Korona salgını başlayalı beri İstanbul'da, Şehir Hatları ile Mavi Marmara, Turyol veya Dentur gibi işletmelerin vapur ve motorlarına binen yolcular normalden daha sık uyarılmaya başlanmıştı.
Sigara içilmemesi veya iskeleye yanaşırken dikkatli olunması yönündeki anonslara pandemiyle ilgili yeni uyarılar eklenmiş, çok kısa aralıklarla defalarca tekrarlanan duyurular yolculara neredeyse tüm yolculukları boyunca eşlik eder hale gelmişti.
Mevzubahis deniz araçlarında kullanılan ses teçhizatının kalite ve kapasitesinden bağımsız olarak duyurunun volümü tamamıyla birilerinin insafına bırakılmış, buyuran ses vatandaşa nasıl davranması gerektiğini ısrarla hatırlatıyordu.
Öngörülen sosyal mesafeyi korumayan veya maskesini çıkaranların büyük bir ihtimalle deniz araçlarındaki MOBESE'lerde izlenen davranışlarına karşı sanki uyarı kaydı defalarca dinletiliyor, vatandaş adeta hizaya getiriliyordu. İnsanın kendini, emirleri yerine getirmediği için mütemadiyen azarlanan bir çocuk gibi hissetmesi işten değildi.
Vatandaşlık ve şehirlilik bilinci olmayan koca bir koyun sürüsü gibi güdülme edilgenliği içinde bazıları ne kadar da huzurluydu!
Anonslarda ayrıca denizle ilgili güvenlik kuvvetlerinin duruma müdahale edeceğine dair cümleler gemi personeline göre bir üst otoritenin varlığını da hatırlatıyor ve kurallara harfiyen uyulmadığı takdirde olası yaptırımlar hususunda da çıtayı yükseltmiş oluyordu.
Bir de muhtelif deniz araçları işletmelerinin hazırlattığı, nispeten profesyonel seslere okutulmuş anonsların yanında mikrofonu eline alıp duyuru görevini bağrına basanlar vardı.
"Kurtlar Vadisi" ve bilumum benzer televizyon dizilerindeki karakterlerden esinlenilmiş olduğu belli, erkeksi olduğu kadar şuh ve ikna edici de olmasına çalışılan bir ses tonuyla gemi personeli duruma şahsen müdahale ediyordu. Bilhassa son yıllarda, eski iskele ve gemi personelinin ciddiyetinden fazlasıyla uzaklaştığı gözlemlenen söz konusu personel üniformalarının verdiği ivmeyle de vatandaşı uyarma görevini memnuniyetle üstlenmiş, otoritenin taşeronluğuna seve seve soyunmuşlardı.
Danimarka'nın saygın belgesel festivali CPH:DOX'ta yer alan "Oh, it hertz" başlıklı belgesel sesin hayatımızdaki önemine dikkat çekiyor, otoritenin kendini empoze ederken sesten nasıl yararlandığı hususunda da seyirciyi uyarıyor. Yönetmenliğini Gunnar Hall Jensen'in üstlendiği 2021 Norveç yapımı, şirin mi şirin belgesel seyirciye gayet zevkli 90 dakika yaşatıyor; estetik, fonetik ve akustik, hatta fantastik bir maceraya sürüklüyor.
1939 yılı Dünya Standartları Enstitüsünün toplantısında Nazi'lerin propaganda sorumlusu Goebbels'in güdümünde o ana kadar geçerli diyapazon ayarının değiştirilmiş olduğuna dair iddia, film boyunca seyirciyi meşgul ediyor.
Tüm gezegende asırlar boyunca kullanılagelmiş ayarın yerine, dinleyiciyi agresyona sevk eden yeni ayarla geniş kitlelerin iktidar tarafından nasıl manipüle edilmeye müsait hale geldiğine ikna olmamak mümkün değil!
Kakofoniye dur de!
Film boyunca seyirciye rehberlik eden deneysel müzik sanatçısı Laurie Amat bizi envaitürlü ses titreşimlerinin evrenine taşıyor, sesin bedenimizde ve ruhumuzdaki etkilerini ayrıntısıyla irdeliyor. Film boyunca elinde bir ses kayıt aletiyle ortalıkta dolaşıp ses avını zevkle sürdürüyor.
Kapı gıcırtısı, geri geri gitmekte olan bir aracın bip bipleri, kara tahtaya sürtülen tırnak sesi, bardağa yeni dökülmüş şampanyanın hava kabarcıkları, diş çürüğünü oyma makinesi, domuz pastırması kızartılırken yağın sahanda çıkardığı ses, parkta yürütülmekte olan köpek patilerinin ritmik tekrarları, tarlada rüzgârla salınan buğday başaklarının sesi ve daha birçok ses varyasyonu etrafımızdaki tınıların ne kadar zengin olduğunu ve onlara aslında kulak vermemiz gerektiğini hatırlatıyor.
Ne de olsa sesler bedenimizde belirli dinamikleri harekete geçirdiği gibi ruhumuza da biz belki farkına varmasak bile mutlaka tesir ediyor. Bilhassa doğadaki yumuşak sesler ruhumuzu ne kadar okşuyorsa makinelerin saldırgan gürültüsü de bizi o denli yoruyor, endişelendirip ürkütüyor.
Simatik (cymatics) evrenine yapılan ziyaret sırasında bedenimizde sesin yol açabileceği reaksiyonları bir kez daha duyumsuyor, ses dalgalarının nelere kadir olduğuna kesinlikle ikna oluyoruz.
İronik tavrıyla seyirciyi kendine hemen bağlayan Lauri Amat bir ara gonorrhea (bel soğukluğu) kelimesini bir mantra gibi tekrar ederek, mevzubahis kelimenin harf diziminden, sesler arasındaki armoniden ne kadar hoşlandığını ortaya çıkarıyor; kelimeyi bölerek defalarca telaffuz ederken adeta oral bir orgazma ulaşıyor. Hepimiz kelimelerle dans ederek buna benzer ekstatik veya meditatif hallere, hatta transa girmiyor muyuz?
Cinsi münasebet halindeyken partnerinizin inlemesi kadar sizi tahrik edebilecek başka ses biliyor musunuz?
Şarkı söylemenin ne kadar zevkli olduğunu, bunu devamlı yapanlar için bir ihtiyaç, hatta mastürbasyon kadar gerekli bir pratik olduğunu inkâr edebilir miyiz?
Ses titreşimlerinin daha annemizin karnındayken ehemmiyetini, hayattan ayrılırken en son işitme duyumuzu kaybettiğimizi de unutmamak lazım tabii ki!
Fazlasıyla gürültülü ve karmaşık dünyamızda, hücresel seviyede oluşabilecek simetrinin vücudumuza ve ruhumuza iyi geldiğini varsayarak kendimizi şefkatli seslerin armonisiyle kuşatmanın vakti geldi de geçiyor...
Silah olarak ses
Şurup gibi akan belgeselde ABD'nin Vietnam Savaşında Vietnam halkını yıldırmak için ses kayıtları kullandığına dair detaylı görüntülere, Coppola'nın "Apocalypse Now" filminden hatırladığımız şekilde tekrar şahit oluyoruz.
Hitler, Mussolini, Franco gibi diktatörlerin güruhları hipnotize etmek için seslerini en etkin biçimde kullanmaya çalıştıkları, hatta benzer tavırların günümüzde tekrar yürürlüğe konduğu da malum.
Polis, ordu ve benzer güvenlik kuvvetlerinin agresif sesleri stratejik şekilde manipüle ederek panik ve korkuyu tetikleme amaçlarına ulaşmaya çalıştıkları da gayet yakından biliniyor.
Ayrıca acı acı çalan sirenlerin insan üzerindeki psikolojik baskısını kimse yok sayamaz. Akortsuz aletlerden çıkan tınıların, ses açısından uyumsuz birçok kaynağa maruz kaldığımız anlardaki kakofoninin negatif etkileri de yadsınacak gibi değil.
Geniş kapsamını kısa bir süreye sıkıştırmaya çalışan filmde yer verilmese de hafızasını çoktan yitirmiş yaşlı insanların ancak müzikle neşelendiğini, müziğin bir terapi olarak çok daha geniş kapsamlı olarak kullanılması gerektiğini de bu vesileyle teyit etmiş oluyoruz.
Özenli ses ve görüntü yönetimi dışında kıvrak montajıyla da seyirciyi cezbeden belgeselin belli başlı anekdotlarından bir tanesinde kaliteli sese obsesif biçimde bağlı Stig Arne Skilbrei ile tanışıyoruz; Skilbrei, David Bowie gibi kanser hastası olduğundan büyük sanatçının vasiyeti sayılan "Black Star" albümünün kendisi için müstesna bir yere sahip olduğunu ve çok özel anlarında dinleyebildiğini ifade ederken gözleri doluyor...
Hastanelerdeki gürültü
Pandemi yüzünden gezegen çapında hastanelere rağbetin iyice arttığı son zamanlarda filmin en manidar karakterlerinden biri de sanatçı Yoko Sen.
Florence Nightingale'in bir deyişini bizimle paylaşması boşuna değil: "Gereksiz gürültü en zalim itina eksikliğidir." Bu sözün söylendiği zamandan günümüze bir asır geçmiş olmasına rağmen Yoko hastanelerde pek bir şeyin değişmediğini ifade ediyor. Hastalığı yüzünden uzun süre yattığı hastanenin agresif seslerle dolu olduğunu, bu vesileyle aslında hastanelerin hiçbir zaman ses açısından insan psikolojisine uygun şekilde tasarlanmadığını fark edip Philips'le irtibata geçiyor.
Dünyamızdaki saldırganlık her geçen gün daha geniş boyutlara ulaşsa da, filmin esas kahramanı Laurie, biraz da senaryo icabı, Nazi'lerin karanlık projesi hususundaki araştırmalarında sanki umduğu sonuca ulaşamıyor, oysa yumuşacık tavırlarıyla Yoko bizi yeterince ikna ediyor.
Hastanın kalp atışına birebir eşlik eden monitörün ritmik tınısı zaten yeterince sevimsiz. Kalp atışında bir aksaklık başgösterdiği zaman ortalığı aniden inleten alarm sesiyle aralarındaki tenafür aslında Ortaçağda şeytanı ayaklandırdığı için kilise tarafından yasaklanan bir müzikal aralığa sahip.
Zaten Yoko'nun tek amacı hastanelerdeki gürültüyü azaltmak değil, sağlık kurumlarını insan ruhuna iyi gelen seslerle donatmak.
"Düşünsenize!" diyor, "Hastanedeki birçok insanın ölmeden önce duyduğu son ses o zır zır öten alarmın sesi oluyor!"
Bunun üzerine ister istemez, seçme şansı olduğunda insanın ölürken hangi sesi, hangi notayı, hangi melodiyi duymak isteyeceği hususundaki sual akla geliyor. Zaten zıpır yönetmen Gunnar fırsatı kaçırmayarak filmdeki karakterlerine tek tek bu soruyu yöneltiyor.
En şefkatli cevap Yoko'dan geliyor: "Gündelik hayatla alakalı, kulağıma sıradan olduğu kadar sevimli gelen kocamın osuruğu!"
(MT/AÖ)