Faşizmin anavatanı İtalya’da sağcı başbakan Meloni’nin güdümündeki iktidar demokratik hakları törpülemeye devam ediyordu.
Mussolini’nin ırkçı yasalarını duyurduğu Trieste’de de ülke bayrağının üç renginin geceleri bazı devlet dairelerine yansıtılmak suretiyle artık fazlasıyla görünür kılınması da tesadüf olmasa gerekti.
Maziyle bir türlü hesaplaşamayan, eski Yugoslavya coğrafyasından göç etmek zorunda kalmış İtalyan milliyetçilerinin müzesindeki (Civico Museo della Civiltà Istriana, Fiumana e Dalmata) sergi bile ülkedeki genel kaynaşmanın birebir yansımasıydı sanki!
İtalya devletinin kurulmasından çok sonra, Trieste’nin 1954 yılında memleketin bir parçası olmaya başlaması, buna mukabil doğusunda kalan geniş bir coğrafyanın Tito rejimine verilmiş olması hiç bu kadar agresif, dramatik ve kan kırmızısının hâkim olduğu patetik bir posterle duyurulmamıştı.
Bu arada kentin geçtiğimiz senelerde mültecileri insanlık dışı şartlarda misafir etmiş olan Silos binası boşaltılmış olmasına rağmen orada yaşananlar bir kara leke olarak Trieste’nin hanesine yazılmış ve ülkenin mültecilere yönelik genel siyasetinin iflasını bir kez daha ispatlamıştı.
Filistin’den son zamanlarda, bilhassa yardıma muhtaç ailelerin de getirilmiş olduğu kentte iyi niyetli gönüllüler ve sivil kuruluşların gayretli çalışmaları, resmî makamların beceriksizlikleri ve kifayetsizlikleri yüzünden fazlasıyla aksayabiliyordu. “Soykırım şimdi oluyor” sloganıyla 25 Ocak’ta yapılan Filistin’e destek yürüyüşü için güvenlik kuvvetlerinin abartılı sayısı bir yana şehrin trafiğini fazlasıyla aksatacak trafik düzenlemeleri de kör gözüm parmağına der gibi aşırıydı. Ayrıca İtalya’da da protestolar yasalara aykırı biçimde polis tarafından sık sık, her geçen gün artan bir şiddet dozuyla dağıtılabiliyordu.
Bu arada huzurlu ve güvenli atmosferiyle tanınan, yaş ortalaması gayet yüksek Trieste’de ihtiyar vatandaşların sokakta saldırıya uğradığı ve hırpalanarak soyulduğu vakalar günbegün artmıştı. Gittikçe çoğalan sayıdaki Afganistan ve Pakistan kökenli erkeklerin yaralamalarla biten kavgaları da kentte esen korku atmosferini katmerliyordu.
Kadın hakları mevzubahis olduğunda da İtalya’nın sicili kirlenmeye devam ediyor, bilhassa tanıdık veya akraba erkeklerin kadınları öldürmesinin önüne bir türlü geçilemiyordu. Tecavüz mağdurunun belirgin şekilde reddini ifade etmemesi durumunda bunun bir kabul olarak yorumlanmasına yol açan kanun maddesinin bir türlü değiştirilmemesi de anlaşılır gibi değildi.
FerzanÖzpetek’in kadınlara methiye dürtüsüyle çektiği son filmi Elmaslar (Diamanti), basit duygu sömürüsünden ibaret, gayet bildik ve bayat klişelere dayandırılmış ticari bir ürün olsa bile, İtalya’da bilhassa kadın seyircilerin doldurduğu salonlarda sezonun en yüksek gişesini yapması tesadüf olmasa gerekti. Fakat festival programından ayrı olarak filmi beraber seyrettiğim 17 yaşındaki müstakbel sinemacı genç kızın Özpetek’in yalakalıklarına hiç kanmaması manidardı.
Bu arada devletin, Mafya ve benzeri oluşum fertleri için öngörülen 41 bis sayılı kanunu hazmedemediği başka vatandaşlar için de kullanması da İtalya çapında rahatsızlık yaratıyordu. Ağır hapis rejiminde izolasyon en başta olmak üzere insanlık dışı muameleye tabi tutulanlardan anarşist AlfredoCospito’nun açlık grevi neyse ki ülkede az çok yankı uyandırmıştı.
Fakat faşist eğilimlerini gizlemekten hiç çekinmeyen iktidar, daha çok kültürel programlarıyla tanınan, coğrafyanın gayet köklü komünist ve sosyalist mazisinin bayrağını taşımaya daima çalışmış RAI 3 kanalını usul usul tasfiye etmekten geri durmuyordu. Devlet radyo televizyonunu propagandasına alet etmekten zaten imtina etmeyen hükümet temsilcileri amaçları doğrultusunda sinsice ilerlerken bazı RAI 3 programcılarının Berlusconi’nin televizyon kanallarında çalışmaya razı olması ülkenin dramatik manzarasını katmerliyordu.
Resmî olsun, olmasın, Covid sonrası İtalya televizyon kanalları zaten genel toplumsal cinnetin birebir yansıması durumdaydı.
Trieste’ye dönersek, iktisadi problemlerden kaynaklanan, “nezih” diyardaki fakirlik devamlı artarken Ukrayna işgalcisi Rusya’ya karşı alınmış tedbirlerden yatlara el koyma pratiği de ters tepmiş vaziyetteydi.
Oligark Andrej IgorevichMelnichenko’ya ait heyula gibi teknolojik yatın, Avusturya Prensesi Sisi’yle özdeşleşmiş Miramare şatosunun önlerinde genel olarak demirlemiş biçimde durup arkadaki Alp dağları manzarasına kazulet silüetiyle halel getirmesi yetmezmiş gibi her yıl ortalama 40 milyon dolar masrafa yol açması tutumlu Triesteliler’i bilhassa çıldırtıyordu.
Lakin meşhur komedyen Checco Zalone, Sulla barca dell’oligarca (Oligarkın teknesinde) adlı şarkıyla megayat meselesine mizahla yaklaşılmasını sağlarken lüks meraklısı sonradan görmelerle dalga geçmeyi de şüphesiz başarıyordu.
Neyse ki ilerlemiş yaşına rağmen Triesteli Franco Pace bu sene de dünya çapında sevilen takvimlerini bastırabilmişti. Meşhur fotoğrafçının ana mevzusunu oluşturan klasik ahşap yelkenliler her yerde günbegün azalsa da suyun üstündeki estetikleri ve çevreci olma potansiyelleriyle geleneksel zanaatkârlığın varmış olduğu ve ne yazık ki yerinde adeta yellerin estiği zirvelerden biriydi.
Festivalin başarısı
Ülkedeki sosyal, iktisadi ve siyasal krize rağmen 2025 Trieste Film Festivali çizgisini korumayı başarmıştı. Bu sene 36. kez tertiplenen geniş çaplı etkinliğin belgesel klasmanında olmasa da kurmacalarda kalitesini artırdığı bile söylenebilirdi.
Başarısı birden fazla ödülle tescillenen filmlerden biri Macaristan’daki eğitim sistemini kurcalayan Dersimizi aldık (Fekete pont/Lesson learned) adlı manidar kurmacaydı. Bálint Szimler imzalı filmde filmin kendine has kahramanı, hassas öğrenci Palkó’nun gözünden çocukların acımasızlığına kani olduk; idealist öğretmeni Juci aracılığıyla da hem meslektaşlarının, hem de eğitim sisteminin yanlışlarına vâkıf olduk. Yönetmenin yakalamış olduğu orijinal hikâye dili bize bu iki karakteri layıkıyla sevdirdiği gibi sistemin kısırlaştırma potansiyeline de inandırdı. Macaristan’daki siyasi baskı rejiminin tesirlerini tenimizde hissederken isyan dürtülerimiz muhakkak ki tetiklendi.
Köyde eşcinsellik günah ve ayıptır!
Öfke potansiyelimizi de tartan bir diğer ödüllü film Dünyanın sonuna üç kilometre(Trei kilometri până la capătul lumii/Three kilometres to the end of the world) adlı kurmaca oldu. Yönetmenliğini Emanuel Pârvu’nun üstlendiği film, Tuna nehri deltasının pastoral coğrafyasında tutucu ahaliyle mücadele etmek zorunda kalmış eşcinsel genç köylü Adi’nin başına gelenlere eğiliyordu. Tam kendini tanımaya başlarken dayak yemesi yetmezmiş gibi köyde adının çıkması ihtimaline karşı, o ana kadar şefkatli ebeveyn profili çizmiş anne ve babasının ihanetine uğraması da yeterince dramatikti.
Köyün papazını görevlendirip oğullarını ellerinden ve ayaklarından bağlayarak cin çıkartma ayinine maruz bırakmaları işin çığırından çıkmasına sebep olmuştu.
Köy ağası rolüne bürünmüş bir zenginin polis komiseriyle olan yakınlığı da hadisenin girift dokusunu katmerlendirirken Romanya toplumunun gayet net bir röntgenini görmüş olduk.
Taşradan kaçmak zordur…
Litvanya’da, hiçbir çıkış ümidi sunmayan taşradan kurtulma hayaliyle yanıp tutuşan iki ergen kız çocuğu bir modellik okulunda yakın arkadaş olmuşlardı. İhtimal düşük gibi görünse de daha iyi bir istikbal ortak motivasyonlarıydı.
Aileleri ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktı. Yavaş yavaş özgüven sahibi olmaya başladıkları gibi yetişkinliğe doğru yol almaktaydılar. Bedenlerini toksik deneylere tabi tutuyor, geçerli güzellik standartlarına sahip olabilmek için bedel ödemek zorunda kalıyorlardı.
Yönetmen hanesinde Saulė Bliuvaitė adını gördüğümüz Toksik (Akiplėša/Toxic) adlı kurmaca, festivalde “Trieste en iyi film ödülü”ne layık görüldü. Jüri üyeleri filmde samimi olduğu kadar çiğ bir dil kullanıldığını ifade ettiği gibi, film kahramanlarının kırılgan ve zor elde edilmiş şefkat kazanımından da bahsetti. Avrupa sinemasının yeni ve güçlü bir ses kazandığı da belirtildi.
Toksik geçen sene Locarno film festivalinde de Altın Leopar ödülünü kazanmıştı.
Fazlasıyla kasvetli bir ortamda bulunsak da sinematografinin gayet net, aydınlık ve renkli olması ergen kız çocuklarının her şeye rağmen önlerindeki uzun ömrü bir şekilde değerlendireceklerine mı işaret ediyordu?
Feminist jinekolog
Trieste film festivalinin yarışma klasmanlarında yer almayıp seyirciyi sarsan filmlerinden biri doğum uzmanı jinekolog Nina’nın karmaşık dünyasına muvafakkiyetle bizi dahil etti. Nisan (April) adlı 134 dakikalık kurmacada filmin kahramanını yasadışı olmasına rağmen bilhassa kırsal kesimde zor durumdaki hamile kadınlara kürtaj yaparken takip ettik.
Déa Kulumbegashvili’nin hem yazıp hem de yönettiği, sürükleyici olduğu kadar büyüleyici filmde şimdiye kadar görülmemiş bir sansürsüzlük örneğiyle karşı karşıya kaldık. Tepeden bir doğumu mümkün olan en direkt açıdan izlerken benzer çarpıcılıkta bir sezaryene de şahit olduk.
Oysa Ia Sukhitashvili’nin büyük zarafetle canlandırdığı kahramanımız dünyada haksızlığa uğramış, hırpalanmış ve mutsuzluğa mahkûm edilmiş tüm kadınların ruhunu benliğinde taşıyan, neredeyse mitolojik bir varlıktı.
Filmin dili de zaten arada çok gerçekçi olmakla beraber, bizi sanki yerin yedi kat dibine indirirmişçesine karanlık ve gizemliydi. Erkek zulmüne fazlasıyla maruz kalan kadınların diyarında ayrıcalıklı bir pozisyona sahip olmasına rağmen Nina’nın erkeklerle ilişkilerinde hoyratça davranması veya onları en azından duygusal olarak kendisinden uzak tutmayı yeğlemesi de filme apayrı bir gerginlik katıyordu.
Gürcistan’ın muhteşem coğrafyasını doya doya özümsememize de imkân tanıyan filmin Türkiye’de, en azından bir kadın filmleri festivalinde gösterilmesini isterdim.
Favoriler
2025 Trieste’ye genel bir bakış atmam ve en iyi aktrisi seçmem gerekirse favorim kesinlikle Anasuya Sengupta idi. Daha önceki yazılarımın birinde tanıtmış olduğum Edepsiz (The shameless) adlı film Bulgaristan kökenli KonstantinBojanov’un imzasını taşıdığı için belki Hindistan uzmanları tarafından eleştirilebilirdi. Fakat ana karakter Renuka’nın sürüklediği kurmacanın uzun zamandır tüm süresi boyunca beni diken üstünde tutan ilk film olduğu kesindi (bu durum belki de hazırlıksız yakalandığım içindi!)
Hindistan coğrafyasında seks işçilerine ve lezbiyenlere reva görülen muamele bir yana, Modi stili politikacılara yönelik müthiş eleştiriler de bulmuştuk Utanmaz’da. Tok sesi, bilhassa erkeklere karşı gayet cesur çıkışları, yüksek düzeydeki farkındalığıyla Anasuya beni hemen cezbetmiş ve film muhteşem renklerin eşliğinde yavaş yavaş, adeta bir masala dönüşürken hepimizi hırpalamıştı.
Festivalde seyrettiğim aşk içerikli filmlerde ise favorim mutlaka Yavaş (Slow) adlı mütevazı sinema eseriydi.
Gene geçtiğimiz haftalarda tanıtmış olduğum mevzubahis kurmaca, kesinlikle bir belgesel kadar hakikiydi. Filmin iki ana kahramanı, aralarındaki klasik anlamda cinsel uyumsuzluğa rağmen tatlı bir ilişki başlatıyor ve zaman içinde birbirlerine şefkatle sarılıyorlardı.
Bilhassa cinsel münasebet hususunda herhangi bir beklenti içinde olmamaları ilişkilerinde yepyeni ufuklara yelken açmalarına imkân tanımıştı, ta ki geçimsizlikler başlayana kadar…
Filme serpiştirilmiş, çağdaş dans sanatçısı Elena’nın performansları bize kendi dünyamıza da dalma lüksünü tattırırken, sağır-dilsiz alfabesi çevirmenliği yapan Dovydas’ın bilhassa şarkıları elleri ve parmaklarıyla yorumlaması filme apayrı bir cazibe katıyordu.
Marija Kavtaradze’nin büyük bir incelikle yönettiği ve senaryosunu yazdığı film bittiğinde sanki 108 dakikalık bir aşk sona erdiği için üzülmeniz işten bile değildi…
36. Trieste film Festivalinin ödülleri hakkında teferruatlı malumata buradan ulaşabilirsiniz.
Berbat mı bilmem ama kuir bir anne: BBA Merve Özcan!
Norm bozan, ‘kutsal’ olana ‘berbat’ diyen, seyircisini kız kardeşlik gücüyle örtük bir direnişe davet eden, alternatif kimlikleri görünür kılmaya çalışan seti ve podcast programıyla: Sen kuir bir annesin Merve Özcan!
Merve Özcan’ın aynı isimli podcast’inden sahneye uyarlanan bu tek kişilik performansı izlerken, daha onuncu dakikada bu yazının başlığını telefonuma not ettim: kuir bir performans! Önce Merve Özcan’ı takdim edelim, sonra da “kuir performans” kavramını ve BBA ile bağlantısını konuşalım.
Merve Özcan, iç içe geçmiş, örülmüş ve şaşırtıcı bağlantılarıyla girift bir setle sahneye çıkıyor. Bekârlar-evliler, parlamenterler-her şeye muhalif olanlar, çocuklu hayat-çocuksuz dün, annelik-babalık, flörtözlük-Konya Ovası’nda yüzüne bakacak adam bulamamak gibi kentli çatışmaları, kıvrak sahne enerjisi ve dinamik komedi zamanlamasıyla seyirciye sunuyor.
Stand-up izlemeye Seda Yüz ile başlamış, ardından kendimi Merve Özcan’ın sahnesinde bulmuştum. Stand-up’a pek aşina olmadığım için yazımı, performansın hissettirdikleri ve politik yükü üzerine kurmak istiyorum. "Berbat Bir Anne" ismi başlı başına provokatif.
Bilet alırken, podcast’i açarken, hatta bu yazıyı yazmaya karar verirken bile insanı harekete geçiren bir çağrışım gücüne sahip. Özcan, bir röportajında programının adını, kendisine sorduğu “Ben berbat bir anne miyim?” sorusundan hareketle koyduğunu söylüyor. Bu soru, kendiliğinden bir cevap doğuruyor. O cevap da, bu soruyu sorduran toplumsal kodlara, annelik/babalık mitlerine ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklı yük ve sorumluluklara usul usul yükselen bir orta parmak gösteriyor.
Özcan, toplumun ona sorduğu ve kendi sesinden duyduğu bu sorudan yola çıkarak onlarca podcast bölümü ve sahnede bir set üretiyor. Ama burada yalnızca annelik rolleri veya biçimlerinden bahsettiğimizi sanmak yanıltıcı olur. BBA’nın karşısına aldığı asıl muhatap “erkeklik”.
Bu, yalnızca bir cinsiyete ait olmaktan öte, erk sahipliğinin kurumsallaştığı, erkek olmaya dahi gerek duymayan, salt iktidar talebiyle şekillenen bir ‘fikir’.
Merve Özcan, set boyunca bu fikre karşı net bir pozisyon alıyor: “Hmm… Bence bu o kadar da iyi bir fikir değil.” diyor. Gösterinin metni, podcast formatında alıştığımız içten ve doğal anlatımı sahneye başarıyla taşıyor. Ancak en dikkat çekici nokta, Özcan’ın seyirciyle kurduğu doğrudan ve samimi iletişim. Gösteri tek kişilik olmasına rağmen, bu bağ sayesinde son derece etkileşimli ve katılımcı bir hal alıyor. Salondan çıkarken, sanki birlikte Moda’da yürüyüş yapmışız ya da uzun bir günün ardından iki arkadaş olarak koltuğa yayılıp biralanmışız gibi bir hisle ayrılıyorum. Kız kardeşlik duygusu ve gücüyle.
Stand-up’ta bu hissi yakalamak zor, ama Özcan bunu başarmış. Erkek izleyicilerin tepkisi de bir hayli ilginç. Ataerkil düzenin sunduğu konfor alanından pek çıkmamış olanlar için, Merve Özcan’ın söyledikleri şoke edici olabilir. Ancak mizahın alt metni, farkındalığı kaçınılmaz hale getiriyor ve en büyük sarsıcı etkiyi yaratıyor.
Bu da gösterinin yalnızca kadınlara hitap etmediğini, toplumun her kesimine ulaşabildiğini kanıtlıyor. Ve gelelim, bu performansı neden “kuir” olarak nitelediğime… Kuir performans, toplumsal cinsiyetin ve seks pozitif anlatının sahnede, gösteride veya gündelik yaşamda nasıl ifade edildiğini inceleyen bir kavram. Judith Butler’ın “toplumsal cinsiyetin performatifliği” teorisinden ilham alarak, cinsiyet kimliklerinin veya rollerinin sabit olmadığını, aksine akışkan, özdeşliğini farklılıktan kuran bir performans ile inşa edildiğini vurgular.
Özcan, ‘boşanmış bir kadın olmak’, ‘çocuklu bekâr bir kadın olmak’, ‘çocuklu, boşanmış ve cinsellik konuşabilen bir kadın olmak’ gibi kadına yüklenen rolleri aynı eksende ele alıyor. Onları eğip bükerek, sistemin tanıdığı kadın ve anne olmayı reddediyor.
Norm bozan, ‘kutsal’ olana ‘berbat’ diyen, seyircisini kız kardeşlik gücüyle örtük bir direnişe davet eden, alternatif kimlikleri görünür kılmaya çalışan seti ve podcast programıyla: Sen kuir bir annesin Merve Özcan!
Önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan gösterilerin tarihleri için IG @merveozcanakabba hesabını takip edebilirsiniz.
Hukuk öğrencisi, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eğitmeni. Nesin Sanat Köyü ve Nesin Köyleri Derneği’nde gönüllü faaliyetler yürüttü. Sanatta Yeterlilik dersini informel olarak Prof. Dr. Zeynep...
Hukuk öğrencisi, aynı zamanda toplumsal cinsiyet eğitmeni. Nesin Sanat Köyü ve Nesin Köyleri Derneği’nde gönüllü faaliyetler yürüttü. Sanatta Yeterlilik dersini informel olarak Prof. Dr. Zeynep Sayın'dan alıyor. Biletinial isimli biletleme firmasında tiyatro eleştirmenliği, senarist-yönetmen Deniz Akçay’ın senaryo grubunda hikaye asistanlığı yapmaktadır. İleriye dönük hedefi ise Avrupa'da ‘barış ve çatışma çalışmaları’ alanında akademik çalışmalar gerçekleştirmek ve kendi yazdığı metinleri yönetmek.
Megaloman faşist D’Annnunzio, mütevazı komünist Berlinguer
Faşizan hezeyanlara kapılmış milliyetçi şair D’Annunzio ve Batı dünyasının en büyük komünist partisinin lideri Berlinguer hakkında, birbirinden çok farklı iki film.
İtalya edebiyatının en meşhur simalarından Gabriele D’Annunzio, yazarlığı, şairliği ve dramaturgluğuyla hatırlandığı gibi, asker, siyasetçi, gazeteci, hatta vatansever kimliğiyle de kayıtlara geçmiş, sansasyonel bir vaka.
Fiume veya ölüm! (Fiume o morte) adlı belgeselde bir lejyonerler grubunun başına geçerek Fiume kentini işgal edişine şahit oluyoruz.
Yönetmen ve senaryo yazarı hanesinde adını gördüğümüz Igor Bezinović 2025 Hırvatistan yapımı 112 dakikalık filmde bizi 1919 - 1921 seneleri arasında 16 ay sürmüş tuhaf işgale mizahla dahil ediyor.
Kentin İtalyan döneminden kalma çok küçük bir azınlığı hâlâ barındırmakta olan şimdiki adıyla Rijeka, bu saçma sapan anekdotu mazisinden silmeye çalışsa da Uluslararası Rotterdam Film Festivalinden iki ödülle çıkmış şirin belgesel sayesinde tarih adamakıllı kurcalanmış oluyor.
Fakat filmin klasik anlamda bir tarih belgeseli olduğunu sanmayın!
Faşizmin hem İtalya’da, hem de tüm gezegende tekrar yükselişe geçtiği günümüzde megaloman D’Annunzio’nun gülünç macerasıyla resmen dalga geçiliyor. Kendilerine gülünmesinden, mizahtan ve ironiden asla hazzetmeyen faşistlerin zavallı haline bakıp eğlenmekten başka ihtimal var mı?
Filmde savaş simsarı D’Annnunzio’nun büyük tiyatro oyuncusu Eleonora Duse dahil, kadınları baştan çıkarma maharetinden ve onlarla sansasyonel aşklar yaşamasından da bahsediliyor. Zevkine fazlasıyla düşkün taşkın karakterin mütemadiyen kullandığı uyarıcı madde kokain.
Barbarlar olarak aşağıladığı bölgedeki Balkan halklarını ırkçı D’Annunzio’nun ezmeye girişmesi, işgalin eski Yugoslavya coğrafyasında faşizmin ilk mühim icraatlarından biri olarak algılanmasına yol açmış.
Uluslararası güçlerin kontrolü altındaki Fiume’nin İtalya’ya tekrar bağlanması gerektiğini savunan D’Annunzio’nun bir süre sonra kendi devleti tarafından bile inkâr edilmesinin ve çılgın misyonunu sona erdirmesi yönünde uyarılmasının narsist kahramanımıza ağır geldiğini tahmin edebiliriz şüphesiz.
O dönemde Fiume’yi ziyaret etmiş olanlar arasında faşizmi resmen başlatmak üzere olan genç Mussolini’nin de adı geçiyor. Milliyetçi dava adına gaza gelip Fiume’ye koşan birçok asker adayının kendilerine ve mevzubahis kepazeliğe faydaları pek olmamış ya, neyse…
Yeterince çılgın olmasa da belgeselin oyuncaklı diline kendimizi rahatça kaptırıp şaklaban İtalyan’ı hatırlayan ve hatırlamayan Rijekalı vatandaşlarla tanışıyor, amatör oyuncularla gerçekleştirilmiş canlandırmalara memnuniyetle eyvallah diyoruz; çekim dinamiklerini kusurları, tekrarları, kazalarıyla izleyip kentin hem mazisini hem de bugününü, mümkün olduğunca derinden, mizah yoluyla tanımaya çalışıyoruz.
Meselesini samimiyetle işleyen eğlenceli belgeselde altı çizilen dinamiklerden biri, işgal sırasında
D’Annunzio’nun adı verilmiş sokaklara, meydanlara ve kurumsal binalara Hırvatistan devletinin başka isimler yakıştırmış olması. Oysa İtalya’da bu garip askerî operasyonla alakalı mitoloji muhtelif yer adlarıyla yaşatılmaya devam ediliyor.
Ya İtalya’nın resmen rezil olduğu birçok dinamikten birine şaşaalı imzasını atmış D’Annunzio’nun heykelinin 1919’un yüzüncü yıldönümünde, Rijeka’ya komşu Trieste şehrinin Borsa meydanına dikilmiş olmasına ne demeli? Derin devlet propagandasıyla milliyetçilik kurbanı olmuş Trieste’nin günümüzdeki sağcı belediye başkanı RobertoDipiazza’nın öncülüğünde gerçekleştirilmiş bu garip hareketin İtalya ile Hırvatistan arasındaki diplomatik ilişkileri bir kez daha gerdiğini hatırlamakta da fayda var.
Uzlaşmacı komünist
Roma Film Festivalinde en iyi aktör ödülünü ElioGermano’ya kazandıran Enrico Berlinguer karakteri için ise D’Annunzio’nun tam tersi diyebiliriz. %25’lik oy oranı, bir buçuk milyon üyesiyle Batı Blokunun en büyük komünist partisi sıfatını hak eden İtalya Komünist Partisinin mütevazı başkanı Berlinguer, Büyük emel (Berlinguer – La grande ambizione/The great ambition) adlı biyopik filmde masaya yatırılıyor.
Antropolojik bakış açısıyla takdir toplayan AndreaSegre’nin elinden çıkma 2024 İtalya-Belçika-Bulgaristan ortak yapımı 95 dakikalık film bizi 1973 - 1978 seneleri arasındaki döneme layıkıyla taşıyor. Berlinguer’in bazılarına ütopik gelebilecek büyük emeli, sosyalizmi demokrasiyle aynı potada eritmekti. Özveride bulunarak anlaşmak durumunda olduğu parti ülkeyi yıllardan beri yöneten Hıristiyan Demokrasi Partisi olunca işinin ne kadar zor olduğunu anlamakta zorluk çekmezsiniz!
Filmde aklıselim Berlinguer’i siyasi faaliyetleri dışında özel hayatında, eşi ve çocuklarıyla vakit geçirirken de izliyor, ciddi ve disiplinli olduğu kadar iyi huylu ve şefkatli bir insan olduğunu da apaçık görüyoruz.
Fakat Berlinguer, ülkeyi sosyalizm ve komünizmden “temizlemeye” ant içmiş ABD güdümlü Batı blokunun Gladyo’su bir yana, dogmatik Doğu blokuna da yaranamıyordu.
Filmdeki ilk çarpıcı sekansların birinde Berlinguer’i, Jivkov yönetimindeki Bulgaristan’a yaptığı resmî bir ziyaret sırasında suikastten kıl payı kurtulurken izliyoruz.
Öngörülü Berlinguer Allende’nin başına gelenler İtalya’da yaşanmasın diye çabalarken, normalde partiye destek olmuş Moskova’yı ziyaretleri sırasında da en az alkışlanan liderlerlerden biri haline gelmişti.
Filmde, din güdümlü muhafazakâr İtalya’da boşanmayı mümkün kılan kanun geçtikten üç sene sonra iptal edilebilmesi için hükümetin düzenlediği manevramsı referandumun komünist parti faaliyetleri sayesinde bertaraf edildiğini de görüyoruz.
Nümayişlerdeki “Aile köleliktir!” sloganı en akılda kalıcı sloganlardan biri.
Siyasal olarak gayet canlı dönemde filmin kahramanını fabrikalarda işçilerle, sendikacılarla, sokak ve meydanlarda nümayişçilerle kol kola izliyoruz. Projesinde başarıyla ilerlemesi FİAT imparatoru Agnelli gibi ülkeye yön veren güçlü sanayicilerle görüşmelere ve karşılıklı istişareye bile yol açıyor.
Hürriyet, eşitlik ve demokrasi bayrağını azimle taşımaya devam eden Berlinguer, ayrıştırma yoluyla zedelenmek istenen birliğin gücüne inancını daima koruyor. Kapitalizmle özdeşleşen rekabetin yerine sosyalizmin dayanışma gücünü öneriyor. Toplumdaki sınıfsal problemlerin bilhassa çalışanların lehine çözülmesi gerektiğini ısrarla ifade ediyor.
Fakat ne yazık ki bir taraftan Gladyo, bir taraftan da filmde Doğu blokunun maşası olarak tanıtılan Kızıl Tugaylar, İtalya Komünist Partisinin programını aksatıyor ve Hıristiyan demokrat Aldo Moro’nun öldürülmesiyle de Berlinguer’in planları suya düşmüş oluyor.
Filmin senaryo yazarı hanesinde de adı geçen tecrübeli sinemacı Andrea Segre memleketinin mühim bir dönemini hakkıyla irdeliyor. İtalya’nın neo-liberalizme teslim olmadan önceki son ümitli zamanlarının ışıltısını yansıtırken bunu cilalı, romantik veya nostaljik bir tavırla değil de, bir belgesel hakikatine yaklaşır biçimde gerçekleştiriyor. Mesela dış ülkelerde Berlinguer’e tercümanlık yapan kişilere ve genel manada tercümanlık mesleğine hürmet göstererek, seyircinin anlamadığı bir dilde sarfedilmiş sözlerden sıkılma ihtimaline rağmen altyazıya yer vermiyor, dolayısıyla içerik tercümanın ağzında dillendiği zaman anlaşılıyor.
Filmde dönemin çarpıcı arşiv görüntüleri canlandırma sekanslarına zarafetle yedirilirken Berlinguer’in her yerde sık sık tekrarladığı bacak jimnastiği hareketleri veya memleketi Sardunya Adası denizlerinde ailesiyle yelken sefaları gibi anekdotlar da biyografik anlatıya güç katıyor.
Adil bir toplum şiarını ön planda tutarak yoluna dirayetle devam etmiş olan Berlinguer’in hayalleri İtalya’nın kanlı “kurşun yılları”nda ne yazık ki yavaş yavaş buharlaştı; günümüzde faşizmle arasına pek mesafe koyamayan Meloni İtalya’sına kadar varmamız tesadüf değil mi yoksa?