamlar bir yana 60’lı yılların son periyodundan itibaren sistematik bir biçimde kontrgerilla taktikleriyle, darbelerle desteklenen bir iç savaş süreci başlatılmıştır. 12 Mart, 12 Eylül darbeleri, Mamak, Metris ve Diyarbakır gibi zindanlarda uygulanan zulüm, işkence doğrudan bu iç savaş sürecinin parçasıdır. Ve bu halkları teslim alma savaşı her gün yeni boyutlar kazanarak devam etmekte. PKK 1978’de kurulmuş, silahlı mücadeleye ise 1984’te başlamıştır.
Bugün elbette Türkiye yönetimi nezdinde daha berbat bir “akıl”la karşı karşıyayız. Bu emperyal güç olmayı hedefleyen, bunun için IŞİD dahil bölgedeki çetelerle iş birliği yapan, Suriye ve Irak topraklarında belli bölgeleri işgal etmiş olan, kendisi giderek paramiliter organizasyona dönüşen bir zihniyet. Tabii ki öncelikle bu politikalardan yüz geri edilmelidir.
Kısaca her ikisi de bölgelerindeki en büyük askeri güç olan Kolombiya ve Türkiye orduları öncelikle kendi halklarına karşı bir savaş örgütü olmaktan çıkarılmalıdır. Paramiliter tüm gruplar silahsızlandırılmalıdır, yargılanmalıdır.
2- Demokratikleşme
Kolombiya ve Türkiye’nin 1950’lerdeki yöneticileri nasıl Kore Savaşı’na asker göndermekte tereddüt etmemişlerse ABD’nin dünya çapında desteklediği ve organize ettiği “soğuk savaş” politikalarına da balıklama daldılar. Bugün her iki ülkede de devleti şekillendiren temel saikler hala önemli ölçüde o döneme aittir.
Solu yok edilmesi gereken bir şey olarak gören, son seçimlerde solun devlet başkanı adayı ve 8 milyondan fazla kişinin oyunu almış olan Gustavo Petro’nun bile her gün ölüm tehditleri aldığı bir ortamda nasıl barış olabilir?
Türkiye’de ise gerçek bir barış için öncelikle geçmiş masaya yatırılmak durumunda. Ermeni Soykırımı’ndan başlayarak daha sonra halklara dönük gerçekleştirilen bütün katliamlarla ilgili özür dilenmeli, bundan doğan yasal ve vicdani bütün sorumluluklar yerine getirilmeli.
Asgari burjuva demokratik haklar( oy hakkı, seçme seçilme, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi) güvence altına alınmalı, ülke genelinde kendini yönetme pratiklerini ön plana çıkaran bir yerel yönetim düzenlenmesi yapılmalı. Tabii böyle bir politik yaşamda mevcut alaturka başkanlık sistemi türünden ucubelere yer yok.
Kürt halkının toplumsal varlığı tanınmalı ve bundan doğan hakları(ayrılma hakkı da dahil) anayasal güvence altına alınmalı.
3- Toplumsal katılım
Kolombiya barış sürecinin gösterdiği en önemli şeylerden biri de siz ne kadar yasal düzenleme yaparsanız yapın, bunları her gün savunacak, hayata geçirecek bir toplumsal güç ve zemin olmadığı sürece barışın ilerleme olasılığı yok. Bunun için barış anlaşması imzalanması ve sonrası barışa uygun bir yaşam kurmak için çok yönlü gayretler olmak zorunda. Bunun ekonomik boyutları da düşünülmeli, hem eski savaşçıların toplumsal katılımı hem de yerel toplulukların mağduriyetlerinin giderilmesi için kalıcı kooperatif tarzı organizasyonlar yaratarak bu süreç yürütülebilir. Kolombiya’da bunun çeşitli örnekleri var.
Yukarıda yazdıklarımı mutlaka eksik, yanlış bulanlar olacaktır. Ölüm sınırına dayanmış vatandaşlarının yaptığı açlık grevine dahi kulak asmayan bir iktidarın varlığında bu yazılanları fazla uçuk-kaçık diye niteleyenler de olacaktır.
Yazılanların “hayalci” olduğuna katılıyorum, fakat söz konusu olan hepimizin biricik yaşamı ve gelecek nesillerin de bu yaşamı nasıl sürdüreceğiyse en azından bunun uğruna mücadele etmeye değmez mi, ne dersiniz? (AS/HK)
(2) Turkey Who Will Rescue Erdogan Maybe Kurds - al-monitor.com
(3) ABD’nin yeni Ankara Büyükelçi adayı David Satterfield, “Türkiye’nin PKK terörüyle ilgili meşru kaygıları var. Biz de Türkiye gibi PKK’yı terör örgütü olarak görüyoruz. Masum Türkleri hedef alan bu örgüte karşı Türkiye ile ortaklığımızı pek çok düzeyde ve operasyonel anlamda sürdürüyoruz. Türkiye’nin Kürt toplumunu tamamıyla Türk toplumuna entegre etmesi çabalarını memnuniyetle karşıladık. O anlamda olumlu adımlar atıldı. PKK ve terör konusunda aynı pozisyondayız. Türkiye’nin bu anlamda son derece meşru kaygıları var” dedi. (D. Satterfield, Senato Dış İlişkiler Komisyonu sorgusu- 11 Nisan 2019)
Satterfield tarafından söylenenler ABD politik elitince “Kürt sorunu” diye ifade edilen durumun, anlaşılmadığı/anlamazdan gelindiği, statükocu düşünüldüğü, Türkiye’de Kürtlerin asimilasyonunun tek çare olarak görüldüğünü belgeler nitelikte.
(4) Son bir yıl içinde FARC’la yapılan barış anlaşmasını kabul etmeyen ya da entegrasyon kamplarından ayrılan merkez ve güney-batı bloklarına bağlı yaklaşık 1500 gerilla yeniden organize oldu. Ordunun yaptığı operasyonlar dışında doğrudan çatışma haberlerine konu olmuyorlar. Son olarak ülkenin güneyinde bulunan Guaviare eyaletinde turizm faaliyetlerini yasakladılar. Bölgede 12 bin yıl yaşında olduğu tahmin edilen dünya tarihi açısından şaşırtıcı bir örnek olan Serrania La Lindosa isimli arkeolojik alan bulunuyor.
Belçika’nın başkenti Brüksel’de Suriye'ye destek konulu konferansın dokuzuncusunu düzenlendi.
Avrupa Birliği'nin (AB), “Suriye’de geçiş sürecinin başarıya ulaşmasını sağlamaya yönelik ihtiyaçların karşılanması” temasıyla düzenlediği konferansa, Suriye adına Dışişleri Bakanı Esad Hasan Şeybani, bazı Avrupa ülkeleri, Türkiye, bazı Arap ülkeleri ve Birleşmiş Milletler (BM) kuruluşları katıldı.
Konferansta konuşan Şeybani, “uluslararası toplumun Suriyelilerin acılarını hafifletmek için daha fazla çaba göstermesi gerektiğini” belirtti.
Şeybani, Suriyelilerin ülkelerine dönüşünü sağlamak ve ekonomiyi canlandırmak için uluslararası desteğe ihtiyaç olduğunu vurguladı.
AB Komisyonunun Akdeniz'den sorumlu üyesi Dubravka Suica, konferansın tüm katılımcıları tarafından taahhüt edilen toplam hibe ve kredi miktarının 5,8 milyar euroya ulaştığını belirtti.
Suica, bunun 4,2 milyar eurosunun hibe, 1,6 milyarının ise kredi olduğunu ifade etti.
Türkiye: Yaptırımlar koşulsuz ve süresiz kaldırılmalı
Konferansta Türkiye’yi temsil eden Dışişleri Bakan Yardımcısı Nuh Yılmaz ise; Suriye’ye uygulanan yaptırımların koşulsuz ve süresiz olarak kaldırılması gerektiğini belirtti.
Yılmaz, Suriye’de istikrarın sağlanabilmesi için ekonomik imkânların geliştirilmesi, istihdam yaratılması ve yerinden edilenlerin dönüşü için yeniden inşa sürecinin desteklenmesi gerektiğini ifade etti. Yılmaz, İsrail saldırılarının da Suriye için tehdit oluşturduğunu söyledi.
AB Komisyonundan konferansın ardından yapılan yazılı açıklamada, şu ifadelere yer verildi:
"AB, 2024'te 8. Brüksel Konferansı'nda Suriye içindeki nüfusu, Suriyeli mültecileri ve Lübnan, Ürdün ve Irak'taki savunmasız ev sahibi toplulukları desteklemek için yaptığı 560 milyon euroluk taahhüdü, bu sene 720,5 milyon euroya çıkardı. Ayrıca, AB bu ülkelere 2026 için 600 milyon euro taahhüt etti. 2025 ve 2026 için Türkiye'deki Suriyeli mültecileri ve savunmasız ev sahibi toplulukları desteklemek için de 1,1 milyar euro taahhüt etti."
Chris Avramidis: Tempi grevi, Yunanistan işçi hareketi tarihine altın harflerle yazıldı
“İki aydır tüm ülkenin Tempi üzerine konuşup harekete geçmesiyle birlikte, adalet taleplerini görmezden gelmek, asgari düzeyde bile itibarını korumak isteyen hiç kimse için artık bir seçenek değil.”
*Atina'daki Sintagma Meydanı'nda bir protestocu, "Adalet olmadan barış olmaz" yazılı döviz taşıyor. (Fotoğraf: Chris Avramidis/X)
28 Şubat 2023’te meydana gelen ve 57 kişinin hayatına mal olan Tempi tren kazasının ikinci yıldönümünde, Yunanistan’da gerçekleşen kitlesel protestolar üzerine konuşmaya devam ediyoruz. İlk söyleşimizde, protestolara katılımı mekân ve müşterekler ekseninde ele alarak mimar ve akademisyen Stavros Stavrides ile görüşmüştük.
Bu söyleşide ise Yunanistanlı gazeteci Chris Avramidis ile kitlesel katılıma dair saha gözlemlerini, polis şiddetini, hükümetin kriz yönetimini ve medyanın tutumunu konuştuk.
Aynı zamanda Selanik Aristoteles Üniversitesi’nde siyaset bilimi alanında doktora öğrencisi olan Avramidis, Jacobin Yunanistan başta olmak üzere birçok mecraya katkıda bulunuyor.
Chris Avramidis, yaşanan toplumsal hareketliliğin Yunanistan toplumunun geleceğine dair önemli ipuçları sunduğunu vurguluyor.
“Yunanistan tarihindeki en geniş katılımlı protesto”
Tempi tren kazasının ikinci yıldönümünde, özellikle Atina’da ve ülkenin diğer bölgelerinde neler yaşandı? Siz neredeydiniz ve ne gibi gelişmelere tanıklık ettiniz?
Tempi tren kazasının ikinci yıldönümünde yaşananlar, hayatımız boyunca hiç tanık olmadığımız türden bir olaydı. Yapılan tahminlere göre, sadece Yunanistan içindeki protesto gösterilerini dikkate alsak bile, muhtemelen Yunan devlet tarihindeki en geniş katılımla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Pek çok tahmin, bu protestoların, diktatörlüğün düşüşünden sonra gerçekleşen gösterilerden bile daha büyük olduğunu öne sürüyor. Özellikle siyasi dinamiklerin, genellikle daha muhafazakâr olduğu kırsal bölgelerdeki protestoların hem ölçeği hem de niteliği açısından bu denli büyük ve benzersiz bir hareketlilik daha önce hiç görülmemişti.
Bir diğer dikkat çekici nokta ise kesinlikle daha önce hiç tanık olmadığımız bir gelişmeydi: Dünya çapındaki pek çok şehirde, Yunan toplulukları destekçileriyle bir araya gelerek protesto gösterileri düzenledi. Avustralya’dan Çin’e, Kanada’ya kadar uzanan coğrafyalarda paylaşılan sayısız fotoğraf ve video, binlerce insanın adalet taleplerini haykırdığını ve bu suçun sorumluluğunu örtbas etme girişimlerini reddettiğini açıkça ortaya koydu.
*Faroe Adaları'ndan paylaşılan "Yunanistan için adalet" mesajı. (Fotoğraf: Chris Avramidis/X)
Kişisel olarak, Atina’daki gösterilere katıldım ve oradaki olayları takip ettim; kalabalığın muazzam büyüklüğü nedeniyle şehrin bir ucundan diğerine geçmek neredeyse imkânsızdı. O gün toplu taşıma işçileri greve gitti ancak mağdurların aileleriyle koordineli bir şekilde, insanların gösterilere ulaşabilmesi için bazı hatlar çalışmaya devam etti. Yine de katılım öyle fazlaydı ki, toplu taşıma kapasitesini aştı ve binlerce kişi kentin dört bir yanından kilometrelerce yürüyerek Sintagma Meydanı’na ulaştı. Drone görüntülerine bakıldığında, kent merkezindeki devasa protestocu kitlesine doğru akıp giden insan seli açıkça görülüyordu.
Çarpıcı olan şu ki, bu sıradan bir protesto gösterisi değildi. Hareket, bir iş gününde gerçekleşti; yani katılım için insanların grev yapması gerekiyordu. Artan yaşam maliyetleri ve geçim sıkıntısına rağmen milyonlar, bu fedakârlığı göze aldı. Bir günlük ücretlerinden feragat ederek direnişe katılmayı seçtiler. Bu durum, ülke tarihinin en büyük grevi olarak işçi hareketi tarihine altın harflerle yazıldı.
Selanik’te ve özellikle Atina’da polis, protestoculara şiddetle saldırıp çok sayıda kişiyi gözaltına aldı. Kimi zaman öfkeli yüzlerce göstericiyle yaşanan çatışmalara tepki olarak, kimi zamansa hiçbir kışkırtma olmaksızın polis, gösterileri dağıtmak için her türlü yönteme başvurdu. Böylece uzun zamandır görmediğimiz bir sahne ortaya çıktı: Polis baskısının acımasızlığına rağmen binlerce kişi saatlerce alanda kalıp, meclis önünde eylemi sürdürmekte ısrar etti. Gün boyunca polis şiddetinin kaydedildiği videolar ülke çapında paylaşıldı. Hükümet, kendisine yöneltilen soruları yanıtlarken polisi tamamen savundu; onlarca videoda açıkça görülen hak ihlallerine rağmen, polisin “sakin ve profesyonel” davrandığını iddia etti. Doğal olarak, bu tutum hükümetin önümüzdeki günlerdeki gösterilerde polis müdahalelerine yeşil ışık yakması anlamına geliyordu.
Σε αυτό το βίντεο μπορεί κανείς να καταλάβει γιατί απαγορεύτηκαν τα Drones. Είναι η μεγαλύτερη απεργία στην ιστορία του ελληνικού κράτους;#Τεμπη#28φλεβαρηpic.twitter.com/qYhMoG3dGe
“Ana akım medya bile rüzgâra kapılmak zorunda kaldı”
Bu protestolar ve genel grev, Yunanistan’daki ana akım medyada nasıl yer aldı? Haberlerin sunumunda, kazanın sorumluluğunu veya hükümetin tutumunu sorgulayan eleştirel bir çerçeveye rastladınız mı?
Kamuoyundaki öfke öyle bir boyuta ulaştı ki, sonunda ana akım medya bile bu rüzgâra kapılmak zorunda kaldı. Demiryolu sistemini tehlikeye atan kararlar ve ardından sorumlulukları örtbas etme çabaları herkesin büyük bir öfkeyle tartıştığı bir noktaya gelince, egemen medya kuruluşları da konuyu görmezden gelemedi. Tek istisna, yayınlarında meseleyi hafife alıp örtbas etmeye devam eden devlet kanalıydı.
Elbette protestolara ve mağdur yakınlarının taleplerine karşı çıkan gazeteciler de vardı; ancak sayıları çok azdı ve kamuoyu tartışmalarını etkileme imkânları neredeyse yoktu. Bu noktaya gelmeden önceyse, ana akım medyanın büyük bölümü başlangıçta hükümetin söylemiyle paralel ilerledi. Bunu açık bir propaganda şeklinde değil, daha çok sessizlik ve görmezden gelme yoluyla yaptılar. En şok edici ses kayıtlarından biri -kaza anından hemen sonra bir yolcunun kaydedilen sesi- mağdur ailelerin ısrarlı çağrılarına rağmen yayımlanmak için aylarca bekledi. Bu kayıt, daha küçük medya kuruluşları ve sosyal medya kullanıcıları tarafından yaygın biçimde paylaşılana dek ülke çapında pek ilgi görmedi. Ancak bundan sonra büyük medya kanalları da haberi yayımlayarak tüm ülkenin duymasını sağladı. O ana dek egemen medya, “Tempi’yi hâlâ kim umursar ki?” diyen hükümet tutumuyla aynı çizgideydi.
*Atina'da yüz binlerin katılımıyla gerçekleşen Tempi grevi, 28 Şubat 2025. (Fotoğraf: Yiorgos Vassalos/X)
Parlamento soruşturması başlatılıp, sorumluluğu örtbas etmeye yönelik açık girişimler ortaya çıktığında, ana akım medya büyük ölçüde bunu görmezden geldi. Devlet kanalı ise, görünmez bir sansür elinin yönlendirmesi altındaymışçasına hareket ederek, mağdur ailelerinin eylemlerinden halkın haberdar olmasını engellemek için her türlü çabayı gösterdi.
Ana akım medyanın tutumu, zaman içinde değişen koşullara uyum sağlayarak evrildi. Kamuoyu baskısı öyle bir noktaya ulaştı ki, meseleyi görmezden gelmek itibar kaybına neden olacağından, medya konuyu ele almak zorunda kaldı ancak çoğunlukla belirli bir çerçevede yansıttı. Trajedinin ilk günlerinde hem hükümet hem de medya, kazanın faturasını istasyon görevlisinin bireysel hatalarına keserek, bozuk güvenlik sistemlerinin ve kronik personel yetersizliğinin payını neredeyse yok saydılar. Bu eksiklikler, 28 Şubat 2023’te karmaşık bir gece vardiyasının tek bir istasyon şefinin sorumluluğuna bırakılmasına neden olmuştu. Sonrasında, kamuoyundaki öfke büyüdükçe medya, güvenlik sorunlarını vurgulamak zorunda kaldı -ancak yalnızca sokaklarda protestolar sürdüğü sürece. Gösteriler azalmaya başlayınca ise, medya kolektif hafızayı silmeye yönelik bir stratejiye yöneldi.
İki aydır tüm ülkenin Tempi üzerine konuşup harekete geçmesiyle birlikte, adalet taleplerini görmezden gelmek, asgari düzeyde bile itibarını korumak isteyen hiç kimse için artık bir seçenek değil.
Fotoğraf: Chris Avramidis/X
“Hareketi tetikleyen kıvılcım, ortaya çıkan ses kaydıydı”
Tempi kazasının ikinci yıl dönümde böylesine kalabalık bir kitlenin sokağa çıkmasını neye bağlıyorsunuz? Bu kadar büyük bir kitlesel katılımın ardında hangi toplumsal, ekonomik veya siyasal dinamikler yatıyor?
Bu gösterilere yönelik olağanüstü katılımın, önümüzdeki yıllarda kapsamlı çalışmalara konu olacağı kesin. Özellikle son iki yılda, bir iki istisna dışında, diğer tüm eylemlerin ancak orta ya da oldukça düşük katılımla gerçekleştiği düşünülürse, bu durum daha da dikkat çekici hâle geliyor.
Hiç kuşku yok ki bu hareketi tetikleyen kıvılcım, 26 Ocak’taki ilk büyük mitingden birkaç hafta sonra ortaya çıkan o tüyler ürpertici ses kaydıydı. Kayıtta, öğrenci yolcu Fratzeska’nın, beraber yolculuk ettiği çocukluk arkadaşı Marthi’yle yangın kendilerine yaklaşırken konuştuğu duyuluyor. Kayıt, Fratzeska’nın “Marthi, seni seviyorum” sözleriyle son buluyor. Bu an, ikisinin de hayattaki son dakikasıydı.
Bununla birlikte, bundan önce de Yunan toplumunun geniş kesimlerinde, gerek hükümetin Tempi felaketini yönetme biçimine, gerekse özellikle orta ve alt gelir gruplarını etkileyen kötüleşen ekonomik koşullara bağlı olarak derin bir öfke birikmişti. İnsanlar yıllarca, hükümetin sorumluluğu örtbas etme çabalarını çaresizce izledi. Yetkililer, olay yerindeki kritik adli kanıtları toplamadan bölgeyi aceleyle molozla doldurarak büyük bir skandala imza attı. Bu yüzden bazı insan kalıntıları kayboldu ve aileler, sevdiklerinden geriye bir şey kalıp kalmadığını asla bilemedikleri için sonsuz bir acıya mahkûm oldu. Bir öğrenciye ait beden ise tamamen kaybedildi, ondan geriye hiçbir iz bulunamadı.
Σε αυτό το βίντεο μπορεί κανείς να καταλάβει γιατί απαγορεύτηκαν τα Drones. Είναι η μεγαλύτερη απεργία στην ιστορία του ελληνικού κράτους;#Τεμπη#28φλεβαρηpic.twitter.com/qYhMoG3dGe
Yükleniciler, medya ve yargı arasındaki derin ve iç içe ilişkiler
Demiryolu işçileri sendikalarının, altyapı yetersizliği, personel eksikliği ve güvenlik açıkları gibi kritik konuları uzun süredir gündeme taşıdıkları belirtiliyor. Bu uyarıların uzun yıllar boyunca karşılık bulmamasında hangi çıkar grupları veya siyasal hesaplar rol oynamış olabilir? Miçotakis öncesi dönemi de dâhil edersek, bu iyileştirmelerin neden bugüne kadar hayata geçirilmediğini nasıl açıklarsınız?
Güvenlik sistemleri, bazı kişilerin bu gecikmelerden büyük kazanç sağlaması ve diğerlerinin de buna göz yumması nedeniyle hayata geçirilmedi. Örneğin, demiryolu güvenlik sistemlerine ilişkin önemli anlaşmalardan biri olan kötü şöhretli 717 numaralı sözleşmeye dokuz kez ek süre tanındı; üstelik yükleniciler devletten ek ödemeler de aldı. Avrupa Kamu Savcılığı Ofisi, bu sözleşmenin uygulanmış olması durumunda kazanın kesinlikle önlenebileceğini vurgularken, suçlanan tarafların yüklenici konsorsiyumunun mali çıkarlarına hizmet ettiğini ileri sürdü.
Bu tablo, güçlü yükleniciler, medya ve yargı arasındaki derin ve iç içe ilişkileri gözler önüne seriyor. Birçok medya kuruluşu, reklam gelirine bağlı olduğu bu güçlü yüklenicilerden nasıl bağımsız davranıp demiryolu işçilerinin uyarılarını gereğince yansıtabilir ki? Üstelik mülkiyet yapıları aynı seçkin çevrelerle iç içeyken, bu uyarıları kamuoyuna taşımak başlı başına bir soru işaretine dönüşüyor. Bir başka kritik sorun da yargı sisteminde yatıyor. Mahkeme kararlarının meşhur gecikmeleri ve yüklenicilerin neredeyse garanti biçimde aklanması, bu şirketlerin kârlarını koruyarak Yunan kapitalizminde sürekli tekrarlayan bir döngü yaratıyor.
Selanik Metrosu’nun 1 milyar avro yerine 3 milyar avroya mal olması buna çarpıcı bir örnek; daha küçük projelerde de tablo aynı. Proje kapsamındaki bölümlerle ilgili olarak yükleniciler veya yüklenicilerle devlet arasında çıkan anlaşmazlıklar, er geç yüklenicilerin cebine yarayacak biçimde sonuçlanıyor. Dava açılıyor, yargı kararı geciktikçe proje askıda kalıyor, denetleyici kurumlar ise çoğu kez personel yetersizliği nedeniyle büyük yüklenicileri yeterince izleyemiyor. Sonunda karar çıktığında, genellikle yüklenicilere ek tazminat ödenmesi kararlaştırılıyor. Bu da en nihayetinde patlama noktasına gelene kadar aynı döngünün tekrar tekrar yaşanmasına yol açıyor.
Fotoğraf: Chris Avramidis/X
Bu meselenin bir diğer boyutu da demiryolu işçilerinin grevlerinin, yargı tarafından devamlı olarak yasadışı ilan edilmesi. Bu durum kısmen iç siyasi dengelerden, ama esasen art arda uygulanan neoliberal politikaların dayattığı emek karşıtı yasal çerçeveden kaynaklanıyor.
Tüm bunlar, 2010-2015 arasında neoliberal kemer sıkma önlemleri sırasında derinleşen ve şu anki Kiryakos Miçotakis’in neoliberal hükümeti altında daha da kötüleşen Yunan devletinin yapısal sorunları.
Sistemik çöküşün uzun vadeli bir örneği, 2007’de Avrupa Birliği baskısıyla demiryolu sektörünün birden fazla birime bölünmesi. Sonrasında, yolcu taşımacılığı ve yük operasyonlarının büyük kısmı özelleştirilirken, altyapı sorumlusu OSE devlette kaldı ancak kemer sıkma politikaları nedeniyle fonları kesildi. Bu, sorumlulukların belirsizleşmesine, çıkar çatışmalarına ve felaket düzeyinde bir yetki karmaşasına yol açtı. Örneğin, Avrupa Tren Kontrol Sistemi (ETCS) ve GSM-R iletişim sistemi, 2023’e kadar bile kurulmadı ve bugün hâlâ eksik. Bu başarısızlık, doğrudan sektörün parçalanmışlığından ve farklı birimlerin önceliklerinin çatışmasından kaynaklanıyor.
Örneğin, özel yolcu taşımacılığı hizmeti veren Hellenic Train, yatırım yapmaktan kaçınarak düşük güvenlik standartlarına sahip eski tren vagonlarıyla seferlerini sürdürüyor. Üstelik, Hellenic Train her yıl işletmeyi sürdürmek için devletten on milyonlarca avro sübvansiyon alıyor. Buna karşılık, altyapıdan sorumlu kamu kuruluşu OSE, 2022’de Miçotakis hükümetinden yalnızca 25 milyon avro fon aldı; oysa ihtiyaç en az 50 milyon avroydu.
Bir diğer kritik sorun, kronik personel eksikliği. OSE’de doldurulması gereken 2.100 daimi pozisyondan, 2023’te kaza meydana geldiğinde yalnızca üçte biri doluydu. Şok edici olan, bu trajediye rağmen son iki yılda bu sayının %25 daha azalmış olması. Bu da, neoliberal politikaların kamu güvenliği ve altyapı üzerindeki etkisinin boyutunu gösteriyor.
“Hükümet elle tutulur bir adım atmıyor”
Kimi gözlemcilere göre, Miçotakis Hükümeti iktidara geldiğinden bu yana ilk kez bu ölçüde ciddi bir siyasi baskı altında. Sizce hükümet, tren kazasının yarattığı toplumsal öfkeyle nasıl başa çıkmaya çalışıyor ve gerçekten de ciddi bir zayıflama söz konusu mu?
Hükümetin gerilemesi inkâr edilemez. Anketlerde tahmini oy oranı, yıllardır ilk kez %25’in altına düşmüş durumda ve hatta Yeni Demokrasi seçmenlerinin yarısı bile bir örtbas yaşandığına inanıyor.
Hükümetin tepkisini analiz etmek zor, çünkü son bir ay içinde siyasi duruşunu dört-beş kez değiştirerek sert sağ söylem ile daha uzlaşmacı tonlar arasında gidip geldi. Kimi zaman mağdurların ailelerine karşı dahi sert bir tavır aldı, kimi zaman da protestoların aslında hükümetin “Yunanistan’ı daha da ileriye taşıma” çalışmalarının sürmesini talep ettiğini iddia etti. Bu açıklama, Başbakan’ın kendisine karşı düzenlenen protestoları destek olarak yorumladığı izlenimi yarattığı için geniş çapta alay konusu oldu.
Her halükârda hükümet, sorumluluktan tamamen sıyrılma tutumunu yumuşatmış görünüyor ve artık gerçekten de birtakım eksiklikler olduğunu kabul ediyor. Patlama ve yangını ağırlaştırdığı iddia edilen yasadışı kargo meselesine gelince, hükümet bundan bir yıl önce bu iddiaları “komplo teorisi” olarak nitelendirmişti. Şimdiyse, bu olasılığın aslında doğru olabileceğini kabul etmiş bulunuyor.
Bu söylem değişiklikleri, Yeni Demokrasi içindeki güç dengelerinin bir yansıması gibi görünüyor: Daha aşırı sağ kanatlar saldırgan bir tutum benimserken, daha ılımlı sesler devreye girip daha yumuşak açıklamalar yapıyor.
Ne var ki, bütün bunlara rağmen Yeni Demokrasi, demiryolu sistemini iyileştirmek için elle tutulur bir adım atmıyor. Üstelik biz gazeteciler bu konuyu sorduğumuzda, hedef tahtasına konan taraf biz oluyoruz.
Fotoğraf: Chris Avramidis/X
“Bugün devam eden hareket kritik öneme sahip”
Muhalefet partilerinin, tren kazasına dair siyasi sorumluluğu hükümete yükleme ve protestolarla dayanışma noktasındaki tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce muhalefet, bu süreci etkin biçimde yöneten bir strateji ortaya koyabildi mi, yoksa beklenenden daha mı pasif kaldı?
Şüphesiz muhalefet partilerinin çoğu bu gelişmelerde bir fırsat görüyor ve protestolara katılım çağrısı yapıyor. Yine de her parti, kendi siyasi gündemine uyacak şekilde hareketi yönlendirmeye çalışırken, geçmiş siyasi tercihlerini ya da güçlü ekonomik çıkarlara meydan okuyabilecek hassas konuları açıkça dile getirmekten kaçınıyor.
2008 Krizi’nden bu yana Yunanistan’ın, güçlü bir sokak protestosu geleneğine sahip olduğu biliniyor. Toplumsal hareketler, grevler ve gösteriler, siyasi ve ekonomik yapıda somut bir değişim yaratabildi mi? Sizce bu son protesto dalgası, ülkenin geleceği üzerinde dönüştürücü bir etkiye sahip olacak mı?
2010’dan 2015’e kadar Yunanistan’da yaşam standartları, dünyanın başka hiçbir yerinde olmadığı kadar sert bir düşüş gösterdi. Aynı dönemde, nüfusa oranla en büyük ve en sık protesto dalgalarına da sahne oldu. Bu ağır yenilgi, 2015 referandumunda SYRIZA’nın halkın “memoranduma hayır” oyu vermesine rağmen söz konusu anlaşmayı yine de uygulamasıyla birleşince, emek ve toplumsal hareketlerin gücü büyük ölçüde zayıfladı ve insanlar derin bir hayal kırıklığına sürüklendi.
Nitekim bilimsel araştırmalar (bkz. Altiparmakis[1]) gösteriyor ki, Yunanistan düzenlenen protesto ve kampanya sayısıyla kıyaslandığında toplumsal hareketlerin en çok yenilgi aldığı ülke konumunda. Neo-Nazi Altın Şafak’a karşı yapılan bazı büyük eylemler haricinde, son 15 yıldır bu “yenilgi iklimi”nin değiştiğine dair bir işaret görülmedi. Dolayısıyla, bugün devam eden hareket çok kritik bir önem taşıyor; zira bu hareketin kaderi, kolektif eylemin hâlâ bir anlamı ve kazanma şansı olduğuna yeniden inanmak isteyen milyonlarca insana güçlü bir mesaj verecek.
Dipnot:
[1] Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nde (EUI) Siyaset ve Sosyal Bilimler Bölümü’nde misafir araştırmacı olarak çalışan Argyrios Altiparmakis’in başta Yunanistan olmak üzere toplumsal hareketler üzerine çok sayıda çalışması bulunuyor.
Yazar, çevirmen ve araştırmacı. Medya, bilişim ve toplumsal hareketler ile ilgileniyor. "Maske ve Bayrak", "Gazetecilik Saldırı Altında", "Otomasyon ve İşin Geleceği", "Yapay Zekâya Direnmek", "Sosyal...
Yazar, çevirmen ve araştırmacı. Medya, bilişim ve toplumsal hareketler ile ilgileniyor. "Maske ve Bayrak", "Gazetecilik Saldırı Altında", "Otomasyon ve İşin Geleceği", "Yapay Zekâya Direnmek", "Sosyal Medya: Eleştirel Bir Giriş", "Dijital Kapitalizm Çağında Marx'ı Yeniden Okumak" çevirdiği kitaplar arasında. Bilgisayar mühendisliği bölümü mezunu.