Yapay Zekânın Politik İnşası serimizin bu bölümünde, eleştirel teknoloji yazarı, araştırmacı ve “Tech Won’t Save Us” (Teknoloji Bizi Kurtarmayacak) başlıklı podcast’in sunucusu Paris Marx ile gerçekleştirdiğimiz kapsamlı söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.
Marx söyleşide, “kitlesel işsizlik” gibi fütüristik korkuların günümüzün asıl sorunlarını, yani algoritmik yönetimle eriyen işçi gücü, yapay zekâyı ayakta tutan perde arkasındaki emek, endüstrinin devasa ekolojik maliyeti ve yeni sağ ile kurulan tehlikeli siyasi ittifakları nasıl perdelediğini ortaya koyuyor.
Peki, bu karamsar tablodan bir çıkış yolu var mı? Marx, teknoloji işçilerinin direniş potansiyelini ve kamu yararını hedefleyen alternatifleri de masaya yatırıyor. Ona göre, tam da endüstrinin gerçek yüzünün bu kadar netleşmesi, bize başka bir gelecek inşa etmek için tarihsel bir fırsat sunuyor.

Yapay Zekânın Politik İnşası
Yapay zekâ etrafındaki kamusal söylem, büyük ölçüde kitlesel bir işsizlik geleceğine odaklanmış durumda. Ancak siz (ve diğer eleştirel yazarlar), odağı daha acil bir endişeye, şu anda gerçekleşmekte olan algoritmik yönetim yoluyla işçi gücünün aşındırılmasına kaydırıyorsunuz. Bu yaygın fütüristik korku ile emeğe yönelik mevcut, gerçek etki arasında neden böyle bir uçurum olduğuna inanıyorsunuz?
Kitlesel işsizlik anlatısına şüpheyle yaklaşıyorum ve bunun teknoloji şirketleri tarafından teknolojilerini gerçekte olduğundan daha güçlü göstermek için kullanılan bir araç olduğuna inanıyorum. Bakış açım büyük ölçüde 2010’larda olanlara bakarak şekillendi.
2010’ların başlarında, gelişmiş robotik ve yeni yapay zekâ türlerinin milyonlarca işi nasıl ortadan kaldıracağına dair çok fazla konuşma vardı. Bu, sürücüsüz arabalar gibi teknolojilerin vaatleriyle körüklendi. Bu şirketlerin argümanı, artık taksi veya kamyon şoförlerine ihtiyacımız olmayacağı yönündeydi. Ayrıca yaşlılara bakacak veya fast-food restoranlarında hamburger yapmaya başlayacak robotlara sahip olmaya yakın olduğumuzu da iddia ediyorlardı. Bu, birkaç yıl boyunca bu yeni teknolojilere nasıl yanıt verileceği konusunda önemli bir kamusal tartışma yaratan, gerçekten önemli bir argümandı.
Ancak 2010’ların sonuna dönüp baktığımızda, iddia ettikleri kitlesel işten çıkarmaları görmedik. Bunun yerine, Amazon ve Uber gibi şirketlerin, yönetimin işçiler üzerindeki gücünü artırmak, sendikalaşma çabalarını ezmek, çalışma koşullarını aşındırmak ve tüm endüstrilerde ücretleri baskılamak için algoritmik yönetim biçimlerini uygulamaya koyduğunu gördük. Uber gibi bir şirketin durumunda bu, dijital aracılı yeni bir parça başı iş biçimini meşrulaştırmaya bile hizmet etti. Bu tarih, yapay zekâyı ve bunun işler üzerindeki etkisini nasıl gördüğümü temelden şekillendiriyor.
Dolayısıyla, bugün üretken yapay zekâya baktığımızda, bu araçların işi belirli şekillerde etkileyeceğine şüphe yok, ancak kitlesel işten çıkarmalara yol açacaklarından şüpheliyim.
Bence daha olası olan, şirketlerin üretken yapay zekâ araçlarını 2010’larda gördüğümüze benzer şekilde, yani işgücü üzerindeki güçlerini daha da artırmak, ücretleri düşürmek ve işi, çalışanları güçlerinden ve özerkliklerinden mahrum bırakacak biçimde yeniden organize etmek için kullanmaya başlamasıdır. Asıl endişem, süregelen tartışmanın bu olmaması. Dikkatimiz kitlesel işsizlik söylemiyle dağıtılırken, hâlihazırda yaşanan asıl etki, bu teknolojilerin işçi gücü pahasına kurumsal gücü pekiştirmek için kullanılmasıdır.

Teknoloji işçileri ve Silikon Vadisi’nin egemenlerine karşı mücadele
“Kontrol modelleri diğer sektörlere de yayılıyor”
Bu algoritmik denetim, işyerindeki güç ilişkilerini nasıl yeniden şekillendiriyor ve hangi mekanizmalar aracılığıyla işçilerin kendi emek zamanları üzerindeki kontrolünü daraltıyor?
Bu çok önemli bir soru ve cevap, araçlar belirli bir endüstri için en faydalı olana göre uygulandığından farklı işyerlerinde biraz farklı görünüyor.
Örneğin bir Amazon deposunda, işçiler insan yöneticileri olan doğrudan çalışanlar olsalar da, günlük görevleri tarayıcılar gibi cihazlar aracılığıyla algoritmik sistemler tarafından dikte ediliyor. Bu yönetim şekli, Amazon’un acımasızca yüksek üretim hedefleri belirlemesine olanak tanıyor, bu da işçileri daha hızlı çalışmaya zorluyor ve ayak uydurmak için kestirme yollara başvurdukça daha yüksek yaralanma oranlarına yol açıyor. İşçiler, sistemin sürekli olarak izlediği bir metrik olan “görev dışı kalma süresi” nedeniyle cezalandırıldıkları için tuvalet molalarını atlayabiliyorlar. Bu sistem aynı zamanda Amazon’a işgücü üzerinde muazzam veri ve kontrol sağlayarak onlara sendikalaşma çabalarını ezmek için güçlü araçlar veriyor.

Verimlilik adına, canavarlar zamanı geldi
Bu özellikle önemli çünkü lojistik, geleneksel olarak iyi ücretli ve sendikalı bir işti. Amazon, sadece sendikaları depolarından uzak tutmak için savaşmakla kalmadı, aynı zamanda işçilerin daha iyi koşullar talep etme gücünü sınırlamak için de algoritmik yönetimi kullandı. Sonuç sadece Amazon’da daha düşük ücretler değil, aynı zamanda tüm sektördeki ücretler ve standartlar üzerinde aşağı yönlü bir baskıdır.
Uber gibi bir şirketteki model biraz farklı. Burada algoritmik yönetim tam; işçiler, patronu uygulamanın kendisi olan yüklenicilerdir. Çalışmaya devam etme yetenekleri tamamen algoritma tarafından belirlenen kriterleri karşılamalarına bağlı. Bu, şirketin, örneğin daha düşük ücretleri kabul edecek sürücüler için yolculuklara öncelik vererek sürekli olarak ödeme oranlarını düşürmesine ve işgücü üzerinde önemli ölçüde kontrol uygulamasına olanak tanır.
Bu kontrol modelleri şimdi diğer sektörlere de yayılıyor. Örneğin kamyonculukta, sürücüler artık çok az esneklikle yoğun bir takibe tabi tutuluyor. İşyeri gözetimi kapitalizm altında her zaman bir faktör olmuş olsa da, bu yeni dijital araçlar onu benzeri görülmemiş bir düzeye çıkararak gücü temelden yönetimin lehine kaydırıyor.

TEKNOLOJİ İŞÇİLERİ KOALİSYONU
Simone Robutti: Geleneksel sendikalar teknoloji sektörünü anlamakta zorlanıyor
“Temelde kitlesel bir işten çıkarma yaşanmıyor”
Üretken yapay zekâ teknolojilerinin yaygınlaşması yeni sonuçlara da sebep oluyor. Misal, “Prompt (İstem) mühendisi” gibi unvanlar son zamanlarda oldukça popülerleşti. Yapay zekâ çağında emek piramidi nasıl yeniden inşa edilecek: Tepede küçük, yüksek vasıflı seçkinlerden oluşan bir grup ve altta geniş, güvencesiz bir taban mı, yoksa başka bir senaryo mümkün mü?
Aslında geçen gün LinkedIn’de Kanada’daki büyük bir telekom şirketinin “prompt yanıtı yazarları” arayan bir iş ilanını gördüm. Sanırım bunu görünce şaşırmamalıydım ama yine de şaşırdım.
Sorunuzdan yola çıkarak şunu söyleyebilirim ki, temelde kitlesel bir işten çıkarma yaşanmıyor; ancak işin yapılma şeklinde bir değişiklik olduğunu görüyoruz. Hatta ekonomi genelinde bir süredir tanık olduğumuz üzere, bu dijital teknolojiler ve getirdikleri dönüşümler söz konusu değişiklikleri daha da pekiştiriyor. Öyle ki, tepede gerçekten iyi maaşlar kazanan bir işçi katmanı oluşmuş durumda.
Belki onların değeri veya aldıkları ücret artıyordur. İyi bir ekonomik güvenceleri var. Oysa altta, gerçekten düşük ücretli pozisyonlarda bulunan işçi sayısı, daha orta sınıf işlerden oluşan o grubun giderek içi boşaltıldıkça genişliyor gibi görünüyor.
Sonuç olarak, ya geçinmek için gerçekten mücadele etmek zorunda kaldığınız, sürekli daha iyi bir iş aradığınız ve faturalarınızı ödeyebilmek için biraz daha fazla para kazanmaya çalışırken kendinizi sömürdüğünüz bir senaryodasınız ya da beklentiniz olan ekonomik güvenceye sahip olacağınız bu işlerden birine giriyorsunuz. Artık bu ikinci seçeneğe ulaşmak bile büyük bir başarı gibi görünüyor.

Yapay zekâ balonu patlamak üzere mi?
Bu yüzden, özellikle yapay zekâ ve bu şirketlerin yaygınlaştırdığı yeni iş biçimleri hakkında düşündüğümüzde, şirketlerin yapay zekâyı genellikle bir ikame aracı olarak sunduklarını görüyoruz, değil mi? Sanki işçi ortadan kalkıyor ve bilgisayar onun işlevini devralmak için devreye giriyor gibi. Ama aslında perde arkasında, yapay zekâ sistemini çalışır hâlde tutmak için yapılan çok sayıda çok düşük ücretli iş var. Sırf bilgisayarın işi tek başına yaptığı izlenimini yaratmak için, genellikle Küresel Güney’de bu işi yapan düşük ücretli işçiler kullanılıyor. Ama bu her zaman böyle değil; örneğin, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’da da bu yapay zekâ sistemlerini eğitmek için bu gerçekten düşük ücretli pozisyonları kabul eden insanlar var.
Birkaç örnek vermek gerekirse, Venezuela ekonomisi çökerken, bu sözde “tık işçiliği” şirketlerinin çoğu, sürücüsüz sistemlerinin yollara daha iyi adapte olabilmesi amacıyla özellikle sürücüsüz araç şirketlerinden ve Tesla’dan gelen içeriği etiketlemeleri için Venezuelalı işçilerin çaresizliğinden yararlandı. Pandemi sırasında Uber’in, bir yapay zekânın sürücülerin fotoğraflarının ehliyetleriyle eşleşip eşleşmediğini ve halk sağlığı nedenleriyle maske takıp takmadıklarını kontrol edeceği yeni bir özelliği tanıttığını hatırlıyorum. Daha sonra ortaya çıktı ki, bu yapay zekâ sistemi o fotoğrafları sadece, fotoğrafın eşleşip eşleşmediğine veya sürücünün maske takıp takmadığına dair “evet” ya da “hayır” diyen düşük ücretli işçilere geri gönderiyormuş. Tabii ki, sanırım 2023’ün başlarında Time dergisinde çıkan haberi de biliyoruz; OpenAI’ın ChatGPT’sinden en kötü içeriği ayıklama işini yapan düşük ücretli Kenyalı işçileri anlatıyordu. Amaç, insanların bu yeni ürünü kullanırken internette bulunabilecek en kötü içeriklerden bazılarını içeren yanıtlarla karşılaşmalarını önlemekti.
Kısacası, yapay zekâ ve dijital platformların paravanı arkasında gizlenen işleri çok düşük ücretlerle yapan birçok işçi mevcut. Şahit olduğumuz potansiyel dönüşüm ise şu: İşler ortadan kalkmıyor, ancak daha önce belki biraz daha iyi ücretlendirilen pozisyonlar, işin biçimi dönüştükçe çok düşük ücretli, sözleşmeli tık işçiliği pozisyonlarına evriliyor.
“Şirketler, ürünlerinin arkasındaki emeği gizlemeyi başardı”
Küresel Güney konusuna, veri etiketleme ve içerik denetiminde Kenya’dan örnekler vererek değindiniz. Zor bir soru olduğunun farkındayım ama bu eşitsiz yapıyı tersine çevirmek için uluslararası bir işçi dayanışması mümkün mü?
Umarım öyledir. Bence herhangi bir şeyi değiştirmek için bu şart. Şirketlerin asıl başarısı, bu işin yapıldığı gerçeğini gizlemeleri oldu. Bu yüzden birçok insan, bir sohbet robotundan en kötü içeriği çıkarmak, bir sosyal medya platformunu denetlemek ya da arka planda yürütüldüğünün farkında olmadığımız o küçük yapay zekâ eğitim görevlerini yerine getirmek gibi işlerin, bu sistemleri çalışır hâlde tutmak için yapıldığının farkında bile değil. Şirketler, ürünlerinin arkasındaki emeğin büyük bir kısmını çok başarılı bir şekilde gizlemeyi başardı.
Aslında bu uzun süredir devam eden bir şey. Yapay zekâdaki işleyiş de sadece bunun en yeni biçimi. Zira bu şirketlerin donanım, hatta yazılım ürünleri hakkındaki söylemlerini düşünürseniz, size o güzel iPhone’u veya şık Mac bilgisayarı gösterirler. Ama size asla bunların Çin’de -ya da giderek artan bir şekilde dünyanın diğer bölgelerinde- nerede üretildiğinden ve o sürece eşlik eden çalışma koşullarından bahsetmezler.
Size asla ürünlerin içindeki metallerin nereden çıkarıldığından ve bu süreçlerde zarar gören insanlardan bahsetmezler. Dolayısıyla, güvendiğimiz ürünlerin gerçek zararını ve tam maliyetini görmememizi sağlayan, gizli tutulan bir tedarik zinciri her zaman devrededir. Bana göre bunu değiştirmenin tek yolu, sizin de belirttiğiniz gibi, bu işin arka planındaki her şeyin tam kapsamını gerçekten anlamak için o küresel, uluslararası dayanışmayı geliştirmekten geçiyor.
Acaba şu anda bunu biraz daha iyi fark etmek için bir fırsat veya doğru bir zaman var mı, merak ediyorum. Bir yandan, Donald Trump ve Amerika Birleşik Devletleri bu küreselleşmiş tedarik zincirlerine açıkça saldırırken ve üretimi Amerika Birleşik Devletleri’ne geri getirmeye çalışırken, daha fazla insan bu tedarik zincirlerinin var olduğunu ve ne kadar geniş bir alana yayıldığını fark ediyor. Diğer yandan ise, dünya çapında giderek daha fazla ülke, “ülkelerimiz içinde kullanılan teknolojiler üzerinde daha iyi kontrole sahip olmalıyız” diyor. Umarım bu durum, teknoloji tedarik zincirlerinin kendisini anlama konusunda da bir dereceye kadar ilham verir.
Fakat aynı zamanda, eğer bir dönüşüm yaşanacaksa, öncelikle bu zincirlerin içinde var olan sömürüyü anladığımızdan emin olmalıyız. Sadece kendi ulusumuz veya ülkemiz için en iyisine odaklanmak yerine, bu sömürüyü tanıyıp düzelterek uluslararası alanda birlikte çalışmalı ve daha iyi bir şey inşa etmeliyiz.

Teknoloji işçileri ve Silikon Vadisi’nin egemenlerine karşı mücadele
“Artık taktiklerin değişmesi gerekiyor”
Öyleyse Silikon Vadisi’ne ve oradaki sınıf mücadelesine dönelim. Maven Projesi’ne direniş, Amazon’daki sendikalaşma çabaları, No Tech For Apartheid kampanyası gibi birçok çabaya tanık olduk. Bu girişimler teknoloji işçilerinin üretim araçları üzerindeki gücünü artırabilir mi ve bu hareketlerin Silikon Vadisi içinde ve çevresinde nasıl evrileceğini öngörüyorsunuz?
Dürüst olmak gerekirse, bunun zor bir soru olduğunu düşünüyorum. Birkaç yıl önce bu kampanyaların neler başarabileceğine dair çok umut vardı, çünkü işçiler 2010’ların ortalarından sonlarına doğru gerçekten uyumlu bir şekilde örgütlenmeye başladıklarında, şirketlerin buna büyük ölçüde hazırlıklı olmadığını görebiliyordunuz. Şirketler, örgütlenen işçilerle müzakere etmeleri ve iklim değişikliğinden tutun da ABD Savunma Bakanlığı ve diğer kurumlarla çalışmaya, hatta Google’ın Çin’le çalıştığı dönemdeki tartışmalara kadar uzanan konularda taleplerinin en azından bir kısmını kabul etmeleri gerektiğini hissetmişti.
O dönemde şirketlerin, işçilerin belirli bir güce sahip olduğunu fark ettiği ve onları dinlemeleri gerektiğini kabul ettiği yönünde bir hava vardı. Ne yazık ki, bu durumun gerçekten değiştiğini hissediyorum. Bu şirketlerde hâlâ örgütlenme görüyoruz, ki bence bu gerçekten harika ve daha fazlasını görmemiz gerekiyor.
Ama en azından benim penceremden bakınca, şirketlerin artık işçileri daha önce olduğu gibi dinlemeleri gerekmediğini düşündüğü anlaşılıyor. Bu şirketlerdeki yöneticiler kendilerini o kadar güçlü hissediyor ki, kârı ve şirketin kendi gücünü en üst düzeye çıkarmak için izlemek istedikleri yoldan kendilerini kimsenin alıkoyamayacağını düşünüyorlar. Bu yüzden şimdi protesto eylemleri gördüğümüzde -ister iklim meseleleri olsun, ister bu teknolojilerin İsrail’in Gazze’deki soykırımına yardım etmek ve Batı Şeria’daki artan saldırılarda kullanılması olsun- şirketlerin anında tepkisi genellikle o işçileri işten çıkarmak oluyor.
Şirketler, geçmişte olduğu gibi yanıt vermeleri veya taviz vermeleri gerektiğini artık hissetmiyor gibi görünüyorlar. Bence bu, bu tür örgütlenme kampanyaları için gerçek bir zorluk. Elbette bu, işçiler örgütlenmemeli demek değil. Aksine, bu şirketlere meydan okumak için -ister sendikalaşma çabaları veya işçi hareketleri olsun, isterse de o işyerlerinin veya doğrudan işçi saflarının ötesindeki hareketler olsun- kesinlikle hareketler oluşturulmalı. Ama bence belki de artık taktiklerin değişmesi gerekiyor, çünkü şirketlerin kendileri de kendilerini çok güçlü ve örgütlenme çabalarına karşı son derece dirençli hissediyorlar.

Dan McQuillan: Silikon Vadisi ile faşizan siyaset biçimleri arasındaki örtüşme belirginleşiyor
“Teknoloji yöneticileri, çevresel etkileri umursamıyor”
Veri merkezlerinin enerji talepleri, lityum madenciliği ve elektronik atıklar göz önüne alındığında, teknoloji endüstrisinin gerçek ekolojik maliyeti nedir? Daha adil ve “sürdürülebilir” bir teknoloji ekosistemi inşa etmeyi hedeflersek nereden başlamalıyız?
Uzun bir süre, teknoloji endüstrisinin geleneksel, kirli imalat sanayilerinin aksine temiz, yeşil ve sürdürülebilir olduğu yönünde bir anlatı hâkimdi. Ancak dediğim gibi, bu imaj her zaman o şirketlerin tedarik zincirlerini perdeledi. Çünkü kullandığımız ve bize milyarlarcasını satmak istedikleri tüm bu cihazları düşünürseniz, sadece çevreye değil, aynı zamanda işçilere ve topluluklara da çok fazla zararı olan, son derece kirli ve sömürücü tedarik zincirlerine dayanıyorlar. Ve bu gerçek, her zaman göz ardı edildi.
Böylece kendilerini temiz, camdan ofislerde faaliyet gösteriyormuş gibi gösterebildiler. Ancak artık teknoloji endüstrisinin çevresel etkilerinin daha iyi anlaşılmaya başlandığını düşünüyorum. Bu süreç, bir dereceye kadar, birkaç yıl önceki kripto patlaması sırasında, insanların özellikle Bitcoin madenciliğine harcanan muazzam enerjiye ve bunun hem mevcut fosil yakıt santrallerini devrede tuttuğuna hem de yenilerinin kurulmasını nasıl teşvik ettiğine dikkat etmesiyle başladı. Fakat bana göre bu durum, üretken yapay zekânın -sohbet robotları, görüntü oluşturucular ve bu araçları çalıştırmak için gereken tüm o işlem gücünün- yaygınlaşmasıyla daha da büyüdü. Bu gelişme, büyük teknoloji şirketlerinin, tüm bu devasa altyapıları inşa etmenin çevresel ve iklimsel etkilerini tamamen göz ardı ederek, olabildiğince hızlı bir şekilde olabildiğince çok veri merkezi inşa etmeye yönelmesiyle sonuçlandı.
Çünkü bu veri merkezleri, aslında bu araçları ve hizmetleri çalıştırabilmek için on binlerce, hatta 100.000’den fazla sunucu, grafik kartı, sabit disk gibi donanımlarla doldurulmuş devasa depolardır. Ve bu tesisler, çalışabilmek için önemli miktarda su ve enerji de gerektirir. Tabii bir de tüm bu donanımların üretilmesi, bunun için de madenlerin çıkarılması gerekiyor. Yani bunların hepsinin arkasında çok derin, karmaşık ve çevresel açıdan yıkıcı tedarik zincirleri var. Artık şu da açıkça ortaya çıktı ki, teknoloji endüstrisindeki yöneticiler çevreye önem veriyormuş gibi davranma zahmetine bile girmiyor.
Nitekim OpenAI’ın CEO’su Sam Altman gibi bir isim, ihtiyaç duyacağımız devasa enerji miktarı nedeniyle, gezegene jeomühendislik uygulamak anlamına gelse bile kullandığımız enerji miktarını artırmamız gerektiğini söylüyor. Eskiden Google’ın CEO’su olan Eric Schmidt gibi bir başkası, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki veri merkezlerine giden enerjinin payının önümüzdeki birkaç yıl içinde %3’ten %9’a çıkabileceğini belirtiyor. Ve hepsi de, kaçınmamız gerektiği söylenen ısınma sınırlarını aşmaya başladığımız şu günlerde bile, bu enerji ihtiyacının sadece yenilenebilir veya nükleer enerjiyle karşılanamayacağını, fosil yakıtların da denklemin büyük bir parçası olması gerekeceğini ifade ediyor.
Dolayısıyla, tüm bunlar bizim için gerçekten endişe verici bir gelecek tablosu çiziyor. Ve iklim değişikliğinin sonuçları dünya çapında giderek daha fazla insanı vururken, bu teknoloji yöneticilerinin sadece yaptıklarının çevresel etkilerini değil, insani etkilerini de zerre kadar umursamadıkları gerçeğini gözler önüne seriyor.

Yapay zekâ balonu hepimizi tehdit ediyor
ABD’de ordu ve teknoloji endüstrisi arasında artan ilişki
Az önce toplumsal ve ekolojik sonuçlara kayıtsız görünen bir teknoloji yönetici sınıfını tanımladınız. Bu sorular ilk yazıldığında, Musk ve Trump arasında dikkate değer bir ittifak vardı ancak bu durum o zamandan beri değişti. Bu spesifik dinamikten bağımsız olarak, özellikle ABD’de gördüğümüz yeni sağ ve teknoloji tekelleri arasındaki bu daha geniş ittifakın altında yatan etkenler nelerdir ve bu, ne gibi temel tehlikeler barındırıyor?
Evet, bu ittifakın çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Donald Trump ile Elon Musk eskisi kadar dost olmasalar da, bu, teknoloji endüstrisinin daha genel bir çerçevede Donald Trump ve liderliğindeki aşırı sağcı hareketle müttefik olmadığı anlamına gelmez. Onlar hâlâ Trump hareketini, hem ABD içinde teknoloji endüstrisine fayda sağlayacak politikaları ilerletmek için hem de ABD’nin diğer ülkelere uygulayabileceği destek ve baskıyı kullanarak dünya genelinde düzenleme çabalarını sınırlamak ve vergilendirmeyi artırmak amacıyla kullanmaya çalışıyorlar.
Avrupa’da, tabii ki benim bulunduğum Kanada’da, ama bunun da ötesinde, Trump, ülkeleri düzenlemeleri azaltmaya, pazarlarını açmaya ve ABD şirketlerine ve daha genel olarak ABD çıkarlarına daha yakın olmaya zorlamak için gümrük vergisi tehdidini kullanıyor. Dolayısıyla gördüğümüz şey, bu teknoloji liderlerinin sadece ekonomik bir gündemi değil, aynı zamanda çok zararlı olabileceğini düşündüğüm bir toplumsal gündemi de benimsediği. Toplumun nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda bu çok sağcı fikirleri benimsediklerini görüyoruz. Eskiden liberter olduklarını iddia eden insanlar, şimdi Amerika Birleşik Devletleri’ndeki göçmenlerin veya hatta Amerikan vatandaşı olan siyahların toplatılmasına çok sıcak bakıyor. İnsanların şu anda darmadağın olan haklarına saldırmak istiyorlar ve bu, tamamen destek verdikleri bir proje. Sektörleri, teknoloji şirketlerinde çalışmak üzere yurtdışından yetenekli insanları getirmeye büyük ölçüde dayanmasına rağmen, Trump hareketinin temelde göçmenlerin peşine düşme, vizeleri azaltma ve bu tür şeylere yönelik çabalarını büyük bir şevkle destekliyorlar.
Şirketleri gümrük vergilerinden ve ticaret savaşından etkilense de, bu ittifakı haklı çıkarmak için Trump ve Trump yönetiminden yeterince çıkar sağlayabileceklerine inanıyorlar. Ve bence bunun büyük bir kısmı, ABD’de ordu ve teknoloji endüstrisi arasında gördüğümüz artan ilişkiden kaynaklanıyor. Bu, her zaman var olan ancak geçmişte daha gizli kalan ve sanırım daha az dikkat edilen bir ilişkiydi. Ama şimdi teknoloji liderlerinin açıkça, Amerikan teknoloji şirketlerinin Amerikan ulusal çıkarlarını desteklemesi gerektiğini savunduklarını ve ABD hükümetinin Boeing, Lockheed Martin veya Northrop Grumman gibi geleneksel silah ve havacılık üreticilerine daha az para verip bunun yerine, yüz milyarlarca dolarlık bu paranın çok daha fazlasını SpaceX, Palantir ve Anduril gibi son yirmi yılda kurulan daha yeni savunma teknolojisi şirketlerine yönlendirmesi gerektiğini tartıştıklarını görüyoruz.
Dolayısıyla, en yakından izleyeceğim alanın bu olduğunu düşünüyorum. Açıkçası mesele sadece teknoloji endüstrisinin Trump yönetimine yaklaşması değil, aynı zamanda savaş için yapay zekâ gibi silah teknolojilerinin yayılmasını içeren daha tehlikeli, daha düşmanca bir dünyaya çanak tutmaları. Bana göre bunun bir önizlemesini, İsrail’in bu teknolojileri Filistin halkına karşı kullanma biçimiyle İsrail ve Gazze’de bir dereceye kadar görüyoruz. Ancak görünen o ki, arzuları bunu çok daha büyük bir ölçekte uygulamaya koymak ki bu da dünyanın birçok bölgesi için potansiyel olarak çok yıkıcı etkilere sahip olabilir.

Ele geçirmenin ağır bedeli
Başka bir teknoloji mümkün mü?
Emek sömürüsünden ekolojik maliyetlere ve tehlikeli siyasi ittifaklara kadar tüm bu önemli zorlukları ana hatlarıyla belirttikten sonra, bir çıkış yolu olup olmadığını sormak istiyorum. Bu teknolojilerin demokratik veya kolektif mülkiyeti tasavvur edilebilir mi? Kısacası, başka bir yapay zekâ, başka bir tür teknoloji ekosistemi gerçekten mümkün mü?
Kesinlikle mümkün olduğunu düşünüyorum. Hatta bunun yapay zekânın da ötesinde geçerli olduğunu söyleyebilirim. Bence her zaman farklı bir şeyin mümkün olduğuna dair bir umudumuz olmalı, çünkü umudumuz yoksa neyimiz kalır?
Ama bu, aynı zamanda ayakları yere basan bir umut olmalı. Ve şu anda gördüğüm şey şu: Teknoloji endüstrisine ve özellikle de Trump yönetimiyle işbirliği yapan ve dünyanın pek çok farklı yerine karşı alınan bu düşmanca kararlara dahil olan Amerikan teknoloji endüstrisine karşı giderek artan sayıda insanın daha şüpheci, hatta düşmanca bir tavır takınması. Dolayısıyla, burada bir fırsat olduğunu düşünüyorum.
Ama bu sadece dünyanın farklı ülkelerinde, ister Türkiye’de olsun, ister benim bulunduğum Kanada’da, yeni Silikon Vadileri yaratmaya çalışma fırsatı olmamalı. Bana göre, asıl ihtiyacımız olan şey, teknoloji etrafında küresel bir işbirliği kurmak; hatta teknolojinin de ötesine geçerek, bu imkânların daha geniş halka nasıl gerçekten fayda sağlayabileceğini düşünmek. Amacımızın sadece gözetimi, hissedar değerini veya işçi sömürüsünü artırmak için teknoloji inşa etmek olmadığından emin olmalıyız. Bunun yerine, daha geniş kamu için toplumu nasıl iyileştirebileceğimize odaklanan teknolojiler geliştirmeliyiz. Teknoloji bu amacı gerçekleştirmek için nasıl kullanılabilir? Şunu iddia ediyorum ki, eğer teknoloji hissedar değerini en üst düzeye çıkarmak yerine kamu yararına odaklanmış olsaydı, şu anda Silikon Vadisi’nden ve bu teknoloji şirketlerinden çıkan teknolojiden çok farklı bir teknoloji görürdük. Çünkü mevcut teknolojinin gelişimi, insanların bundan nasıl gerçekten fayda sağladığını düşünmeyen, aksine bu teknolojik sistemlerin uygulanması sonucunda kimin para kazanabileceğine ve kimin daha güçlü hâle gelebileceğine odaklanan çok dar bir hedef kümesine kilitlenmiş durumda.

Alex Hanna: Yapay zekâya değil, şirket çıkarlarına hizmet etmeyen teknolojiye ihtiyacımız var
Ayrıca bence, dijital egemenlik ve ABD teknoloji şirketleriyle devlerine daha az bağımlı hâle gelme hakkındaki bu tartışmaları yaparken, konuşmanın önemli bir kısmını da teknoloji ve teknolojik gelişmeye dair düşünce şeklimizi dönüştürme konusuna ayırmalıyız. Öyle ki teknoloji, sadece Silikon Vadisi’ndeki büyük teknoloji şirketlerinin ve onları kontrol eden yöneticilerin çıkarlarına değil, doğrudan halka hizmet etsin. Ve sanmıyorum ki böyle bir şeyi yapmak için şu andan daha iyi bir fırsat olsun. Çünkü Trump yönetimi ve teknoloji endüstrisinin ABD’deki aşırı sağ ile ittifakı, birçok insanın gözünü bu endüstrinin gerçekte ne olduğuna, ne yaptığına açtı ve bu şirketlere olan bağımlılık üzerine tartışmaları tetikledi. Dolayısıyla, bence bu, yakalanması gereken ve insanların içindeki bu duyguları olumlu amaçlara yönlendirmemiz gereken bir an.
Bunun başarılabileceğini de umuyorum.
(DS/VC)








