Burgazada'dan Hüseyin Altınbaş'ın anısına
Elektronik müziğin yükselişe geçtiği 50'li yılların sonunda İlhan Mimaroğlu imkânların kısıtlı olduğu Türkiye'den Rockefeller bursuyla New York'a göç etmişti.
Galatasaray Lisesi ve Ankara Hukuk Fakültesi mezunu genç adam ABD'de müzikoloji okuyacaktı.
Hayatı boyunca ona desteğini sürdürecek eşi Güngör'le beraber, başarılar ve hüsranlarla dolu bir maceraya atılmış oldular.
Fakat mazinin kalıntıları halinde yaşayan anakronistik toplumların çağdaşlaşmaya direnmesi onu öfkelendirmişti.
Takdir ediyor olsa da yüzyıllar önce meyve vermiş Mozart veya Bach gibi bestecilerin hâlâ en yüksek müzikal ifadenin temsilcileri sayılmasına tahammül edemiyordu.
En geçerli sanatsal dışavurum saydığı, çağın temsilcisi elektronik müziğin çoktan klasik müziğin yerini almış olması gerektiğini savunuyordu.
ABD'yi kültürlerin mezarlığı, üniversitelerini de bu vaziyetin mozoleleri olarak nitelendirecek kadar cesurdu.
Buna son vermek üzere Atlantic müzik prodüksiyon şirketi kapsamında kurduğu Finnadar kendisi de dahil olmak üzere, hiç şans verilmemiş elektronik müzik yaratıcılarının hizmetine cömertçe sunulmuştu.
Amaç müzik alanında bir devrim gerçekleştirip beklenen adalete kavuşmasını sağlamaktı.
Mimaroğlu bunu başardı mı bilinmez, fakat yönetmenliğini Serdar Kökçeoğlu'nun üstlendiği "Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island" (Mimaroğlu: Manhattan Adasının Robinson'u) adlı belgesel, dönemin parlak multimedya sanatçılarından Mimaroğlu'na giriş babında çok yararlı bir film.
Geçen hafta sona ermiş olan, dünyanın en köklü belgesel festivallerinden İsviçre'deki Visions Du Réel'in programında yer alan 76 dakikalık Türkiye yapımı film, başkaldıran kahramanının geleneğe kafa tutmasının yanında özel hayatına da geniş yer ayırıyor.
Gizemli bir adam
Columbia-Princeton Elektronik Müzik Merkezinde Ussachevsky, Varèse ve Wolpe gibi ustalarla çalışma şansına sahip olan Mimaroğlu, meslektaşları gibi ABD'ye göçmen olarak gelip oraların sanat dünyasına çeşit ve renk katarak evrilmesini sağlayan yaratıcı ruhların arasına karışmıştı.
Bu arada eşi Güngör, ülkenin siyasal açıdan kaynayan bir kazan olması sebebiyle kendisini genç protest hareketinin içinde bulmuş, politik tavrı İlhan'ın da etkilenmesine ve muhalif eserler ortaya çıkarmasına yol açmıştı. İkisinin de savaş karşıtı olduğu kesindi.
Evlilikleri asla geleneksel değildi; birbirlerini mümkün olduğunca serbest bırakıp karşılıklı desteği esirgemeden yollarına devam ediyorlardı.
Mimaroğlu'nu "Gizemli bir adam" olarak betimliyor besteci Suzanne Ciani; "Müziği kategori dışıydı, deneyseldi" diye de ekliyor.
Ertegün ailesine ait Atlantic kapsamında İlhan'ın kurduğu müzik prodüksiyon şirketi Finnadar zamanın çok ilerisinde, avangard sıfatını layıkıyla taşıyan bir girişimdi. Basılan plakların satış miktarı onu fazla ilgilendirmiyordu. İlhan, muhafazakâr bir dünyaya yeni sesler taşıma misyonunu dirayetle sürdürüyordu.
Fellini'nin "Satyricon" filmine müzikal katkıda bulundu, Freddy Hubbard ve Charles Mingus gibi caz devlerinin albümlerinde prodüktörlük de yaptı. Besteciliğinden dolayı Guggenheim Fellowship ödülüne bile layık görüldü.
Filmde Mimaroğlu ve eşi hakkında anılarını paylaşanlardan sanatçı Julie Mardin, Güngör'ün İlhan'ı sosyal hayata sürüklediğini, sosyalleşmeye fazla meyilli olmamasına rağmen partilere dahil ettiğini aktarıyor. Türk diasporasının ileri gelenleri, diplomatlar ve çılgın müzisyenler aynı ortamda topluca eğlenebiliyordu.
Hem İlhan hem de Güngör için çelişkili karakterler deniyor belgeselde. İlhan kesinlikle bir antikapitalistti, bilhassa kendini pazarlamaktan itinayla kaçınıyordu; diğer yandan Atlantic gibi piyasanın en güçlü müzik şirketlerinden birinde çalışmalarını sürdürüyordu.
Güngör de ilk döneminin siyasal duruşuna sanki ihanet etmiş, başarılı bir iş kadını olarak çalıştığı şirketi satın almayı bile başarmıştı. Ne de olsa ABD'de ayakta kalmak kolay iş değildi.
Ertegün'lerin idealist desteklerine rağmen Finnadar sonunda kapandı, Mimaroğlu kendini daha çok fotoğrafa ve filmciliğe verdi.
Grafiti gibi albümler
"Albümleri grafiti gücünde" deniyor Mimaroğlu için.
Genelde kendini yalnız hissettiği, anlaşılmamaktan dolayı öfkeli ve küskün olduğu da belirtiliyor.
Hayatın bilhassa kategorize edilmemiş yanlarını sevdiği aktarılıyor.
İlhan Mimaroğlu'na göre elektronik müzik bestecisi ölümü reddedendi.
Kaydettiği muhtelif seslerin kayıtlarını gece boyunca uykuda bile dinleyecek şekilde ayarlar, böylece yaratıcılıkla bezenmiş o evrenin içinde kalmayı sürdürürdü.
Müzik Mimaroğlu için sinematografik bir olaydı, kulağı gözeten bir sinema formuydu.
Besteci vasfı dışında aynı zamanda şair, fotoğrafçı, filmci de sayılabilecek, çok yönlü bir sanatçı olduğu kesindi.
Filmde kendisini tanıyanlar İlhan Mimaroğlu hakkındaki anılarını, arkadaşları özel hayatından anekdotları genelde kronolojik bir düzende aktarıyorlar.
Konuşan kafaların filmde hiç yer almaması, konuşanların sadece sesleriyle seyirciye ulaşması isabetli bir seçim. Bu bağlamda, yukarıda adı geçenler dışında, en başta Güngör Mimaroğlu olmak üzere, müzik yazarı David Toop'tan Evin İlyasoğlu'na, Armağan Ekici'den Balkan Naci İslimyeli'ye, Joe Mardin'den Kerem Görsev'e, Yunus Tuncel'den İdil Biret'e, Manhattan Transfer grubu üyesi Janis Siegel'den Meral Güneyman'a, Serdar İlhan'dan Serra Akkaya'ya, Arthur Fournier'den Ayşegül Durakoğlu'na, Rüstem Batum'dan Mehmet Dede'ye, gayet geniş bir spektrumla karşı karşıyayız.
Filmdeki görüntülerin çoğu Mimaroğlu'nun çektiği sokak filmleri ile fotoğraflardan oluşuyor ve peş peşe sıralanmış besteleriyle gayet uyumlu bir birliktelik oluşturuyor. Hatta filmin müzik direktörü olan Erdem Helvacıoğlu'nun seçimi Mimaroğlu'nun nispeten agresif olmayan bestelerinden oluştuğu için tınılar fark ettirmeden sık sık ruhumuza nüfuz etme başarısını gösteriyor.
Fakat bence, belki de sözlerle yorumlanması güç bir müzik janrına ait sayılması açısından Mimaroğlu'nun yaratıcı yanı yeterince irdelenmemiş. Fazlasıyla kurcalanan taraf ise belgeselin sonuna doğru bilhassa İlhan'ın üvey oğlu Rüstem Batum'un söylediklerinde somutlaşan özel hayatlar oluyor.
Filmde ifade edildiği şekilde ruh ikizi sayılsalar bile "Memnun kadın ve üzgün adam" imajının arkasındakiler, müziğe ve siyasete getirilmeye çalışılmış adaletin insan ilişkilerine her zaman getirilemediğine işaret ediyor. (MT/AÖ)