İklim krizi, her geçen yıl daha da derinleşen ve yıkıcı sonuçları olan insani bir kriz. Bu kapsamda doğada yaratılan geri dönüşümü olmayan erozyon, açık insan hakları ihlalleri doğuruyor. Bu hakların başında yaşam, sağlık, barınma ve mülkiyet gibi daha birçok hak doğrudan ya da dolaylı bir şekilde tehdit altında.
Küresel raporlar, iklim değişikliğinin her yıl yüz binlerce insanın erken ölümüne yol açtığını ve milyonlarca kişinin iklim mültecisi olarak yer değiştirmek zorunda kaldığını ortaya koyuyor.
İklim değişikliği konusunda yeterli farkındalık yaratılamaması ve daha da önemlisi iklimi koruyacak, iklim adaletini sağlayacak somut adımların atılmaması, insanlığın kendi mezarını kendi elleriyle kazdığı bir süreci hızlandırıyor.
Uluslararası Af Örgütü'nün 2024 raporuna göre;
- Devletler, hızlanan iklim değişikliği karşısında sınırlar içinde ve ötesinde insan haklarını koruma yükümlülüklerini yerine getirmekte tamamen başarısız oldu.
- İklim değişikliği doğal olmayan afetleri de daha şiddetli ve olası hale getirerek ölümlerin artmasına, kıtlığa, zorla yerinden edilmelere ve diğer insan hakları zararlarına yol açtı.
İklim krizinin insan hakkı meselesi olarak tanımlanması noktasında bağlayıcı uluslararası yasal beyanlar da söz konusu. Bu bağlamda kurulmuş çeşitli aktivist gruplar, iklim adaletine erişim konusunda ısrarcı. Aynı zamanda uluslararası insan hakları mekanizmalarının kararlarının yerine getirilmesinin de takipçisi.
Yasa ne diyor?
- Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülkenin yasal mevzuatında, sağlıklı bir çevrede yaşamanın bir insan hakkı olduğunu kabul eden düzenlemeler bulunuyor.
- Anayasası’nın 56. maddesi "Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir," diyor.
- Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda alınan 28 Temmuz 2022 tarihli kararla temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir çevreye erişim evrensel insan hakkı olarak kabul edilmiştir.
- Paris İklim Anlaşması doğrudan iklim değişikliği ile mücadele amacıyla hazırlanmış bir anlaşma. Türkiye de bu anlaşmanın tarafı olarak, 2023 yılında BM'ye beyan sundu.
BM'den tarihi karar
Son olarak, BM'nin yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı (UAD), iklim acil durumu karşısında devletlerin yükümlülüklerine ilişkin dönüm noktası niteliğinde bir tavsiye kararı yayımladı. 23 Temmuz 2025 tarihinde açıklanan bu danışma görüşü, UAD tarihinin en büyük iklim davası olarak kaydedildi. Karar kapsamında 96 ülke ve 11 uluslararası kuruluş dinlendi, yazılı görüşlerde 91 devlet yer aldı.
Karar, bağlayıcılığı olmasa da birçok hukukçu ve aktivistin, devletlerin iklim ihmallerinde hukuki sorumluluk doğurabileceği yönündeki savunmasını teyitlemiş oldu. Bu karar aynı zamanda, iç hukuk sistemleri ve mahkemeler açısından güçlü bir hukuki dayanak oluşturmuş oldu.

"İklim adaleti" somutlaştı
UAD’nin açıkladığı bu görüş, iklim krizi ile mücadelede yasal çerçeveyi genişletiyor. Ülkeler sadece kendilerine bir iklim hedefi belirlememekle birlikte, bu hedeflere ulaşmak için artık hak temelli hukuki sorumluluk da taşıyor.
Kararla iklim adaleti soyut bir kavram olmaktan çıkıyor; devletlerin tarihi, mevcut ve geleceğe dönük sorumlulukları, uluslararası hukukta somut yükümlülükler haline geliyor.
AİHM kararları ne yönde?
Devletleri iklim değişikliği ile mücadele etmeye zorlayan ve hatalı iklim politikalarını teşhir etmeye yönelik açılan iklim davalarında, davacılar lehine kararlar da çıkıyor. Bu anlamda AİHM'in verdiği 3 karar kritik.
- Birincisi, Fransa’nın Grande-Synthe kentinin eski belediye başkanı ve eski sakini, ülkesinin küresel ısıtmayı önlemeye yönelik önlemlerinin yetersiz olduğunu iddia ederek başvuruda bulundu. AİHM, başvuran kişinin artık orada yaşamaması nedeniyle mağdur statüsünün bulunmadığı gerekçesiyle başvuruyu kabul edilemez bulundu. Karar, bireysel başvurularda "kişisel mağduriyetin doğrudan ispatı"nın kritik olduğunu vurguladı. Mahkeme içeriğe değil, usule odaklandı.
- İkinci başvuruyu Portekizli 6 genç yaptı. Gençler, 33 Avrupa ülkesini iklim değişikliğine karşı yeterli önlem almamakla suçladı. Bu durumun kendi sağlıklarını, ruhsal durumlarını ve evlerinde huzur içinde yaşama haklarını etkilediğini savundular. AİHM, Portekiz’e karşı yapılan başvuruyu, iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle reddetti. Diğer 32 devlete yönelik başvuruyu ise bu devletlerin yurtdışındaki bireyler üzerinde yükümlülüğü olmadığı gerekçesiyle yetki dışı buldu.
- Üçüncü başvuru, İsviçreli 65 yaş üstü kadınlardan oluşan KlimaSeniorinnen grubu tarafından, İsviçre devletinin iklim değişikliğinin yaşlı kadınların sağlığı üzerindeki etkilerine karşı yeterli önlem almaması nedeniyle yapıldı. Mahkeme, İsviçre devletinin iklim değişikliğine karşı gerekli adımları atmamasını, özel ve aile hayatına saygı hakkının (Madde 8) ihlali olarak değerlendirdi. Dernek düzeyinde başvuru kabul edildi ve İsviçre’nin pozitif yükümlülüklerini yerine getirmediğine hükmedildi. Ancak bireysel başvuru yapan dört kadın, "mağdur statüsü" taşımadıkları gerekçesiyle reddedildi.
İsviçre kararı, iklim krizinin insan haklarıyla doğrudan bağlantılı olduğunu hukuken tescilleyen ilk büyük AİHM kararı oldu. Kararların üçü de, iklim kriziyle mücadelede hukuki sorumlulukların belirginleşmeye başladığını; ancak henüz sınırlı kaldığını ortaya koydu.
Türkiye'nin ilk iklim davası
Türkiye'de ise iklim krizini yüksek mahkemeye taşıyanlar gençler oldu.
Uluslararası anlaşmalar uyarınca hükümet eylemlerini izlemeyi amaçlayan bağımsız oluşum, Climate Action Tracker (CAT), Türkiye'nin genel iklim politikalarını ve hedeflerini, Paris Anlaşması'nın bir buçuk derece sıcaklık hedefine ulaşmak için "kritik derecede yetersiz" olarak değerlendirdi.
Hükümetin yetersiz iklim politikalarına karşı mücadele eden genç iklim aktivistleri Atlas Sarrafoğlu, Seren Anaçoğlu ve Ela Naz Birdal Cumhurbaşkanlığı’na karşı açtıkları davanın Danıştay tarafından reddedilmesi üzerine hak arayışlarını Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) taşıdı. Üç isim de iklim krizine ses getirmek ve taleplerini duyurmak için bir araya gelen gençlerin oluşturduğu küresel bir iklim hareketi olan Youth for Climate organizasyonunun bir parçası olarak mücadele yürütüyor.

"Hedefimiz davayı AİHM'e taşımak"
Hukuk yolculuklarına 2024 yılında çıkan Atlas Sarrafoğlu ve Seren Anaçoğlu mücadelede geldikleri aşamayı bianet'e anlattı.
İklim aktivisti ve avukat olan 22 yaşındaki Seren Anaçoğlu, öncelikli hedeflerinin davayı AİHM'e taşımak olduğunu söyledi:
"AYM'de açtığımız davada şu an dosya, komisyon incelemesi aşamasında bulunuyor. Fakat AYM'nin işlemleri biraz daha uzun sürüyor ve bu bizim atacağımız adımları da etkiliyor. Aslında tamamen hukuki bir karar oluşturup davayı hem uluslararasılaştırmak hem de davanın vermiş olduğu sonuçla beraber aslında Türkiye'nin iklim politikalarının nasıl ilerlediğini de gösterebilmek istiyoruz."
Anaçoğlu, dava sürecinin Meclis'te kabul edilen İklim Kanunu'ndan önce sonuçlanmamasını eleştirerek "Bilimsel verilere dayanarak bir rapor oluşturduk. Bu verileri aslında bir kanıt olarak sunduk. Bu yüzden de aslında İklim Kanunu bizim için çok önemliydi. Buradan çıkan kararla kanuna katkı sağlamak istiyorduk; ama kanun, karardan önce çıktı. Ve kanun, insan haklarından bihaber, iklim ve adaletinden bağımsız, tamamen bir Ticaret Kanunu gibi ortaya çıktı," sözleriyle tepkisini dile getirdi.
"Sadece bir çevre meselesi değil"
Genç iklim aktivisti Atlas Sarrafoğlu ise amaçlarının sadece seslerini duyurmak değil, "bir şeyleri değiştirmek" olduğunu söyleyerek şöyle dedi:
"Hukuki mücadele sabır ve kararlılık ister. Bu yolculuğa çıkmamıza neden olan en temel şey, iklim krizinin hayatımızın her alanını tehdit eden, geri dönülmez etkiler yaratan bir adaletsizlik olmasıydı. Bizim kuşağımız, bu krizin sonuçlarını en ağır şekilde yaşayacak olan kuşak.
"Dolayısıyla sadece sesimizi duyurmak değil, gerçekten bir şeyleri değiştirmek için harekete geçmek zorundayız. Çünkü yaşamakta olduğumuz kriz, sadece bir çevre meselesi değil; aynı zamanda bir hak meselesi, bir adalet meselesi. Bu dava yalnızca bizim değil; bu ülkedeki ve dünyadaki tüm gençlerin, geleceğin ve gezegenin davası. Biz bu süreci sonuna kadar takip etmeye ve mücadelemizi her platformda sürdürmeye kararlıyız."
"Geçmişin değil, geleceğin de hesabını soruyoruz"
Kamuoyunun genel anlamda bu tür davalara mesafeli yaklaştığını belirten Sarrafoğlu, toplumsal desteğin öneminin altını çizdi:
"Hukuk yalnızca mahkeme salonlarında değil, toplumsal vicdanla birlikte hareket ettiğinde gerçek bir dönüşüm yaratabilir. Bu davayla sadece geçmişin değil, geleceğin de hesabını soruyoruz. Bu yüzden verilen her destek yalnızca moral değil, aynı zamanda somut bir etki anlamına geliyor. Oysa burada söz konusu olan bir cesaret hikâyesi değil, çok somut bir gerçeklik: İklim krizi artık dünyanın her yerinde tüm yıkıcılığı ile hissediliyor ve bu kriz bağlamında en büyük sorumluluğu taşıyanlar, yıllardır gerekli önlemleri almayan hükümetler ve karar vericiler. Böyle bir durumda, hesap sorulmasını istemek nasıl riskli olabilir? Bu bir hak talebidir. Anayasal güvence altındaki yaşam hakkının, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının savunulmasıdır.
"Bu davayı açarken hem nedenlerimiz hem değişime olan inancımız yüksek düzeydeydi, hâlâ da öyle. Çünkü taleplerimizin dayanağı, yalnızca duygusal ya da ideolojik değil; son derece somut, bilimsel ve anayasal gerçekliklere dayanıyor. İklim krizinin etkileri artık göz ardı edilemeyecek kadar açık ve yıkıcı. Bu nedenle, AYM'nin bu verilere kayıtsız kalacağını, yaşam hakkının, çevre hakkının, gelecek kuşakların haklarının yok sayılacağını düşünmek bile istemiyorum. Bilimsel verilere, hukuki çerçeveye ve evrensel insan haklarına bakıldığında, kararın talebimiz doğrultusunda çıkmasından başka bir ihtimalin olmadığına inanıyoruz."
"Bu gezegen hepimizin"
Sarrafoğlu, iklim krizinin derinleşmesini önlemek ve iklim adaletini sağlamak için kimlerin hangi sorumlulukları üstlenmesi gerektiğini şöyle aktardı:
"Herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı var ve bu sadece bir hak değil, aynı zamanda hepimizin taşıdığı bir sorumluluk. Devletler doğayı koruyacak yasaları çıkarmalı, iklim krizine karşı gerçek adımlar atmalı ve insanları bilgilendirmeli. Şirketler kâr uğruna doğayı yok etmemeli, neye sebep olduklarını açıkça söyleyip çözüm üretmeli. Bireyler olarak bizler de tüketim alışkanlıklarımızı sorgulamalı, sesimizi duyurmalı ve değişimin parçası olmalıyız. Medya ve okullar ise bu konularda farkındalık yaratmalı, bizi sadece izleyen değil, harekete geçen bireyler haline getirmeli. Çünkü bu gezegen hepimizin ve geleceği birlikte kuracağız."
"Uyumlu politikalar üretmeliyiz"
Konuyla ilgili görüşüne başvurduğumuz Hukuk, Doğa ve toplum Vakfı (HUDOTO) avukatlarından Cem Altıparmak da biyoçeşitlilik, afet risk azaltma ve iklim değişikliği arasında sıkı bir ilişki bulunduğunu vurgulayarak, "İklim değişikliği hem biyoçeşitlilik kaybına yol açıyor hem de biyoçeşitlilik kaybının sonuçlarından etkileniyor. Tüm bu krizlerin bizi götürdüğü noktada ise afetler karşımıza çıkıyor. Afet risklerini azaltmak istiyorsak iklim değişikliğinin etkilerini azaltmalı, bu etkileri azaltamadığımız noktada bu değişikliklere uyumlu politikalar üretmeliyiz," önerisinde bulundu.
İklim değişikliği ile mücadelenin bir paradigma değişikliği sorunu olduğunun altını çizen Altıparmak, "Gezegeni ve canlıları yok olmanın eşiğine götüren ekonomik, sosyal ve siyasal politikalardan vazgeçmeyip politikalarınızı 'ehlileştirmek' yoluyla iklim değişikliği ile mücadele edemezsiniz. Böyle mücadele edilemediğini görmek için de son yangınlara bakmak dahi yeterli olacaktır," dedi.
İklim Kanunu'na eleştiriler
Bu anlamda, Meclis'ten geçen İklim Kanunu'nu "İklim Kanunu değil, Emisyon Ticareti Kanunu demek daha gerçekçi olacak," diye tanımlayan Altıparmak, eleştirilerini şöyle sıraladı:
- Kanunun uygulanmasında denetim ve şeffaflığı sağlayacak bağımsız bir Bilimsel Danışma Kurulu bulunmuyor.
- İklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonlarının azaltımına yönelik somut hedefler yer almıyor.
- Kömür başta olmak üzere fosil yakıt kullanımını sonlandıracak bir plan sunulmuyor.
- Ayrıca iklim adaletini sağlama iddiasıyla Meclis'e gelen yasa, bunu hayata geçirecek somut adımları içermiyor.
- Teknolojik ve ekonomik dönüşüm geçirecek sektörlerdeki işçileri ve yöre halkını koruyacak bir adil geçiş mekanizması yer almıyor.
- Adil geçiş mekanizması tanımlanmaksızın ve zorunluluk unsuru içermeksizin yapılan düzenleme gelirlerin toplumun yararına kullanılmasını garanti etmiyor.
- Kırılgan grupları iklim krizinin neden olduğu kayıp ve zararlardan koruyacak düzenlemeler tanımlanmıyor.
- Kanunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin iklim krizine karşı insan haklarının korunmasıyla ilgili devletlerin uyması için belirlediği standartlar esas alınmıyor.
"Yeşile çalma* projelerinden ibaret"
"İnsan haklarını mesele etmeyen devletler, iklim değişikliğini de mesele etmiyorlar," diyen Enerji, İklim Uzmanı ve Politika Eleştirmeni Önder Algedik ise iklim anlaşmalarının iklim değişikliğini önlemek yerine daha da hızlandırdığına dikkat çekti:
"İklim anlaşmaları yokkenki devletlerin iklimi değiştirme hızı ile bu anlaşmalar varken iklimi değiştirme hızlarını inceledim. Sonuç korkunçtu. İklim anlaşmaları ortaya çıkıp uygulandıkça devletler iklimi daha çok değiştirmiş, bu hızlarını arttırmaktan öte, katlamışlar. Bu çok feci bir durum. Ortada sadece birkaç anlaşma var ve onları da farkındalık gibi yeşile çalma projeleri arasında görünür olamıyor. İklim dostu bir politika geliştirmek için sistemin bizler tarafından sorgulanması, siyasetten hesap sorulması gerekiyor. Kutuplaşan bir siyaset buna izin vermiyor ama biz de yeterince direnmiyoruz."
(AB/TY)

















