Bu hafta Avusturya-Türkiye maçının olduğu gün bizim yakada Kolombiya-Brezilya karşılaşması da oynandı. Maç kıyasıya geçti. Ancak daha çok sonrasından söz edeceğim. Bence o kısmı çok daha önemliydi.
Maç bitince kimse soyunma odasına gitmedi. Sahanın ortasında futbolcular formalarını değiştirdi, kucaklaştılar, şakalaştılar ve uzun uzun sohbet ettiler. Bu arada Brezilya takımının teknik direktörü Dorival Júnior da onlara karıştı. Rakip takımın oyuncuları tek tek tebrik etti. Velhasıl izleyenlere sevinç ve neşe yaydılar. Futbol ya da herhangi bir sporun değerlerinin evrensel olması gerektiğini gösterdiler. “Milli değerler” gibi uydurma, başkasının hakkına tecavüz etmeyi, saldırganlığı, ırkçılığı, faşistliği içeren bir propaganda yarışına girişmediler.
Ancak bugün özellikle Avrupa ve Türkiye’de futbolun işlevi geçmişe nazaran belli bir farklılaşma içinde. Toplumların genelinde ırkçı, ayrımcı düşünceler yaygınlaşırken bu futbolda da karşılığını buluyor. Eskiden Portekiz diktatörü Salazar’ın ülkeyi “Üç F” ile yönettiği söylenirdi. Bugün o üç F’den biri olan futbol sadece bir yönetme aracı değil, özellikle memlekette ve Avrupa’da kitleleri motive ederek faşizmin yaygınlaştırılmasının yollarından biri olarak kullanılıyor. Şu anda devam eden Avrupa Şampiyonası sırasında Almanya farklı ülkelerden gelen holiganların gösterilerine, kavgalarına sahne oluyor. Bu faşist güruhların temel özelliği kendilerinden farklı olanlardan nefret etmeleri. Ülkelerinde de başta göçmenler olmak üzere en zayıf gördükleri etnik, dini herhangi bir grubu düşmanlaştırarak ezmeye çalışmaları.
TC emperyalizmi ve faşizm
Türk devleti emperyalist karakterdedir. Bu başlıkta Suriye’nin önemli bir kısmını beslediği çetelerle birlikte yıllardır işgal altında tutuyor. Burası dolaylı ya da doğrudan TC’nin atadığı bürokratlarca yönetiliyor. Şimdilerde de ise KDP işbirliğinde Irak’ın kuzeyi, yani Başur’da işgal harekâtını genişletiyor. Askeri üslerden sonra dağları, köyleri, şehirleri bombalama, halkı zorla göç ettirme, yol kontrol noktaları kurma (bu kontrol noktalarında üç dilde -Türkçe, Kürtçe ve Arapça- propaganda broşürleri dağıtmak gibi), provokasyon amaçlı yangınlar çıkarmak türünden insanlık ve doğa karşıtı eylemler yapıyorlar. Bu bölgeleri işgal ve ilhakı hedefleyen bir gündemleri var. Karşılarında direniş olmazsa tıpkı Suriye’de olduğu bu işin sonu Hewler’e vali atamaya kadar gidecektir. Bazı devletini çok seven “solcu” muhteremler kıyamasa da bunun adı emperyalistliktir!
Elbette rejim tek yönlü faaliyet yürütmüyor. Sadece kölece çalışacak iş gücüne değil, aynı zamanda onun emperyalist hedeflerini gerçekleştirmek için asker olacak, ölecek genç bedenlere ihtiyacı var. Bunun için önce itaat ve rejimin yaydığı faşist demagojiye iman etmek şart. Özetle rejimin hülyasının, Hitler’in önünde geçit yapan SA kıtaları tablosundan farkı yok. Maalesef bu konuda epey yol kat ettikleri gözüküyor. Son günlerde Türkiye’de göçmenlere dönük geliştirilen pogrom süreci, Suriye’deki çetelerin TSK karşıtı eylemleri ve “kurt işareti” etrafında gelişen tartışmalarda CHP yöneticileri ve bir kısım “solcu” dâhil tam siper faşistlerin yanında tutum alarak ne olduklarını yeterince gösterdiler. Faşist zorbalığa boyun eğerek artık kendileri de faşistleşmeye doğru adım atmış olan bu kesimler aç karınlarını unutup “milli değerler” gibi uydurma, gerçek dışı bahanelere sarılıyorlar. Hatta işi M. Kemal adına söz yumurtlamaya, sahtekarlık yapmaya (“Gereğinden fazla merhamet vatana ihanettir.”) kadar vardırdılar. Gerçi “yalan”a hiç gerek yoktu zaten rahmetlinin başında olduğu yönetimin Hitler ve Mussolini iktidarlarıyla arası hep iyiydi. Ayrıca La Furtuna Pogromu, Dersim Katliamı gibi gerçeklere işaret etseler merhametle ilgisi olmadığını göstermeye yeterdi. Ancak ciddi bir gaflet içine düştüklerini dahi fark edemeyecek ölçüde faşist bir sarhoşluğa kendilerini kaptırmışlar. Zira bugün İsrail yönetimindeki zevat da tıpkı onlar gibi “milli ve dini değerler”inin gereği iddiasıyla Filistin halkını katlediyor. En azından işledikleri soykırım suçu için “kitap”tan gerekçe peydahlıyorlar. Sahi ne farkınız var onlardan?
Bela hepimizin başında
Maalesef her geçen gün dünya çapında insanlığın daha fazla çürüdüğünü görüyoruz. Egemen politikacılar ve sermayedarlar mülkleri ve iktidarlarının varlığını sürdürmek için her tür aşağılık politikaya başvuruyorlar. Bir taraftan kapitalizmin kâr hırsını tatmin için göçmenler “köle emeği” olarak kullanılıyor, aynı zamanda içeride ise göçmenlere düşmanlık örgütlenerek yoksullaşmanın ve ideolojik krizlerinin yarattığı “huzursuzluk” kontrol altına alınıyor. Kapitalizmin çarklarının dönmesi için kurban edilen “göçmen”, faşizmin yaygınlaşmasının da gerekçesine dönüştürülüyor.
Örneğin Fransa’da yükselen faşizmin hikâyesi biraz böyle. Sermayenin çıkarlarını kollamaktan başka bir ülküsü olmayan Macron yönetimi özellikle yakın zamanda “emeklilik reformu” adı altında uyguladığı politikalarla Le Pen taraftarlarından ve burjuvaziden epey aferin aldı. Le Pen taraftarı faşistler açıktan “Fikrimiz iktidarda, biz bile Macron’dan daha iyisini yapamazdık” dediler. Geçen hafta seçimde bozguna uğrayan aynı Macron, Yeni Halk Cephesi’nin olası başarısını engellemek için solla işbirliğini reddedip faşistlerin yolunu açıyor. Sermayenin tercihini gösteriyor, aynı zamanda liberalle faşist arasındaki ayrımı kaldırıyor.
Benzer bir faşist yavanlık İngiltere’de de sergileniyor. Güya İngiltere’de Muhafazakârlar kaybetti, İşçi Partisi kazandı. Peki kim başbakan olacak? Starmer adında eskiden Kraliyet Savcılık Hizmetleri’ne bakan biri. Bu görevi boyunca polis şiddetini, insan hakları ihlallerini devlet adına savunmuş biri. Partisindeki marifeti ise solu tasfiye etmek oldu. Şimdi ise devlete bağlı bir memur, devletin iyiliği için başbakan oldu. Sağcı kepazelik anlaşılan hiç bitmeyecek. ABD, Rusya, Çin, İran, Hindistan gibi daha birçok ülkede “demokrasi” diye sergilenen “mecburiyet rejimi” rezilliklerinden ise hiç bahsetmeye bile gerek yok...
Hayal kurmak
Egemen sağcı politikacılar eşit-özgür bir dünya hayali dahi kurmamıza karşı çıkıyorlar. Bizi kendi kokuşmuş zihinlerinin içine hapsetmeye çalışıyorlar. İnsanlığı toptan “aptallaştırma” pahasına böyle bir yolu tercih ediyorlar. Bütün bu duruma sınırlı da olsa dünya çapında karşı çıkışlar var. Ancak ütopya yoksunluğu bu hareketlerin tepki düzeyinin ötesine geçememesine neden oluyor. Burada stratejik bir tercihte bulunmak gerekir. Elbette “ideoloji” sınıflar mücadelesinin dışında üretilemez, en azından öylesi bizim için anlam ifade eden bir sonuç doğurmaz. Ancak direnenler dar pratikçilik ya da Yeni Üç Dünyacı milliyetçilik türünden yaklaşımlar yerine başkalarıyla paylaşabilecekleri ortak “umut” yaratmayı kendi “acil” işleri olarak pekâlâ tanımlayabilir.
Bitirmeden önce yaygın bir yanılgıya değinmekte yarar var. Olanı biteni anlamak için akademik dünyaya kulak vermek popüler bir alışkanlık. Ancak kimi akademik çevrelerin kavramların tutuculuğuna kendilerini mahkûm ettikleri muhafazakâr yaklaşımların ön açıcı olma olasılığı yok. Öncelikle geçmiş tecrübeyi temsil eden kalıpların ölçü alındığı yerde “yeni”ye, yani şu an olana dair kavrayış zayıf kalıyor. Bunun yanı sıra aynı tutuculuk, kavramlara serüven olanağı tanımıyor ve dolayısıyla yaratıcılığın yerini sürekli tekrarlar içeren askeri bir hiyerarşiyi andıran mantık zinciri alıyor. Değiştirmek değil, korumanın her zaman daha iyi olduğu vaaz edilmiş oluyor. Hâlbuki bir şeyleri değiştirmek istiyorsak “macera”ya da şans tanımak gerekir.
Aynı zamanda bu akademik kesimlerin hiçbir zaman düzenden kopmak gibi bir dertleri olmadığı için en uygun zamanda çark edip rejimin makul esbaplarına bürünüp geçmişte söylediklerini “unutup” hiç utanmadan arzı endam edebiliyorlar. Onlar için “gerçek” değiştirilemezliğin/değiştirilmemesi gerekenin sembolü “iyi”ye dönüşüyor. Sonra/aslında görev için “hazır ol”da bekleyen devlet memurları olduklarını hatırlıyorlar...
(AS/VC)