“Makine Çağı” serimizin ilk üç bölümünde, kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte hem kol emeğinin hem de zanaatkârların kuşaklar boyunca biriktirdiği beceri ve bilginin işbölümü aracılığıyla nasıl parçalanıp makinenin “ölü emeğine” hapsedildiğini izledik. İlk yazıda, mekanik dokuma tezgâhlarından hesap atölyelerine uzanarak, işbölümünün emeği nasıl basitleştirip zanaatkâr ustalığını parça işlere ve makine hareketlerine ayırdığını gördük; ikinci yazıda ise kendi okullarını, tartışma derneklerini ve gazetelerini kurarak hem emeğin vasıfsızlaştırılmasına hem de bilginin sermaye denetimine alınmasına karşı kolektif bir yanıt geliştiren Luddistlerden Çartist harekete uzanan işçi direnişini inceledik. Üçüncü yazıda da zaman çizelgeleri, nüfus istatistikleri, telgraf ağları ve delikli kart sistemleriyle sermayenin bu kolektif zekâyı nasıl sayılara, normlara ve otomatik denetim mekanizmalarına dönüştürdüğünü ele aldık.
Okuyacağınız bu son bölümde, tarihsel akışı Karl Marx’ın makine analizinin merceğinden yeniden kuruyoruz. Marx için makine yalnızca üretim kapasitesini artıran teknik bir araç değildir; bilginin mülkiyetini, emek süreçlerinin örgütlenişini ve sermayenin tahakküm biçimlerini kökten değiştiren somut bir toplumsal ilişkidir. Bu yazıda işbölümünün makineleşmeye nasıl zemin hazırladığını, makinenin denetimi nasıl teknik bir “zorunluluk” hâline getirdiğini ve Grundrisse’de beliren “genel zekâ” kavrayışının üretici güçler ile sermaye arasındaki çelişkiyi hangi düzlemlerde görünür kıldığını tartışacağız. Son olarak Marx’ın 19. yüzyılda kurduğu bu çerçevenin 20. yüzyılın üretim teknikleri için nasıl bir teorik ve siyasi zemin sunduğunu açığa çıkarmaya çalışacağız.

Yapay Zekânın Politik İnşası
“Patronun Gözü”nden Genel Zekâya: Marx’ın Makine Analizi
İşbölümü
Adam Smith, Gaspard de Prony ve Charles Babbage’ın işbölümü üzerine geliştirdiği yaklaşımlar, kapitalist üretimde emek ile bilgi arasındaki ilişkiyi yeniden kuran kritik bir eşiğe işaret ediyordu. Adam Smith için iğne fabrikasındaki işbölümü, işçinin el becerisini artıran ve zaman kaybını önleyen bir verimlilik mucizesiydi. Ancak 19. yüzyıl sanayi üretimini analiz eden Charles Babbage için işbölümü, hızdan çok daha stratejik bir ekonomik yasaya dayanıyordu: emeğin değerinin analiz edilmesi, parçalanması ve düşürülmesi.
Matteo Pasquinelli’nin Harry Braverman’a atıfla “Babbage İlkesi” olarak detaylandırdığı bu yaklaşıma göre, işi parçalamak sadece üretim hızını artırmaz; her parça için gereken beceri ve gücü de tam olarak ölçülebilir kılar. Babbage’ın formülasyonuyla, işbölümü olmasaydı en basit işlem için bile en yetenekli (ve dolayısıyla en pahalı) işçiyi istihdam etmek gerekirdi. Oysa iş süreci en küçük parçalarına ayrıldığında sermaye, yüksek ücretli “usta” yerine, sadece o küçük parçayı yapacak kadar becerisi olan daha ucuz emeği -kadınları, çocukları veya vasıfsız işçileri- tam ölçüsünde satın alabilir.[1] Böylece işbölümü, zihin emeğini (planlama ve tasarım) fiziksel emekten (icra) ayıran, işçinin pazarlık gücünü kıran bir “değer ayrıştırma” mekanizmasına dönüşür.
Bu tarihsel arka plan üzerinde yükselen Marx’ın analizi, tartışmayı teknik bir verimlilik sorunu olmaktan çıkarıp toplumsal bir ilişki düzlemine taşır. Marx’a göre makine, dâhi bir mucidin zihninde bir anda beliren bir icat değildir; işbölümünün içinden türeyen ve onun çelişkilerini somutlaştıran tarihsel bir sentezdir. Bu nedenle makineye dair ilk büyük müdahalelerinden birini Felsefenin Sefaleti’nde, Proudhon’a yönelttiği eleştiriyle yapar. Proudhon, işbölümünü emeğin parçalanması, makineyi ise bu parçalanmayı telafi eden “birleştirici” bir ilerleme olarak okur. Marx ise tam tersini savunur: Makine, işbölümünün karşıtı değil, onun mekanik bir sistemde cisimleşmiş hâlidir. Matteo Pasquinelli’nin Babbage üzerinden yeniden kurduğu formülasyon bu mantığı berraklaştırır: “[İşbölümü sayesinde] her tekil [emek süreci] tek bir basit aletin kullanımına indirgendiğinde, bu aletlerin tümünün tek bir hareket ettirici güç kaynağıyla etkinleştirilen birliği bir makine meydana getirir.”[2] Bu bakış açısından makine, tekil bir dehanın buluşundan çok, daha önce işbölümü içinde parçalanmış emek süreçlerinin tek bir mekanizma altında bir araya geldiği bileşik bir düzenek olarak görünür.
Grundrisse’ye gelindiğinde Marx işbölümünü makinenin tarihsel önkoşulu olarak tartışır. İmalathanede zanaatkârın bütünsel ustalığı, belirli hareket dizilerine ve tekrarlanan işlemlere çözülür; her işçi giderek “mekanik mahiyeti artan” bir ayrıntı işi yerine getirir. Bu çözülme, emek sürecini zihinsel olarak analiz edilebilir, adım adım tarif edilebilir ve belirli işlem dizileri hâlinde yeniden kurgulanabilir kılar. İşçinin elinin ve bedeninin hareketleri artık birbirinden ayrılabilen işlevler olarak düşünülebilir. Marx’a göre makine tam da bu noktada devreye girer; işçinin elindeki alet ve o aleti kullanma hüneri, soyutlanmış işlemler hâlinde makineye devredilir. Bilim ve mühendislik bu sürecin ilk hareket ettiricisi değil, işbölümünün çoktan ürettiği bu zihinsel soyutlamayı daha ileri bir bileşkeye taşıyan ikinci momenttir.
Marx, Kapital’de bu dönüşümü “Manifaktür” ve “Makineli Büyük Sanayi” arasındaki yapısal fark üzerinden somutlaştırır. Manifaktür döneminde işbölümü “öznel” bir nitelik taşır; üretim süreci parçalanmış olsa da, her bir parça iş hâlâ işçinin el becerisine ve fiziksel yeteneğine bağımlıdır. Ancak makineli büyük sanayiye geçildiğinde, işbölümü “nesnel” bir karakter kazanır. Üretim süreci artık işçinin yeteneğine göre değil, makinenin teknik gerekliliklerine göre parçalanır. Marx, manifaktür tipi işbölümünü “zanaatçılık faaliyetlerini parçalarına ayırma, emek araçlarını özelleştirme, parça işçiyi (Teilarbeiter) oluşturma, bunları bir toplam mekanizma içinde gruplara ayırma ve birleştirme” süreci olarak tanımlar.[3] Bu süreçte işçi, üretim sürecinin bütününü kavrama yeteneğini kaybeder. Bir yandan her işçi yalnızca tek bir ayrıntı işle sınırlanır; öte yandan bu ayrıntıların toplamı, artık tek tek işçiler tarafından değil, sermayenin komutası altındaki bir üretim düzeni tarafından kontrol edilen bir “mekanizma” hâline gelir. İşçi, aleti kullanan özne olmaktan çıkar, makine sistemine hizmet eden bir eklentiye dönüşür.
Bu noktada Marx’ın tartışması, yalnızca ustalığın çözülüp “parça işçi”nin ortaya çıkmasıyla sınırlı kalmaz. İşbölümü, tek tek işçilerin elinden alınan becerilerin ve bilgilerin üretim sürecinin bütününe yayıldığı yeni bir toplumsal figüre -ileride ele alacağımız “toplam işçi”ye (Gesamtarbeiter)- doğru ilerler. Bu nedenle, bilgi ile emek arasındaki bağ Marx’ta bireysel ustalıkla değil, işbölümüyle çözülüp yeniden örgütlenmiş kolektif emek süreçleriyle kurulur. Pasquinelli’nin de vurguladığı gibi, Marx burada klasik “zihin emeği” tartışmasını tersyüz eder: Bilginin kaynağı ayrıcalıklı bir beyin gücü değil, dağıtılmış ve parçalanmış toplumsal emektir.
Marx’ın işbölümü tartışması bu yüzden yalnızca üretimin teknik örgütlenişine dair bir açıklama değil, makinenin soykütüğünü çıkarma çabası olarak da okunabilir. İşbölümü, zanaatkârın ustalığını parçalara ayırarak emeği basitleştirir ve denetlenebilir kılar; aynı anda bu parçalanmış emeği planlanabilir, hesaplanabilir ve nihayetinde tek bir üretim mekanizması içinde yeniden birleştirilebilir hâle getirir. Makine burada, işbölümünün ürettiği bu soyutlamaların yoğunlaşmış biçimi olarak belirir. Yazının devamında bu yoğunlaşmanın fabrikanın içindeki denetim ilişkilerini ve emek üzerindeki siyasi tahakkümü nasıl örgütlediğini ve pekiştirdiğini göstermeye çalışacağız.

Denetim
Kapitalist üretim sürecinde denetim, Marx için iş organizasyonuna eşlik eden teknik bir ayrıntı ya da basit bir yönetim tercihi değil, sermaye ilişkisinin bizzat kurulma ve yeniden üretilme biçimidir. Emek süreci, işbölümü yoluyla parçalanıp makinenin bünyesine aktarıldığında, sermayenin üretime egemen olması artık yalnızca mevcut emek sürecini, üretim araçlarının mülkiyetine dayanarak sermayenin yönetimi altına almakla (biçimsel boyunduruk) yetinmez; emek sürecini baştan sona planlayıp hızını ve ritmini dışsal bir güç olarak belirlemekle de (gerçek boyunduruk) egemenlik kurar. İşbölümünün fabrikadaki uygulanışı tam da bu nedenle denetim mekanizmalarıyla iç içe geçer; birbirine bağımlı yüzlerce kısmi işin kesintisiz ve hatasız akabilmesi için, her işçinin yalnızca kendi görevini değil, bütünün temposunu dayatan sisteme mutlak bir uyum göstermesi gerekir.
Marx, Kapital’in “Makineler ve Büyük Sanayi” bölümünde fabrika rejimini, üretim ilişkilerinin geçirdiği yapısal dönüşüm üzerinden tarif eder. Fabrika, artık zanaatkârın alet üzerindeki hâkimiyetinin sürdüğü bir alan değildir; burası, işçilerin hareketlerinin makinenin tekdüze hareketine uyarlandığı “büyük otomat”ın egemenliğindeki bir mekanizmadır. Marx, bu örgütlenmenin işçi üzerindeki etkisini anlatırken, fabrika yönetmeliğinin “kışla disiplini”ni andıran bir rejim yarattığını belirtir. Bu rejim, işçileri gözetim işlevine göre böler ve bu ayrımı askerî bir hiyerarşiye taşır: “Sıradan sanayi erleri” ve bunların başında komuta eden “sanayi astsubayları” (iş gözcüleri, ustabaşılar).[4] Bu hiyerarşinin temel işlevi siyasidir: Emeğin yoğunluğunu artırmak ve işçinin iradesini makinenin iradesine tabi kılmak.
Bu çerçevede fabrika disiplini, Marx açısından emeğin sermaye tarafından gerçek boyunduruk altına alınmasının en görünür biçimlerinden biridir. Bir yandan, makineli üretimin gerektirdiği hassas koordinasyon sağlanır ve yüzlerce işçinin senkronize çalışabilmesi mümkün kılınır. Diğer yandan, tam da bu teknik zorunluluğa dayanarak işçinin bedeni ve zamanı sermayenin ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirilir. Makine, işçiden bağımsız bir hızla çalıştığı için, işçiyi kendi hareketlerine uymaya zorlar. Bu noktada üretim sürecinde, alet ile işçi arasındaki ilişkide kritik bir tersine dönme yaşanır. Marx’ın belirttiği gibi; artık alet işçiye hizmet etmez, aksine makine işçiyi kendisine hizmet ettirir. İşçi, aleti kullanan özne olmaktan çıkarak makine sisteminin “canlı bir eklentisi” hâline gelir.[5] İşgünü mücadelesinin Kapital’de bu kadar merkezi bir yer tutmasının nedeni de budur; işgününün sınırlandırılması, fabrika disiplininin yaşamın tamamını kuşatan bu temposuna karşı kolektif bir sınır çekme girişimidir.
Denetimin hukukî ve kurumsal boyutu ise sermayenin “Fabrika Yasaları” ve iç yönetmelikler aracılığıyla kurduğu doğrudan gözetim rejiminde somutlaşır. Fabrika yönetmeliği, işçinin hangi saatte makinenin başında olacağını ve işi aksattığında ne tür cezalarla karşılaşacağını ayrıntısıyla belirler. Marx, bu yönetmeliklerin kapitaliste fiilen özel bir yasama yetkisi verdiğini ve bu sayede işçiler üzerinde kendi otokrasisini kurduğunu vurgular. Toplumun geri kalanında burjuva hukuku ve sözleşme özgürlüğü geçerliyken, fabrika duvarları arasında kapitalistin mutlak yasakoyucu olduğu bu otokrasi hüküm sürer.[6] Görünüşte işin teknik gereklerinden ibaret olan kurallar, aslında itaatin ve hiyerarşinin cezai çerçevesini oluşturur.
Matteo Pasquinelli’nin “Patronun Gözü” kavramı, bu çerçevenin teknik soykütüğünü genişletir. Pasquinelli, fabrikadaki denetim rejiminin köklerinin yalnızca sanayide değil, plantasyonlardaki köle denetiminde ve Panoptikon hapishanelerinde yattığını hatırlatır.[7] Ancak makineyle birlikte “Patronun Gözü”, artık sadece ustabaşının fiziksel bakışında değil, üretim çizelgelerinde, hız göstergelerinde ve buhar kazanının basıncında cisimleşir. Burada gözetim, ustabaşının keyfiyetinden çıkarak makinenin teknik işleyişine gömülür; işçi artık patronun gözünden kaçabilir ama makinenin hızından kaçamaz.
Marx’ın “sanayi ordusu” analizi de bu bağlamda salt bir benzetme olmanın ötesine geçerek yapısal bir gerçekliği ifade eder. Disiplinin amacı, yalnızca üretimi sürdürmek değil, işçilerin ortak çalışmadan doğan kolektif güçlerini bölmektir. Sermaye, tarihsel olarak işçilerin direnişini kırmak için makineyi bir silah olarak kullanmıştır. Marx, Kapital’de dönemin sanayicilerinden alıntılarla, grevleri etkisiz hâle getirmek için nasıl yeni makineler icat edildiğini belgeler: “İşçilerin sermayenin otokrasisine karşı belirli aralıklarla giriştikleri ayaklanma, grev vb. hareketlerini ezmekte, makine, en güçlü savaş aracı olur”.[8]
Dyer-Witheford, Kjøsen ve Steinhoff ise bu tarihsel hattı günümüze taşır. Onlara göre yapay zekâ ve otomasyon, Marx’ın tarif ettiği bu savaşın 21. yüzyıldaki devamıdır. Sermaye, ne zaman emeğin “itaatsizliği” veya maliyet artışıyla karşılaşsa, insan emeğini devreden çıkaracak veya onu daha sıkı kontrol edecek, bugün algoritmik yönetim biçimini alan yeni teknolojilerle yanıt verir.[9] Denetim bu yüzden yalnızca verimlilik tekniği değil, sınıf mücadelesini işyerinin içinde bastırmanın, toplumsal zekâyı sermayenin komutası altında tutmanın aracıdır. Bu noktadan sonra Marx’ın tartışmasını denetim ile bilgi arasındaki bağ üzerinden sürdürebiliriz. Makinenin temposu, işgününü ölçen cetveller, üretim tabloları ve istatistikler işçiyi gözetmenin araçları olduğu kadar, üretim sürecinde biriken bilgiyi belirli merkezlerde yoğunlaştırmanın da yoludur. Fabrikanın içinde yüzlerce işçinin deneyimi, hareketi ve becerisi adım adım kayda geçirilip sayılara, normlara ve standartlara çevrilir. Böylece üretim sürecine ilişkin bilgi, işçilerin pratik deneyiminden koparılıp sermayenin elinde merkezileştirilir.
Genel zekâ
Marx’ın Grundrisse’de açtığı “genel zekâ” tartışması, şimdiye kadar izlediğimiz hattın, yani işbölümü, makine ve denetimin, bilgi boyutunu görünür kılar. Marx, Kapital’de makineli büyük sanayiye dair analizini, değer yasasının işleyişi ve fabrikanın despotik yapısı üzerine kurulu sıkı bir kurgu içinde yürütürken; 1857-1858 yıllarında kaleme aldığı taslaklar bütünü olan Grundrisse’de, bilimin, teknik bilginin ve toplumsal deneyimin üretimdeki rolünü çok daha spekülatif ve serbest bir biçimde tartışır. Otonomist Marksist geleneğin daha sonra “Makineler Üzerine Fragman” diye adlandıracağı bu bölümde Marx, sabit sermayenin (makinelerin) gelişmişlik düzeyini, toplumun genel bilimsel kapasitesinin üretime ne ölçüde içkin hâle geldiğinin tarihsel bir göstergesi olarak okur.
Bu analizde makineler, yalnızca demir ve buhardan oluşan teknik araçlar değildir; bilim, deneyim ve zanaat bilgisinin işçinin zihninden koparılıp nesneleştiği organlardır. Bilim, üretim sürecinin dolaysız bir öğesi olur. Bu yüzden sabit sermaye, Marx’ın ifadesiyle, “genel toplumsal bilginin ne dereceye kadar dolaysız üretici güç hâline geldiğini” gösterir.[10] Özgür Narin’in vurguladığı gibi, Marx burada klasik “üretici güç” kavrayışını radikal biçimde genişletir: Üretici güç artık yalnızca işçinin kas gücü ve basit aletler değil, makinelerde nesneleşmiş, sermaye tarafından el konulmuş toplumsal bilgidir.[11]
Matteo Pasquinelli ve Özgür Narin, “genel zekâ” kavramının Marx’ın zihninde bir anda beliren yalıtık bir icat olmadığını, kavramın 19. yüzyıl İngiltere’sindeki sosyalist, sendikal ve eğitimci tartışmaların içinden süzülerek geldiğini gösterirler. Narin, terimin izini 1820’lerde Robert Owen’ın ABD’de ve İngiltere’de yaptığı konuşmalara, özellikle de “Yeni Uyum” (New Harmony) toplumu için tasarladığı eğitim programlarına kadar sürer. Owen burada toplumun “genel zekâsı”ndan söz ederken, üretici güçlerin gelişimini ve toplumsal refahı, doğrudan doğruya işçi sınıfının eğitimi ve kolektif öğrenme süreçleriyle ilişkilendirir. Owen’a göre, insan karakteri ve yetenekleri sabit değildir; “genel zekâ”nın yükseltilmesi, toplumun rasyonel bir şekilde yeniden inşasının önkoşuludur.[12]
Pasquinelli, Owen’ın ortaya attığı ve 19. yüzyılın ilk yarısında İngiltere’de geniş yankı bulan “Zekâ Yürüyüşü” kampanyasını, Sanayi Devrimi’nin “makine sorunu” tartışmaları ve Mekanik Enstitüleri, Faydalı Bilgilerin Yayılması Cemiyeti, Londra Üniversitesi gibi kurumlar etrafında şekillenen alt sınıfları eğitme girişimleriyle birlikte okur; bu hareketler, bilimsel ve teknik bilginin farklı biçimlerde işçi sınıfına ve yoksul kesimlere yayılmasını hedefler. Dolayısıyla “genel zekâ”, Marx devraldığında yalnızca teknik bir terim değil, alt sınıfların eğitim yoluyla güçlendirilmesini amaçlayan siyasal bir proje ve dönemin “bilgi kimin mülküdür?” tartışmalarıyla iç içe geçmiş bir kavramdır.[13]
Pasquinelli’nin analizindeki bir diğer kritik vurgu, Marx’ın bu kavramı geliştirirken William Thompson ve Thomas Hodgskin gibi Ricardocu sosyalistlerin erken dönem “bilgi-emek teorisi” ile girdiği diyalogdur. Thompson için emeğin üretkenliği, kaba kas gücünden çok emekçinin -ya da emeği yönlendirenlerin- taşıdığı bilgiye dayanır. Thompson, bilgi ekonomisinin, maddi malların kıtlığına dayalı ekonomiden farklı işlediğini; bilginin paylaşıldıkça azalmadığını, aksine çoğaldığını savunur. Hodgskin ise entelektüel hiyerarşiyi reddederek, “zihin emeği” ile “kol emeği” ayrımının yapay olduğunu; en basit işin bile zihinsel bir faaliyet, en karmaşık işin bile fiziksel bir çaba içerdiğini belirtir. Bu çizgide bilgi, ayrıcalıklı bir “zihinler kastının” (mühendislerin veya patronların) mülkü değil, çoğalan ve devinen toplumsal emeğin içkin bir boyutudur. Ancak Ricardocu sosyalistler, bilgiyi hâlâ esas olarak yetenekli zanaatkârın ve bireysel mucidin yaratıcılığı üzerinden okumaya eğilimliydiler.
Marx, bu tartışmalara aşina olmakla birlikte, Grundrisse ve Kapital’de başka bir adım atar. Pasquinelli’nin okumasına göre Marx, “genel zekâ” ifadesiyle Thompson ve Owen’dan devraldığı “bilginin toplumsallığı” yaklaşımını, Charles Babbage’ın “işbölümü ve makine” analiziyle birleştirir. Marx, bilgiyi bireysel işçinin bir niteliği olmaktan çıkarır; onu makine sisteminde cisimleşmiş, işçinin karşısına sermayenin bir gücü olarak dikilen nesnel bir varlık olarak tanımlar.
Genel zekânın üretici güç hâline gelişi ve makineleşmesi, Marx’a göre kapitalizmin kalbinde işleyen derin bir çelişkiyi açığa çıkarır. Sermaye bir yandan bilim, teknoloji ve makineleşme aracılığıyla üretkenliği olağanüstü biçimde artırarak üretim için gereken emek-zamanını minimuma indirmeye çalışır. Öte yandan, yarattığı devasa zenginliği hâlâ “harcanan emek-zamanı” (ücretli emek sömürüsü) ile ölçmek ve buna dayalı mülkiyet ilişkilerini sürdürmek zorundadır. Makinelerde cisimleşen genel zekâ, zenginliğin kaynağını doğrudan emek-zamanından bağımsızlaştırır. Marx’ın “işleyen çelişki” dediği durum budur: Sermaye, toplumsal bilgiyi üretime koşarak muazzam bir üretkenlik yaratır, ancak bu bilginin yarattığı bolluğu eski değer ölçülerinin (ücret ve kâr) dar kalıplarına sığdırmaya çalışır.
Marx, Kapital’i yazarken Grundrisse’deki “genel zekâ” kavramını terminolojik olarak geri plana çeker ve yerine “toplam işçi” (Gesamtarbeiter) kavramını yerleştirir. Pasquinelli bu değişikliğin teorik bir vazgeçiş değil, stratejik ve politik bir hamle olduğunu vurgular. Çünkü 19. yüzyılın ortasında “zihin emeği” veya “bilgi emeği” vurgusu, işçi sınıfını vasıflı/vasıfsız, zihin/kol emeği gibi ikiliklerle bölme ve “işçi aristokrasisi” yaratma riski taşıyordu. Marx, bu ayrıma düşmemek için, üretim sürecinin bütününe katkı sunan herkesi (mühendisten montaj hattındaki işçiye kadar) kapsayan kolektif bir özne tanımı geliştirdi.
Böylece Marx, bilginin kaynağını tek tek mucitlerde ya da ayrıcalıklı uzmanlarda değil, işbölümüyle parçalanmış olsa bile, üretim sürecinde bir “mekanizma” olarak yeniden birleşmiş kolektif emek biçimlerinde arayan daha materyalist bir çerçeve kurmuştur. Bilgi, makinenin içinde hapsolmuş soyut bir güç değildir; onu üreten, kullanan ve yeniden üreten “toplam işçi”nin, yani yaşayan emeğin kolektif kapasitesidir.[14] Pasquinelli’nin ifadesiyle, Marx “zihin emeği” kavramını, makine sisteminin cisimleşmiş zekâsı anlamında “genel zekâ”ya, oradan da siyasi bir özne olarak “toplam işçi”ye dönüştürmüştür.
Genel zekâ Kapital’de kaybolmamış; bedenleşmiş, makineleşmiş ve “toplam işçi” figürü içinde siyasileşmiştir. Grundrisse’deki genel zekâ tartışması ile Kapital’deki toplam işçi figürü arasındaki bu köprü, Marx’ın makine ve bilgi anlayışını 20. yüzyılın üretim tartışmalarına - Taylorizm, Fordizm, sibernetik ve “yönetim bilimi”- bağlamak içi elverişli bir zemin sunar.

20. yüzyıla doğru: Yönetim bilimi, otomasyon ve “Patronun Gözü”nün genişlemesi
İşbölümü, denetim ve genel zekâ ekseninde yeniden kurduğumuz Marx’ın makine analizi, 19. yüzyılla sınırlı kalmaz; 20. yüzyılın üretim rejimlerini çözümlemek için de temel bir çerçeve sunar. Frederick Winslow Taylor’ın “Bilimsel Yönetim” ilkeleri, Henry Ford’un montaj hattı ve sonrasında gelişen sibernetik sistemler, Marx’ın analiz ettiği üç temel hareketin -emeğin parçalanması, denetimin yoğunlaşması ve bilginin makineleşmesi- yeni bir sentezini oluşturur.
Harry Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye çalışmasında bu süreci, Taylorist yönetimin emek sürecini işçinin vasıflarından koparması ve “kavramlaştırma ile uygulamanın ayrılması” ilkesi üzerinden çözümler; bilimsel yönetimin büroya emek sürecine ilişkin bilgi üzerinde fiilî bir tekel kazandırdığını gösterir. Braverman’a göre 20. yüzyıl kapitalizminde üretim bilgisi sistematik biçimde atölyeden çekilerek planlama, mühendislik ve kayıt tutma gibi teknik bürolarda merkezileştirilir; böylece Marx’ın tarif ettiği bilgi transferi kurumsal ve bürokratik bir yönetim aygıtı hâline gelir.[15]
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise sibernetik ve bilgisayar tekniklerinin üretime girmesiyle bu süreç yeni bir boyut kazanır. Otomatik kontrol sistemleri ve geri besleme mekanizmaları, fabrikanın içindeki bilgi akışını makinelerin içine taşır. Pasquinelli’nin belirttiği gibi, bu aşamada denetim artık ustabaşının görsel gözetimiyle sınırlı değildir; sensörler, veri akışları ve yazılımlar aracılığıyla algoritmik bir nitelik kazanır. İşçi, sadece fiziksel bir güç kaynağı olarak değil, aynı zamanda bir veri kaynağı olarak sisteme entegre edilir.[16]
Özgür Narin’in işaret ettiği gibi, otomasyon tartışmaları hep aynı gerilimin etrafında döner: Bir yanda işgücünü azaltma ve denetimi sıkılaştırma hedefi; diğer yanda toplumsal bilginin ve teknik uzmanlığın üretime daha fazla nüfuz etmesi zorunluluğu. Sermaye, Marx’ın “işleyen çelişki” olarak tanımladığı durumu -zenginliğin toplumsallaşması ile özel mülkiyetin dar sınırları arasındaki gerilimi- otomasyon ve yönetim bilimi aracılığıyla yönetmeye çalışır.[17]
Sonuç olarak, 19. yüzyıl fabrikalarından 20. yüzyılın otomasyon sistemlerine uzanan tarihsel süreçte yapısal bir süreklilik söz konusudur: Toplumsal bilgi ve kolektif emek gücü, onu üretenlerin değil, mülk edinenlerin denetimi altında, üreticilere karşı işleyen bir güce dönüşmeye devam etmektedir. Dyer-Witheford, Kjøsen ve Steinhoff’un belirttiği gibi, bugünün akıllı makineleri, sermayenin “insan dışı gücünün” en gelişmiş hâlidir. Dört bölümde özetlemeye çalıştığımız Makine Çağı’nın temel sorusu teknik değil, siyasidir: Ortak bilgimiz ve emeğimiz kimin mülkiyetinde, hangi amaçlarla kullanılıyor ve biz bu gasp edilenleri nasıl geri alacağız?
Dipnotlar:
[1] Matteo Pasquinelli, Patronun Gözü - Yapay Zekânın Sosyal Tarihi, çev. Elçin Gen, Metis, 2025, s. 82.
[2] Alıntı için bkz. Patronun Gözü - Yapay Zekânın Sosyal Tarihi, s. 129. Elçin Gen’in çevirisini yazıda doğrudan kullandık. Türkçede orijinal çeviri ise şurada geçiyor: Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Erdoğan Başar, 1966, s. 152
[3] Karl Marx, Kapital, 1. Cilt, çev. Mehmet Selik, Nail Satlıgan, Yordam Kitap, 2011, s. 352.
[4] A.g.e., s. 405.
[5] A.g.e., s. 404.
[6] A.g.e., s. 405.
[7] Patronun Gözü - Yapay Zekânın Sosyal Tarihi, s. 13-16, 67-69.
[8] Kapital, s. 415-416.
[9] N. Dyer-Witheford, A. M. Kjøsen, J. Steinhoff, Inhuman Power: Artificial Intelligence and the Future of Capitalism, Pluto Press, 2019, s. 17-22 ve s. 67-72.
[10] Karl Marx, Grundrisse, 2. Cilt, çev. Arif Gelen, Sol Yayınları, 2003, s. 166. Çeviri kullanılmadı.
[11] Özgür Narin, “Kapital’den Sonra Grundrisse: Marx ve Genel Zeka”, der. Özgür Öztürk, Melda Yaman, Özgür Narin, Grundrisse’den Kapital’e Patikalar içinde, 2017, s. 370-375.
[12] A.g.e., s. 356-359.
[13] Patronun Gözü - Yapay Zekânın Sosyal Tarihi, “Marx’ın ‘Genel Zekâ’ Kavramının Kökenleri” bölümü, s. 117-146.
[14] Genel zekâ, yalnızca makineye hapsedilmiş bilim değil; ortak emek süreçlerinden doğan işbirliği, dil, iletişim ve örgütlenme yeteneklerinin toplamıdır. Makineleşme bu kapasitenin bir parçasını somutlaştırırken, diğer kısmı hâlâ yaşayan emekte -toplam işçide- kalıyor.
[15] Harry Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, çev. Çiğdem Çidamlı, Kalkedon, 2008, s. 105-135 ve s. 228.
[16] Patronun Gözü – Yapay Zekânın Sosyal Tarihi, s. 200-210.
[17] “Kapital’den Sonra Grundrisse: Marx ve Genel Zeka”, s. 374-375 ve 385.
(DS/VC)









