Ne var ki, geliştirdiğim bu şüpheciliğe de temkinli yaklaşma ihtiyacı duyuyorum.
Soğuk Savaş'tan çıkılmasıyla birlikte yerel milliyetçiliklere karşı alarm çanları çalmaya başlayan birçok kişi, merkezdeki seçkinlerden, kültürel hegemonyadan ve eşitsiz uluslararası işbölümünden hiç rahatsızlık duymuyor, hatta bunları tercih ediyor. Bu kişiler, milliyetçiliği eleştirirken ataerkinin ortadan kaldırılması gibi taleplere ya da milliyetçi hareketlerdeki erkekliği inceleyen feminist analizlere pek ender değiniyorlar. Bunun yanında o kadar çok sayıda kadın, milliyetçi hareketlere katılma yoluyla ev içine tıkılmaktan kurtulup kendisine kamusal yaşamda bir yer edindi ki, bu beni bu sürecin ataerkini zayıflatan sonuçlarını daha dikkatli bir şekilde ele almaya zorluyor - gerçi tam bir özgürleşme gerçekleşmemiş ve kadınlar, kazanılan hakları ataerkil milliyetçi erkeklerle birlikte değil, onlara rağmen elde etmişlerdir.
Bu bahsettiğim dönem ve onu izleyen 15 yıllık süre içerisinde ben kendi çalışmalarımda da (Enloe 1973a, 1973b, 1980a, 1980b), toplumsal cinsiyetle hiç ilgilenmedim. Örneğin, Laos ulusal devriminin Hmong'lar ve etnik Laos'lar tarafından ne kadar farklı yaşandığını keşfetmek çok ilgimi çekmişti; ama, her iki grup içerisindeki kadınların, bu devrimi kocalarından, erkek kardeşlerinden veya oğullarından farklı yaşayıp yaşamadıklarını merak dahi etmemiştim.
Bundan birkaç yıl sonra yaptığım başka bir çalışmada da devlet yetkililerinin güvenilir bir ordu ve polis gücü kurmak için etnisiteyi nasıl kullandıklarını araştırmıştım. Ama çalışmalarımda ve fikir dünyamda toplumsal cinsiyete yer yoktu. Yalnızca kısa bir dönem, 1970'lerin sonlarına doğru, Gurkha köylerini ele almış ve İngilizlerin o kadar çok sayıda erkeği orduya alıp o kadar çok sayıda kadını köylerde kendi başlarının çaresine bakmak üzere bırakmalarının ne gibi sonuçlar doğurduğu üzerine bir şeyler yazmıştım. Ama bu sorunun üzerine daha fazla gitmemiştim. Kocaları ve oğulları Gurkha birliklerine katılan Nepalli kadınların kendilerinin, daha görünür şekilde erkekleşmiş militarizmin kadın boyutunu tamamlayacak ne tür umutları ve gerekçeleri benimsemek zorunda kaldıklarına hiç bakmamıştım (Tamang 1992).
(...)
1970'lerin sonuna doğru feminist olduğumda (yani o da biraz geç oldu), ünlü milliyetçi metinleri farklı bir gözle okumaya başladım. Artık bu metinlerde kadınları arıyordum ve onları ya gölgede kalmış olarak buluyordum, ya da hiç bulamıyorsam, metnin yanına onlar hakkında notlar düşüyordum. Sahnenin önündeki erkeklerle, arkadaki koroyu oluşturan kadınlar arasındaki ilişkilere daha dikkatli bakmaya başladım.
(...)
Milliyetçi hareketlerin, feminist olmayan analizlerde ortaya konandan çok daha fazla iktidar içerdikleri ve çok daha düzensiz bir biçimde evrildiklerini feminist çalışmalar göstermiştir. Kadınların deneyimlerini ciddiye alan feminist araştırmacılar, ulusal cemaatlerin inşa edildikleri dönemlerde, kadınlarla erkeklerin, yeni ulusal cemaati kimin -küçük düşme, güvensizlik ve dayanışma gibi- deneyimlerinin tanımlayacağı konusunda birbirlerine karşı mücadele ettiklerini ortaya koymuşlardır
(...)
Herhangi bir 'ulus' tahayyül edilirken, kadınları ikna etme, susturma veya onların ilgilerini başka yöne çekme sürecinde en etkili yöntemler neler olmuştur? The New York Times'da çıkan ilanda imzası olan siyah kadınlar, Köktendinciliğe Karşı Kadınlar toplantıları düzenleyen farklı ırklardan Britanyalı kadınlar, Quebec tartışmalarında kendilerine bir yer açmaya çalışan, Fransızca-konuşan kadınlar... Bu kadınların her biri son derece karmaşık hayatlar yaşıyor. Belki de pek çok kadın için, aile bağlarının getirdiği baskıların, cinsel beklentilerin veya yılgınlık ve bıkkınlığın, fikir ve stratejiler üzerine geliştirilen argümanlardan daha az "ikna edici" olduğunu göreceğiz.
(...)
Herhangi bir milliyetçi hareketin (bu hareket devlet kurmak veya yeni siyasal otonomi alanları yaratmak konusunda ister başarılı, ister başarısız olsun) mobilizasyon sonrası dönemi, dersler çıkarma ve efsaneler üretme dönemidir. Gerek kadınlar gerekse erkekler, hayatlarını bu derslere ve efsanelere uydurmak zorundadır. Bu dersler ve efsaneler, kazanımları sürdürmeye ve zararları telafi etmeye yönelik stratejilerin ve ulusal kimliklerin temellerini oluşturur. Bunların çoğu, toplumsal cinsiyetin damgasını taşıyan anılarla doludur.
Mobilizasyon sonrası dönemlerin çok yaygın bir ikonu "hain kadın" veya "potansiyel hain kadın"dır. Günümüz İran'ında milliyetçi kozmoloji, kadınlara, yabancı materyalizmin cazibelerine kolayca kapılan kişiler olarak önemli bir yer verir. Kadınlar, tam da, kültürün taşıyıcıları sayıldıkları için, pek çok milliyetçinin gözünde kuşku uyandıran bir kesimdir. Eğer İranlı kadınlar, Şah döneminde olduğu gibi, Batı materyalizmine boyun eğerlerse (ya da bu materyalizmin çekiciliğine karşı koyamazlarsa), o zaman bütün millî proje tehlikeye düşer (Sanararian, 1982). Brezilyalı kültürel milliyetçi erkekler ise, daha özeleştirel bir yaklaşım sergileyerek, şarkıcı, dansçı ve film yıldızı Carmen Miranda'ya yönelik eski tutumlarını yeniden değerlendirmeye başlıyorlar.
Caetano Veloso, bir süre önce yazdıklarında, kendisinin ve Brezilyalı diğer milliyetçi entelektüellerin, Miranda'yi, Kuzey Amerika dolarlarının cazibesine kapılarak Brezilya'nın otantik şarkı ve danslarını bozmakla suçlarken belki de haksızlık ettiklerini kabul etti.
(...)
199l'de seçimi kazanıp İrlanda Cumhurbaşkanlığı makamına oturan İrlandalı feminist avukat Mary Robinson, hassas dengeleri gözeten bir kadın örneğidir. Yürütme gücü pek bulunmayan cumhurbaşkanlığı makamında, Mary Robinson, bir yandan İrlanda vatandaşlarının kafalarındaki 'ulus'u simgesel olarak temsil etme yönündeki popüler beklentileri karşılamaya çalışmış, bir yandan da İrlanda ulusunun anlamını yeniden tanımlamaya uğraşmıştır.
(...)
1990larda Bosna'daki iç savaş sırasında gelen haberler, orada da tecavüzün, erkekleşmiş, militarize milliyetçiliğin bir aracı olarak kullanıldığını gösteriyordu. Haziran 1992'de Brezovo Polye köyünden kaçırılan Mirsade adlı genç bir Boşnak kadın, kendisini kaçıran Sırp askerinin "Bize kızlara tecavüz etme emri verildi" dediğini bildirmiştir, iki ay sonra bir Amerikan gazetecisine başından geçenleri aktaran Mirsade'nin -daha sonra başka kaynaklarca da doğrulanan- anlatısına göre, Sırp askerleri köyden 40 kadını kaçırmış ve onlara tecavüz etmiştir. Olaylardan sağ kurtulanları muayene ve tedavi eden bir jinekolog, tecavüzlerin Müslüman kadınları tahkir etmek amacıyla yapıldığı görüşünde olduğunu söylemiştir: "Onlara tecavüz ettiler, çünkü savaşın hedefi buydu" (Ms. Magazine, 1992).
Milliyetçi nitelik taşıyan ya da taşımayan pek çok savaşta tecavüz olayları yaşanmıştır. Savaşların, nedenleri, gelişimi ve sonuçlarıyla tam olarak anlaşılabilmeleri için, erkek askerlerin kadınlara yönelik -her türlü- cinsel istismarının ciddiye alınması, geçmişi ve geleceğiyle aydınlığa kavuşturulup eksiksiz bir biçimde açıklanması gerekir. Dolayısıyla, Bosna üzerine asıl araştırılması gereken konu, tecavüzlerin ve tecavüz haberlerinin, Sırp milliyetçiliğinin, Bosnalı Hırvat milliyetçiliğinin ve Müslüman Boşnak milliyetçiliğinin erkekleştirilmesi ve militarizasyonu açısından neleri gösterdiğidir. Bundan ötürü, olayları daha derinlemesine incelemeli, daha çok şeye dikkat etmeliyiz. Haziran 1991'de Brezova Polye'ye saldıran Sırp askerler üzerinde tecavüz deneyiminin ne gibi etkiler bıraktığını araştırmamız gerekir. Mirsade ve öteki 39 kadının kimliklerini tanımlamayı ve yeniden tanımlamayı sürdürürken hayatlarının geri kalanında bu korkunç tecrübeyle nasıl yaşadıklarını anlamalıyız. Bosnalı Müslüman ve Hırvat erkeklerin kendi uluslarını tahayyül ederken, bu haber karşısındaki tepkileri üzerinde de daha çok durmalıyız. Bir başka Bosnalı (Müslüman olmayan) kadın, Marianna, Sırpların kontrolündeki bir kampta tam 24 saat askerlerin tecavüzüne uğramış ve hamile kalmıştır. "Asla. Asla doğurmayacağım" diye karar vermiş, Hırvatistan sınırını geçip sığınma hakkı aramayı ve kürtaj olmayı istemişti. Henüz bilmediği nokta ise, Hırvatistan'ın erkek egemen yönetiminin, Hırvat milliyetçiliği adına kürtajı yasadışı ilan etmiş olmasıydı (Ms. Magazine, 1992).
(...)
1960'lı ve 19701i yıllardaki araştırmalarımızın çoğunda, iç savaşlar -bazılarına devrimci hareket, bazılarına da sadece isyan dediğimiz iç savaşlar- büyük bir yer tutuyordu. Araştırmacılara göre bu savaşlar, bilinç değişimlerini, millî/sınıfsal/etnik bağlılıkların birbirleriyle rekabetini, sosyal mobilizasyon ve parti inşası süreçlerini, devletin zayıflığını ve müdahalelerini incelemek için eşsiz fırsatlar sunuyordu. Ama iç savaşların bizi militarizmi düşünmeye -hatta kavramsallaştırmaya- yönelttiğini hatırlamıyorum. Devletlerin orduları vardı. Devlet olduklarının kanıtı buydu. Yabancılaşmış mobilizasyonun belirli aşamalarının, doğal olarak, silahlı isyan biçimini aldığı düşünülüyordu. Peki, ya militarizm (kendine özgü bir inançlar ve yapılar kümesi) ile militarizasyon (bu inanç ve yapıları yerleştiren belirli bir toplumsal süreç) neydi? Bu iki kavrama da, sorular üretecek, entelektüel yolculuğumuzda durup düşünecek şekilde bakılmıyordu. Böylelikle, bütün süreci olduğundan daha basit bir hale getirmiştik.
(...)
Başka milliyetçi hareketler içinde ise, militarizasyon konusunda çelişkili yaklaşımlar ve açık fikir ayrılıkları bulunmaktadır. Örneğin, günümüz Rus milliyetçiliği, ABD'deki siyah milliyetçiliği, Kanada Kızılderili milliyetçiliği, Güney Afrika siyah milliyetçiliği, Alman milliyetçiliği, Sırp, Hırvat ve Boşnak milliyetçiliği içinde, belirli militarist eğilimleri meşrulaştı-racak toplumsal değişimler üzerine tartışmalar sürüp gitmektedir. Söz konusu ulus oluşumu süreçlerinin hiçbirinde, bu konudaki mücadele henüz kesin bir sonuca ulaşmış değildir. Militarizasyon üzerine bu iç tartışmaları incelemeden, milliyetçi ideoloji ve örgütlerin nasıl doğduğunu, geliştiğini, gerilediğini veya ortadan kalktığını anlamak mümkün değildir. Militarizasyon stratejilerini kimler destekler, kimler alternatifler önerir? Söz konusu stratejileri destekleyenler ve eleştirenler arasında, toplumsal cinsiyet, bölge, kuşak, sınıf veya siyasal tecrübe açısından önemli farklar var mıdır?
Militarizasyon sürecinin getirdiği dönüşümler içinde, erkeklik fikirlerindeki değişiklikler çok önemli bir yer tutar. Erkeklik devletin dayanaklarındandır ve ulusu oluşturan temel nosyonlardan biridir. Devlet, "ulusal güvenlik" adına, yeni, daha otantik bir ulus yaratmak uğruna askerî kuvvetlerini konuşlandırırken, erkek olmaya yüklenen anlamda ne gibi değişiklikler olduğu üzerinde, milliyetçi hareketin kendi kuvvetlerini seferber etme yolu üzerinde daha çok (daha doğrusu, biraz!) düşünseydim, erkeklik hakkındaki düşünceler değişirken, kadın olmanın anlamı konusundaki fikirlerde de tamamlayıcı dönüşümler gerçekleştiğini görebilirdim.
(...)
Milliyetçi hareketin militarizasyonu, toplumsal cinsiyete ilişkin çelişkilerle yüklü, mücadelelerle dolu bir süreçtir. Bu süreç, genellikle, kadınlar ile erkekler arasındaki örgütlü ya da örgütsüz mücadelelerin gözlemlenebileceği en iyi ortamdır. Bu militarizasyon tartışmalarında, kadınlar ve erkekler yalnızca siyasal gündemin öncelikleri konusunda değil, "ulus" denen o belirsiz ve değişken yapının kurucu unsurları konusunda da birbirlerinden farklılaşırlar.
Militarize milliyetçi hareketler içinde filizlenen barış hareketlerine karşı gösterilen tipik tavır, bu hareketleri, esamesi okunmayacak ümitsiz çırpınışlar ve/veya analitik açıdan önemsiz gelişmeler olarak görmektir. Bizim kendi tecessüsümüzün de militarizasyonu sonucu, genellikle, en militarize yapıları -örneğin hemen hemen hepsi erkeklerden oluşan milis kuvvetlerini- analitik açıdan en ilginç olgular olarak değerlendiririz.
(...)
Dolayısıyla, başka ülkelerde olduğu gibi Sırbistan'da da militarizasyon, tamamlanmış bir süreç değildir. Bu süreç, kimi zaman ilerlemesini yavaşlatacak, hatta durduracak ölçüde toplumsal cinsiyetin damgasını taşır. Bir cemaatin, siyasallaşmış öz algısının, hangi noktada ve nasıl şekillendiğini; erkeklerin hangi noktada ve nasıl silaha sarılmaya, kadınlarınsa, askere alınan kardeşlerini, kocalarını, oğullarını ve sevgililerini sadakatle desteklemeye yöneltildiklerini anlamamız gerekiyor. Bu baskılar nasıl tırmandırılıyor? Bunun, kadın-erkek ilişkileri açısından anlamı ne? Bu baskılara kadınlar direndiği zaman ne oluyor? 1991 yılında Sırbistan ve Hırvatistan'da kadınların öncülük ettiği barış hareketini ciddiye alırsak neler görebiliriz? Sri Lanka'nın Tamil ve (etnik) Sri Lankalı (Sinhalese) cemaatlerindeki "annelerin" barış hareketini entelektüel açıdan önemli sayarsak ne kazanabiliriz? Ya, Rus kadınların zorunlu askerliğe karşı oluşturdukları hareketi daha fazla dikkate alırsak? Yıllarca gerilla eğitimi görmüş pek çok erkeğin sürgünden evlerine dönmelerine ilişkin" Güney Afrikalı sîyah kadınların kaygılarını analizlerimize dahil edersek? Aralık 1989 "Montreal katliamı" sonrasında kadınlara yönelik (misogynist) şiddete karşı seslerini yükselten Quebec'li kadınlara kulak vermek, ulus oluşumunu inceleyen bizlere neler öğretebilir?
Bana öyle geliyor ki, bu soruları ciddiye alırsak, milliyetçiliği yeniden düşünmemiz gerekecek. Ulusların oluşumunu, kadınlar ile erkekler arasındaki bir mücadeleler süreci olarak görmemiz gerekebilir. Bu mücadeleler, bir tarafta bütün kadınların, öte tarafta bütün erkeklerin yer aldığı cinslerarası savaş gibi basit bir çerçeveye indirgenemez, insanların -ama herkesin değil- imgeleminde bir millî cemaat yaratmak için toplumsal cinsiyetin ne şekilde kullanıldığına önem vermeliyiz. Cemaat içinde, militarizasyonu önlemeye veya geriletmeye yönelik, kadınların yürüttüğü girişimleri ciddiye alırsak, bir cemaatin ulusal bilincini militarize etmenin gerçekten ne anlama geldiği hakkındaki zorlu soruları da sormamız gerekecektir. O zaman, iktidarı bütün biçimleriyle görme şansına sahip olacağız. 1990'ların Soğuk Savaş sonrası ortamında, milliyetçiliği -ya da onun ürünü olan ulus-devleti- olumlu gözle değerlendirmek, 1960'ların ortalarındaki Berkeley'e kıyasla daha az rağbet görüyor olabilir. Ama bugün milliyetçiliğin iç işleyişinin ve sonuçlarının feminist bir okumasına girişmeksizin milliyetçiliğe kuşkuyla yaklaşanlar, postmodernleşmiş, militarize bir ataerkiye ister istemez teslim olacaklardır.
* Ayşe Gül Altınay ve Tansel Güney'in çevirdiği Cynthia Enloe'nın yazısını özetleyerek yayımladık.
* Cyntia Enloe'nın "Feminizm, Milliyetçilik ve Militarizm" başlıklı bu yazısı, Ayşegül Altınay'ın derlediği, İletişim Yayınları'nın 2000'de yayınladığı 357 sayfalık "Vatan, Millet, Kadınlar" kitabının 189-212 sayfalarında yer aldı.