Prof. Dr. Taner Gören arkadaşı ve meslektaşı Prof. Aktan'ı piyanosu, tenisi, felsefesi, mitoloji düşkünlüğü, hocalığı, hastaları, arkadaşları, öğrencileri ve iyi insanlığıyla anlatıyor.
Bugüne dek binlerce öğrenci yetişirdi. Kendi hocalarından gördüğünün aksine, öğrencileri ve asistanlarıyla kurduğu yakın ilişkilerle tanınıyor, seviliyordu. Mezuniyet törenlerinde en çok alkışlanan hocalardan biriydi.
Öğrencilerinin iletişim bilgilerini saklıyor, yıllar sonra aradıklarında dahi onlara isimleriyle hitap ediyordu. Bilime olduğu kadar sanata da meraklıydı. Çok iyi piyano çalıyordu. İyi bir okurdu.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) Edebiyat Kolu’ndaydı. Özellikle felsefe kitaplarına büyük ilgi duyuyordu. Bu ilgisi sayesinde “Tıpta Etimoloji” adında bir seçmeli ders dahi açtı. İlaç isimlerinin kökenini araştırıyor, bunu öğrencileri ve arkadaşlarına anlatıyordu. “Mitolojik Kökenli Tıbbi Terimler” başlıklı bir ders verecek kadar etimolojiye meraklıydı.[1]
Öksürük şikâyetiyle gittiği hastanede Covid-19 sonucunun pozitif çıktığını öğrendi. Tedavisine evde devam edilmesine karar verildi. On günlük hastalık süreci sonunda, 15 Nisan 2021’de Bahçeşehir’deki evinde Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti.
Prof. Dr. Melih Aktan’ın hikâyesini otuz yılı aşkın bir süredir arkadaşı, can dostu olan İstanbul Tabip Odası Eski Başkanı Prof. Dr. Taner Gören’den dinliyoruz.
Arkadaşı Prof. Dr. Taner Gören anlatıyor
Melih’i anlatmak böyle bir durumda gerçekten insanda farklı duygular yaratıyor. O yok çünkü şu anda.
1980 yılında tanıştık Melih’le. İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Kürsüsü’nde. İsmi öyleydi o zaman. İç Hastalıkları Kürsüsü eğitimine 1979’da başladım, o da benden kısa bir süre sonra başlamıştı. O tarihlerde birlikte çalışmaya başladık
Felsefe tutkusu
Melih’in dünya görüşü bana çok uygun olduğu için onunla yakın arkadaş olmaya başladım. Zaman içerisinde kendine özgü bir takım özellikleri nedeniyle bir bakıma da önümü açtı benim.
Çok okurdu Melih. İlkçağ felsefesi başta olmak üzere felsefe okumayı seviyordu. Bana en son Seneca’nın Ahlak Mektupları kitabını hediye etmişti.
Bir yandan hekimlik eğitimi görürken bir yandan da müzikle uğraşıyordu. Müzik onun çok önemli bir ilgi alanıydı. Çok iyi piyano çalıyordu.
Sporu da çok severdi. 1990’lı yıllarda, ben Ataköy’de otururken evimin önünde bir tenis kortu vardı. Orada buluşur, sabahın 7’sinde tenis oynardık.
Penisilin V'nin V'si
Etimolojiye çok meraklıydı. Penisilin V diye bir ilaç vardır. Melih bana ilaç isminin kökenini anlattığında çok şaşırmıştım. Penisilin hep iğne şeklinde yapılıyordu, çünkü ağızdan verildiğinde mide asidi onu yok ediyor ve etkisiz oluyordu.
Bilim insanları araştırıp mide asidinin yok edemeyeceği bir Penisilin formülü geliştirdiler ve ona Penisilin V adını verdiler.
V’nin açılımı “victory”, yani zafer. Bunun gibi birçok kelimenin kökeni araştırıp “Tıpta Etimoloji” diye öğrencileri için seçmeli bir ders oluşturdu sonra. Çok ilgi çekici derslerdi bunlar.
Ben 1983’te ihtisası bitirdim ve İç Hastalıkları uzmanı oldum. Melih de belki benden bir yıl sonra bitirdi ve mecburi hizmete gittik.
1988 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’ne geri döndüm, Kardiyoloji Anabilim Dalı’nda yüksek ihtisas yapmak üzere. Melih hematolojiye meraklıydı ve bu alanda yüksek ihtisas yapmak üzere mecburi hizmetten sonra İstanbul Tıp Fakültesi’ne geri döndü.
İstanbul Tıp’a adını yazdırdı
Hematoloji derinlemesine bilgi isteyen bir alan. Melih kronik lenfoid lösemi dediğimiz bir türde lösemisi olan hastalara yönelmeye başladı. Daha ağırlıklı olarak onları inceleyen ve onlarla çalışan bir hematolog olmaya başladı.
Emekli olduğunda kronik lenfoid lösemi hasta grubu en büyük olan hematolog olarak biliniyordu. Hakikaten hematolojiyi çok özümsemiş, en derinlemesine bilgisi olan bir öğretim görevlisiydi. Genetik konusunda da bilgisi çok fazlaydı.
Plazmaferez dediğimiz bir yöntem vardır. Plazmadan bir takım hücreleri temizlemek anlamında. Onu hematolojiye getiren akademisyen oldu Melih.
Bir süre sonra Bilim Dalı Başkanı oldu. Bir zamanlar yanına asistan olarak girdiği Muzaffer Aksoy’un oturduğu koltuğa sonunda Melih Aktan da oturdu ve bir Bilim Dalı Başkanlığı yaşadı.
Bu dönemde tabii birlikte çalıştığı arkadaşlarıyla olan ilişkilerini gözlemleme fırsatım oldu.
Hem asistanları, hem akademisyen arkadaşları hem de hastaları tarafından gerçekten çok sevilen bir öğretim üyesi olarak adını İstanbul Tıp Fakültesi tarihine yazdırdı.
Görsel: Prof. Dr. Cemil Taşçıoğlu ve Prof. Dr. Melih Aktan aynı karede
İyi hekimlik
Şu sıralar içinde bulunduğumuz hekimlik ortamı ve sağlık sistemimizin gidişatı bizim hiçbir şekilde hoşnut olmadığımız bir duruma geldi. Bu süreçte ne yazık ki iyi hekimlik çok büyük yaralar aldı.
Ve şu anda çok büyük sıkıntılar içinde olduğunu biliyoruz. Sağlığın ticarileşmesi dediğimiz bir kavram iyice ön plana çıktı. Özel hastanelerin sayısı arttı.
Sağlıktan para kazanma işi Türkiye’de büyük bir sektör haline geldi. Böyle bir süreçte Melih eğer isteseydi çok büyük paralar kazanacağı bir yola gidebilirdi.
Hatta bir ara bir özel hastanenin hematoloji bölümünün başına gelmesi teklif edildi ve Melih altı aylığına gitti. Fakat oradaki ortam hiçbir şekilde onun kafasına yatmadı ve tekrar İstanbul Tıp Fakültesi’ne döndü.
Empati
Ben hasta olsaydım ne hissederdim düşüncesiyle hastasına yaklaşırdı. Biz bunu öğrendik hocalarımızdan ve Melih bunu en iyi yapanlarımızdandı.
Empati yapmayı çok önemserdi. Asistanlara ve öğrencilere karşı da böyleydi. Biz hekimliğe başladığımızda çok kıdemli öğretim üyelerinin yanına yaklaşamazdık.Halbuki Melih, öğrencilerin en sevdiği akademisyenlerden birisiydi. Mezuniyet törenlerinde diploma verirken en çok alkışlanan öğretim üyelerindendi.
Bir insan nasıl bir insan olmalıdır, insanlarla nasıl iletişim içinde olmalıdır, onlara nasıl bakmalıdır konularını çok önemserdi. Her zaman bir hekimin öncelikle iyi bir insan olması gerektiğini hem dile getirirdi hem de yaşamıyla bunu, öğrencilerine örnek olacak şekilde, gösterirdi.
Çok sıcak bir yaz gecesiydi, muhtemelen temmuz ayıydı. Gece dahiliye servisinde nöbetçiydim. Her katta asistan odası vardı, 2. kattaki asistan odasından sesler geliyordu.
Oraya yönlendim. Saat 21.00 sıraları. Melih hastayı karşısına almış, şikâyetlerini soruyordu. Karşısındaki hasta da sıcaktan kızarmış, sıkıntılı bir halde onun sorularına cevap vermeye çalışıyordu.
Onları izlemeye başladım. En nihayet hasta dedi ki “Hocam onu yarın sabah yapsak, benim uyku geldi” dedi.
Gecenin 21’inde hastasını sıkıştıran sorularla onu amnezi alırken görmüş olmak benim unutamadığım anılardan birisiydi Melih’le ilgili.
Covid-19
Tahminen ocak ayında, aşılama başladığı sırada hekimler aşı olabiliyorken ilk aşısını oldu. Mart başında da ikinci aşısını. Aradan bir hafta geçti, hiç ummadığımız bir şekilde Melih’in korona testi pozitif çıktı.
Ama belirgin bir semptomu yoktu. Ek bir hastalığı da yoktu. Biz o esnada sık sık telefonla görüşmeye devam ettik. Her gün arayıp soruyordum nasıl olduğunu. Biraz halsiz olduğunu, öksürüğü olduğunu söylüyordu.
Kalp damarı tıkanması
On gün sonra, 14’ünün akşamında vefat etti. Covid-19’un kalp damarlarında tıkanıklığa yol açması artık iyiden iyiye makalelerde de yazıyor.
Melih’in vefatıyla ilgili bizim kanaatimiz de bu yönde. Beklenmedik bir şekilde kaybettik Melih’i. Çok üzücü bir durum bu.
Tıp öğretmeni
Melih, babası ve annesinin gömülü olduğu Eyüp, Pierre Loti Mezarlığı’nda aile kabristanına gömüldü. En yakınları katılabildi cenazesine.
Ben gidemedim. Bu korona döneminin insanı son derece yaralayan böyle bir sonucu da var. Cenazelere katılamamak, istediğimiz gibi orada bulunamamak gibi. Ben her gün Melih’i hatırlıyorum bir şekilde. Hatırlamadığım gün yok. Çünkü birlikte paylaştığımız çok şey vardı.
Çok önemli bir kayıp sonuçta Türkiye için. Türkiye, Melih’in vefatıyla çok iyi bir insanı kaybetmiş oldu. Çok değerli, nitelikli bir bilim insanını kaybetmiş oldu.
Birçok öğrenciye örnek olan ve bundan sonra da birçok öğrenciye örnek olabilecek iyi bir tıp öğretmenini kaybetmiş oldu.
İnsan bir bakıma ölümsüzdür. Düşünebilmek kabiliyeti nedeniyle ölümsüzdür; ama ölümsüz olmak için bir takım eserler bırakması gerekiyor.
Eğer bunu yapabiliyorsa, ki bunu düşünceyle yapıyor, insan o zaman ölümsüz olur.
Melih önemli bir tıp kitabını, DeGowin’in Semiyoloji Kitabı’nı Türkçeye çevirdi Prof. Dr. Tevfik Ecder arkadaşıyla beraber. Onu ölümsüz kılan bir unsurdur bu. Onun için, Melih Aktan benim için ölümsüzdür.
Açık Radyo
Açık Radyo’nun düzenli destekçilerinden olan Melih Aktan’ın vefatından sonra Ayşegül Tözeren ve Selim Badur’un sunduğu “Önce Sağlık” programında Ayşegül Tözeren şunları kaydetti:
“Melih hoca çok iyi piyano çalardı, tam bir opera tutkunuydu ve şahane bir okurdu. TTB’nin Edebiyat Kolu’yla birlikte Melih hocayla pek çok kenti dolaşma şansı bulmuştum ben. Samsun’a, Adana’ya Yaşar Kemal’i anmaya, Edirne’ye birlikte gitmiştik Melih Hoca’yla. Kendisinin anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.”
Görsel: TTB Edebiyat Kolu Edirne Gezisi
İstanbul Tabip Odası açıklaması
İstanbul Tabip Odası, 15 Nisan 2021'de sosyal medya hesabından Aktan için bir taziye mesajı yayımladı.
"İstanbul Tıp Fakültesi 1979 yılı mezunlarından, üyemiz, İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Melih Aktan'ı geçirmiş olduğu Covid-19 sonrası kaybettik.
"Acımız çok büyük. Değerli meslektaşımızın ailesi başta olmak üzere yakınlarının derin acısını paylaşıyor, tüm hekim camiasına başsağlığı diliyoruz."
Prof. Dr. Melih Aktan
İstanbul Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Hematoloji Bilim Dalı emekli öğretim üyesi.
İstanbul Tıp Fakültesi 1979 yılı mezunu.
Akut Lösemilerin Tanısında Sitoşimik Yöntemler’i tezini yazdı. DeGowin’in Semiyoloji Kitabı’nın iki çevirmeninden biri.
15 Nisan 2021’de Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti. Pierre Loti Mezarlığı’nda aile kabristanına defnedildi. 1955 doğumluydu.
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.
Hak odaklı, çok sesli, bağımsız gazeteciliği güçlendirmek için bianet desteğinizi bekliyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. En önemli kısım: NEŞE! Neşeniz size yardım edecek. Neşenizi, kahkahanızı kaybetmeyin, ağız dolusu gülün!
Çiğdem Mater’in mektubu, ilk olarak BirGün’de yayımlanmıştır.
Sevgili herkes,
Aslında cezaevi adeti yeni tutuklanana postayla mektup, kart göndermek, ismiyle cismiyle “merhaba” demek. Ama son altı yedi ayda o kadar kalabalıklaştınız ki, çareyi sizlere içeriden içeriye mektup yazarak, BirGün üzerinden “merhaba” demekte buldum. Sizlere isimlerinizle hitap etmeyi çok isterdim ama hepinizin adını yazmaya kalksam, birkaç gün tam sayfaya ihtiyacım olurdu, mazur görün!
İlk tutuklandığımız günlerde, gelen giden herkese “biz hızlıca çıkamazsak, hepiniz ufak ufak yanımıza gelirsiniz” diyordum, muhtemelen benden önce tutuklanan pek çok kişinin kurduğu bir cümleydi bu. Kehanetim, kehanetimiz doğru çıktı diye sevinecek değilim ama bir yandan hapse girmenin “normalleşmesi”ni saçma ve tuhaf olsa da iyi buluyorum. Eskiden utanılan fısıldanan bir şeydi, şu anda nerdeyse gurur duyulan bir hal oldu.
Geçen de şunu düşündüm: Cumhurbaşkanı seçilme koşullarından (-bence epeyce manasız olan) üniversite mezuniyeti şartı kaldırılsın yerine hapse girmiş olma şartı konsun. Önümüzdeki 20-30 yıl siyasi yelpazenin herhangi bir kanadında aday sıkıntısı yaşamayız. Biz, 2022 Nisan’ında tutuklandığımızda Türkiye’nin dört bir yanındaki cezaevlerinden “merhaba”lar almıştık, tanıdık, tanımadık, aynı hukuksuzluğu paylaştığımız bir sürü insandan kartlar, mektuplar…
Cezaevlerinden gelen “merhabalar”ın kıymeti çok, yalnız olmadığınız hissi paha biçilemez, ayrıca “yeni girdiğiniz” ortama dair mekanın sahiplerinden gelen öneriler altın değerinde! Eminim sizler de böyle çok mektup alacaksınız, son birkaç ayın tutuklanma sayılarındaki delirmeye bakarsak, muhtemelen almaya başladınız bile! Bu mektupların bir kıymeti de bence tarihin bizimle “bizim başımıza gelenle” başlamadığını kanıtlamaları.
Sadece bugünlerden bahsetmiyorum, hadi Osmanlı'yı geçelim, cumhuriyet tarihini esas alalım, 100 yıldır herkese oldu, herkese olabilir, herkese olacak…
Son birkaç aydır pek çok yerde sarı öküz göndermeleri çıkıyor karşıma. Doğrudur sarı öküzü kestirmeyeydik iyiydi de, herkesin de anlaşılan sarı öküzü kendine, İstiklal Mahkemeleri’nden Takrir-i Sükun’a, Varlık Vergisi’nden Yassıada’ya, Deniz Gezmiş-Hüseyin İnan-Yusuf Aslan’a, 12 Mart’a, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a, Cumhuriyet davasına, ilk kayyımlardan Gültan Kışanak’la Fırat Anlı’ya, ilk parti eş genel başkanları Selahattin Demirtaş’la Figen Yüksekdağ’a, Kobanî’den Gezi davasına, aradaki sayısız kayyıma, öyle çok sarı öküz kestirdik ki “senin sarı öküzün hangisi?” diye test yapsak, şıklar A’dan Z’ye yol olur, bu andıklarım bir avazda aklıma gelenler…
Ama biz, “içerdekiler”e , bize dönersek, gerçekte aslolan sade bize olmadığı, herkese her zaman olduğu, ve ne yazık ki böyle giderse, olmaya devam edeceği bilgisi, bu bilgi, tuhaf ve saçma ama insanı ayakta tutuyor.
Cezaevinde yalnız olmadığınız hissi gerçekten çok mühim. Bir de, bence, gündelik hayatın akmasını sağlayan rutin! İlk aldığım mektuplarda, herkes “rutinini yarat” diyordu. İlk günler far görmüş tavşan, sudan çıkmış balık gibi olduğumdan çok anlamamıştım. (-merak etmeyin, o şaşkın haliniz, çok çabuk geçecek, “telefonum nerede?” falan diye düşünmeyi hızlıca terk edeceksiniz!), sonra anladım. Cezaevinde zaman, rutininizi oturttuğunuzda şaşırtıcı ama epeyce hızlı akıyor. Rutin kırılırsa, ki memleket sağolsun, rutini kıracak malzeme üretme manasında dünya markası, o günler saatler geçmiyor, o yüzden rutine sarılın!
Benim için rutinin bel kemiği okumak ve yazmak, dolayısıyla en mühim yer kütüphane. Neden belli değil, memleketteki her cezaevinin kuralı, kaidesi farklı, yıllarca akademi özerk olsun dedik, meğer cezaevleri özerkmiş. Her cezaevinin kitap kaidesi,kuralı da farklı ama yolunuzu, yönünüzü hemen bulacaksınız, eminim. Okuma ritmimi oturttuğumda, en şaşırdığım şey cezaevinin doğası gereği, hemen hemen hiç dış uyaran olmadığından, ne kadar hızlı ve içselleştirerek okuduğumdu. Yani, durduk yere cezaevi övmek istemem ama dikkatinizi dağıtacak hiçbir şey olmayınca, okumak bambaşka bir ritim kazanıyor.
Gündelik hayatta en dikkat etmeniz gereken şey elbette sağlığınız. Aslolan kendinizi iyi tutmanız. İlk zamanlar kilo vereceksiniz, panik olmayın ama yeme-içmenize (-elbette koşullar dahilinde, mümkün olduğunca!) dikkat edin. Koğuşların ve hücrelerin efsaneleri semaver ve kettle’ların neler pişirebildiğine inanamayacaksınız! Hem mutfakta hem de gündelik hayatta o kadar yaratıcı fikirler bulacaksınız ki, kendinizle gurur duyacaksınız.
Hakkınızdır, duyun! Kendinize imkanlar ölçüsünde “alanlar” yaratın, kendinize ait bir masa, bir kenar, köşe, kalabalıkta zor biliyorum ama deneyin!
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.