“Cumhuriyet” fikri güncel politik tartışmalarımızın neresinde?
Demokrasi ile cumhuriyetin terbiye edilmesini savunan liberal demokrat perspektif halen aynı siyasi pozisyonda durmaya devam mı ediyor?
1990’larda merkeziyetçi devletin ve otoriter müesses nizamın demokrat muhalifi olarak popülerlik kazanan “ikinci cumhuriyetçilik” meydan okuyucu özelliğini muhafaza ediyor mu? Ya AKP iktidarının çevresindeki “Yeni Türkiyeciler?”; yeni muktedirlerin siyasi pozisyonu belirli bir cumhuriyet tanımından besleniyor mu?
Farklı “cumhuriyet” yorumlarının üzerinde anlaştığı ya da açık veya örtülü uzlaştığı bir nokta mevcut mu? Tüm bu sorular ve benzerlerini tartışabilmek için devlet – toplum ilişkisi başta olmak üzere bir dizi kavramın bahsi geçen pozisyonlarda ne şekilde formüle edildiğini mercek altına almak gerekiyor.
Halkın egemenliğine dayalı yönetim fikrinin Batı siyasi düşünce tarihi içerisinde uzun bir serüveni var; bu serüvenin en önemli özelliği, başta salt anti-klerikal ve görece soyluluk imtiyazlarına karşı bir duruşu temellendirmek için ortaya çıkan düşüncenin zamanla tümden anti-monarşist ve seküler bir kimliğe bürünmesi. Temsili demokrasi fikrinin gelişmesi ve siyasal alanı demokratikleştirmek için mücadeleye katılan öznelerin katılımı ile halk egemenliği fikri ‘köşeli’ biçiminden çoğulcu ve demokratik bir ‘inceliğe’ evrildi. Bugün gelinen nokta itibari ile halk egemenliği fikrine dair önkabulün ve klasik temsiliyet mekanizmalarının demokrasi için yeterli şart olmadığı aşikâr.
Fazilet ve “temel takviyesi”
Türkiye’de cumhuriyetin ilanının, ‘teknik bir mesele’ nedeniyle öncelendiği ve süratli bir biçimde gerçekleştiği artık biliniyor. Ancak, özellikle II. Meşrutiyet’ten itibaren memlekette yaşanan siyasi tartışmaların hâlihazırda halk egemenliği fikrini siyasi elit arasında popülerleştirdiği de göz ardı edilemez.
Kemalist rejimin cumhuriyet kavramından anladığı büyük ölçüde anti-klerikal ve anti-monarşist bir düzenin tesis edilmesiydi. Montesquie’nun her bir rejimi bir ilke ile anlatan kategorizasyonuna benzer bir biçimde (ki Montesquie’da cumhuriyetin ilkesi erdemdir) Kemalistler de cumhuriyeti “temel ilke” üzerinden anlatmak da ısrarcıydı. İlke, bir biçimde kamu iradesinin tecessüm etmesine imkân verdiği ölçüde kağıt üzerinde muktedire prestij katıyordu.
“Fazilet” kavramı ile cumhuriyet arasında kurulan ilişki ise yurttaşın görevlerine ve sorumluluklarına işaret eden bir zihniyete tabiydi. Siyasi olan ile toplumsal olanı birbirinden kesin çizgilerle ayırma ve tek bir kurucu “ilke” üzerinden “cumhura” nizam verme rejimin ‘devlet aklı’ ile buluştuğu yerdi. Ancak bu öğretme ve disipline etme işinin ucu bucağı yoktu. Mustafa Kemal’in ölümünden sonraki bir tarihte dahi rejimin yerleştirilmesinde takviyeye muhtaç olunduğu düşüncesi siyasi seçkine egemen olmayı sürdürüyordu. Falih Rıfkı Atay’ın Niçin Kurtulmamak‘ta söyledikleri tam da bu ruh halinin yansımasıdır: “Cumhuriyet nizamının çatı gösterişi ümit ve şevk vericidir. Temellerinin o kadar sağlam olduğu iddia edilemez. Biz binanın yıkılmaması için 'temel takviyesi' denen nazik bir iş üzerindeyiz. Atatürk henüz 'muvakkat' kabrinde yattığı gibi, inkılap nizamı da 'muvakkat' temeli üstünde durmaktadır. Bir yandan temeli sağlamlamak ve öbür yandan da temeli çökertmek isteyen suikastları önlemek zorundayız.”
Atay’da ve nicesinde gördüğümüz bu kaygılar, cumhuriyeti tabiri caizse bir “alarm rejimine” çevirdi. Toplumu “monolitik” bir yapı olarak düşünmek doğrudan siyasi öznelerin olmasa da rejimin yeni ideologlarının genel eğilimi olunca esas gerilimi devlet ile toplum arasındaki ilişkiye sabitlediler. Hem devlet hem de toplum içindeki antagonistik ilişkileri yok saymanın ya da bastırmanın müjdelenen kutlu sonucu (imtiyazsız, sınıfsız modern toplum) inşa edeceğini farz ettiler. Hâlbuki o gün de bugün de “sonuç” olarak görülen şey, sürecin içindeki senaryolardan sadece bir tanesiydi.
“Söz millette” mi?
Cumhuriyet bir yönetim biçiminin ötesinde bir “proje” olarak görüldüğünden, “proje”nin devlet ile toplum arasında uçurum yarattığını düşünen sağ popülist bir siyaset zaman içinde belirebildi sonra da vites yükseltti. Sivil ve askeri bürokrasi etrafında oluşan siyasi hareket alanının eş anlı olarak serveti üretme ve paylaştırma işiyle üst üste gelmesinden rahatsız olmalarının esas nedeni kendilerini bu çemberin dışında ya da en hafiften çeperinde hissetmeleriydi. “Söz milletin” derken cumhura dönmek, kamusal alanı genişletmekten ve demokrasiyi derinleştirmekten çok devlet – toplum ikililiği görüntüsünü aşarak yeni dağıtım-bölüşüm mekanizmalarını devreye sokmak amaçlanıyordu. Devletin re-organize edilmesi, devlet-toplum “barışması” için neden yeterli olmasındı ki? Ama olmadı; zira demokrasi, oligarşik merkezler arasında rol dağıtmaktan asla ibaret değildi.
Cumhuriyeti cumhurdan arındırmak
27 Mayıs askeri darbesinden sonra hem Türkiye’de hem de uluslararası yazında bir süreliğine “ikinci cumhuriyet” tabiri Fransa’ya öykünerek kullanıma sokuldu. 27 Mayısçıların büyük bir kısmı “ikinci cumhuriyet” adlandırmasını benimsedi. Cumhuriyetin elitleri, iddialarına göre Demokratların açtığı parantezi/”karşı devrim” sürecini kapamış ve “asıl olana”, kurucu rejime ülkeyi döndürmüştü. Hem askeri hem de sivil bürokrasi rejimi tadil ederken cumhur ile diyalog kurma yerine işleri ‘yukarıda’ çözme çabasındaydı. Yeni anayasa ve yeni kurumlar tam da bu tahayyülün birer yansımasıdır.
Cumhuriyetin, siyasi alanının sınırlarının belirlenmesinde ve daraltılmasında bir manivela haline getirilmesinin neticeleri siyasi aktörlerin birbirleri ile olan mücadelesinin gramerini de belirledi. 1960’lı ve 70’li yılların siyasetinde çatışan taraflar, demokrasiyi derinleştirmekten çok kendi ajandaları etrafında ‘yukarıda’ bir dönüşüm yaratmaktan yanaydılar. 12 Eylül askeri darbesi ise ‘yukarı’nın ve de kamusal alanın tarumar edilmesiydi. Darbeci kadroların devlet – toplum barışmasından anladığı kamusal alanı tümden boğmak ve ekonomik dönüşümün yeni rasyonalitesini bu boğulmuş kamusalda mümkün kılmaktı. Devleti ve toplumu, içinden “çürük meyveler” ayıklandığında enfes ama ayrı birer sepet olarak düşünen bu baskıcı siyasi mühendislik en çok temel hak ve özgürlüklere ve cumhuriyet kavramına zarar verdi. Cumhuru cumhuriyetten soğutan, rejimi orta vadede büyük krize sürükleyen bu siyasi mühendislik çabasıydı.
“İkinci Cumhuriyetçilik”
1980’lerde ceberut devlete karşı sivil toplumu panzehir olarak görme girişimi böyle bir ortamda doğdu. Türkiye entelijansiyasında ortodoks solun irtifa kaybı ve Gramsci’nin geç de olsa keşfi, sivil topluma atfedilen rollerin niteliğini ve niceliğini değiştirdi. Kemalist devlete küskün radikal İslam ile liberal solu birleştiren zemin, sivil topluma determinist bir perspektiften dönüştürücülük yüklüyordu. Hâlbuki 1990’larda ve kısmen bugün gördüğümüz üzere sivil toplum demokratik dönüşüme lokomotif olabileceği gibi muktedirin siyasal alanını genişletebilecek bir mekaniğe de dönüşebiliyor. 1980’lerde sivil toplum üzerine yazanların kamusal tartışmanın sınırlarını genişletmek gibi demokratikleştirici bir fonksiyonları vardı ama siyaseti ikilikler üzerinden düşünme eğilimi ve kapitalist ekonominin etkilerini analiz dışı bırakma alışkanlığı devam ediyordu. Soğuk Savaş’ın bitimi, post-Sovyet ülkelerindeki demokrasi tartışmaları, ulus-devletin erozyona uğradığına dair savlar ve Türkiye’nin kendi iç dinamiklerindeki karamsar gelişmeler, siyasi eleştirileri daha sert bir tartışmaya dönüştürdü.
1990’ların başında bildiğimiz anlamı ile “ikinci cumhuriyetçilik” akımı siyasal tartışmalarda bir odak noktası olarak belirmeye başladı. İkinci cumhuriyetçilik, siyasal rejimin krizinden doğmuş bir dizi başka siyasal pozisyon gibi önce sorunu ve boyutlarını tespit etmeyi tercih etti. İkinci cumhuriyetçileri muhayyel “ikinci”den taraf yapan neydi? Birinci cumhuriyetin ve onun resmi ideolojisinin miadını doldurduğu saptaması esas başlangıç noktasını oluşturuyordu.
Mehmet Altan’ın 1992 tarihli “İkinci Cumhuriyet Nedir, Ne Değildir?” başlıklı makalesi bir dizi karanlık uygulamayı ve anti-demokratik mekanizmaları da sıralayarak miadı dolmuş; artık doğrudan toplumun ve siyasetin önünde bariyer vazifesi gören resmi ideolojiyi ve kurumlarını işaret ediyordu. Askeri vesayetin ve resmi ideolojinin; modern, Batılı ve özgür bir toplum önündeki yegâne engel olduğunu düşünmek şüphesiz hatalı bir akıl yürütme değildi ancak eksik yönleri vardı. Demokrasi kültürünü savunurken yine asıl tadilatın ‘yukarıda’ gerçekleşmesini öncelemeleri, kamusal alanının genişletilmesine yeteri kadar vurgu yapmamaları başlıca handikaplarıydı. Üstüne üstlük “ikinci cumhuriyetçi” fikriyatı benimsemiş olanlar arasında kamusal alanın genişletilmesi ile devletin müdahale alanının artması arasında paralellik kuran klasik liberal yorum itibarını muhafaza ediyordu.
Cumhuriyet versus demokrasi?
Merkez sağın ve solun kriz yaşadığı dönemde, merkez sağın amentüsü olan “milli irade” dile pelesenk olmaktan çıkmıştı. MGK ve YÖK başta olmak üzere siyaset daha çok müesses nizamın kurumları ile ilişkiler üzerinden şekilleniyordu. Kendini Kemalist-cumhuriyetçi olarak görenler “ikinci cumhuriyetçilerin” rejim eleştirilerini ihanet olarak değerlendirerek tartışmayı cumhuriyet versus demokrasi minderine çektiler. Böylece “herkes için yeni bir cumhuriyet” diyenler doğrudan cumhuriyet karşıtı ilan edildi; “bölücülük” ya da “şeriat” savunucuları ile aynı siyaseti yapmakla itham edildi. Hem de ikinci cumhuriyetçi savların o günlerde yeniden kurulacak CHP’ye ilham olması gerektiğini ileri süren sosyal demokratlara rağmen.
Yekta Güngör Özden başta olmak üzere Kemalistler, Neo-Kemalistler 1990’lar boyunca “kamusal alan eşittir resmi alan” diyerek demokratik mücadelenin baltalanmasında bilerek ya da bilmeyerek rol oynadılar. Ayrıca siyasal alan ile toplumsal alanın birbirinden kesin çizgilerle ayrılmasını savunmaktan da vazgeçmediler. Temel hakların ve özgürlüklerin yasa önünde eşitlik uğruna sınırlanabileceğini düşünmeye de devam ettiler. “İkinci cumhuriyetçiler” ve Neo-Kemalistler, cumhuriyetçiler dışında, siyasi meşruiyet krizini aşmak için pozisyon almak isteyenler arasında sol bir seçenek geliştirilmeye çalışılmadı değil. Ancak bu çok kolay değildi zira mevcut tartışma serbest piyasayı verili kabul eden ve özgürlükleri ekonomik liberalizmle bütünleşik gören bir noktadan güç alıyordu.
Sosyalistlerin ceberut devletten en çok çeken kesimlerden biri olmalarına rağmen bu tartışmalarda kitlesel destek bulacak bir pozisyon geliştirememeleri orta vadede solun irtifa kaybını beraberinde getirdi. Kamusal alanın genişletilmesi mücadelesi Kürt hareketinin ve siyasal İslam’ın gündemindeydi; bugün gelinen noktada aynı demokratikleştirme potansiyelini vaat eden duruşun muhafaza edilmediği açık, ancak oradaki dinamizm 2000’lerden sonra adım adım iki hareketin de siyaseten yükselişine tanık olduğumuz gerçek.
“Milli iradeciliğe” indirgenen rejim
Kemalistler son büyük kozlarını “cumhuriyet mitinglerinde” oynadılar ve kaybettiler. Rejime sahip çıkmak adına demokratik mekanizmaları askıya alma isteği, bizatihi demokrasi ile cumhuriyetin zihinlerde çok da beraber düşünülmediğinin kanıtıydı. İkinci cumhuriyetçilerin 1990’larda söylediklerini AKP 2002-2007 arasında büyük ölçüde gerçekleştirdi. ‘Yukarıda’ yapılacaklar AB sürecinde hızlı bir biçimde yasalaşırken, ikinci cumhuriyetçiler bu sürecin düz bir çizgide ilerleyeceğini varsayıyorlardı.
Devlet - toplum ikililiği aynen muhafaza edilirken iktidar merkezli rant paylaşımının yeni hali ve ona eşlik eden popülizm, ‘çevreyi merkeze’ taşımak olarak nitelendirildi ve demokrasiyle özdeş kılındı. Devlette re-organizasyon sürecine girildiğinde karşılaşılan setler ise geleneksel tasfiye metotları ile aşıldı. Otantik anlamıyla cumhuriyete şimdi gelindiği, devlet ile toplumun barıştırıldığı düşüncesi Davutoğlu ve Numan Kurtulmuş başta olmak üzere AKP’liler tarafından peşi sıra ilan edildi. “Barışmanın alameti farikası” daha katılımcı bir demokrasi değil; “resmi alan”ın dini-muhafazakâr motiflerle dönüştürülmesi; makbul “sivil toplumun” partiye bağlanmasıydı. 2023 ya da 2071 bir “proje” olarak kurucu projeye ne kadar muhalif görünse de benzer bir siyaset ve devlet algısına sahip. Zaten bu nedenle AKP eleştirdiği kurucu parti-devlet düzenine yaklaştıkça temel hak ve özgürlükleri müesses nizam için tehdit olarak algılayama başladı. AKP’nin bugün geldiği noktada “ikinci cumhuriyetçi” desteği kaybetti ama artık ihtiyacı da yok. İkinci cumhuriyetçiler de büyük ölçüde askeri vesayeti bitirmek gibi ‘yukarıdaki’ hamlelerin demokratik bir toplum için gerekli olduğunu ama katiyen yeterli olmadığını çoktan kabul etmiş durumda.
Üçüncü Cumhuriyet?
“Milli iradecilik” kisvesine büründürülmüş bir siyasi müktesebat dayatması devlet ile toplumu barıştırabilir mi? Bugün “barışmadan” söz edenler toplumu halen monolitik bir yapı olarak tarif etme kolaycılığını göstermiyor mu? AKP’de cisimleşen muhafazakâr otoriterizm yeni mekanizmaları ve sağ popülist dili ile çoktandır tabandaki demokrasi taleplerine sağır değil mi? Cevapları az çok biliyoruz ancak demokratik bir cumhuriyeti inşa etmek için aşılması gereken çok engel var. Bu çerçevede yeni-cumhuriyetçi tartışmaların azımsanmayacak bir teorik alan açtığını ve engelleri aşmak adına fırsatlar sunduğunu hatırda tutmak gerek. Arendt’in politik bir topluluğun temeli olarak ortak dünyaya yaptığı referans, Pettit’in cumhuriyetçi sistemin tahakkümsüz bir özgürlük yaratma potansiyeline verdiği önem başlangıç tartışmaları için platform işlevi görebilir. Farklı iyi’leri sivillik pratiği içinde birleştirmek ve ortak bağları çoğunlukçuluk üzerinden değil moral hukuk ve araçsal olmayan siyaset üzerinden inşa etmek mümkün.
Üçüncü bir cumhuriyet ya da adı her neyse, temel hak ve özgürlüklerin yanı sıra kamusal sorumluluk hissini, kamusal alanın demokratik tartışmayı derinleştirecek ölçüde genişlemesini, temsil ile demokrasi arasındaki yarığın giderilmesi için yereldeki doğrudan demokrasi pratiklerinin güçlendirilmesini, kapitalist ekonominin yıkıcılığına karşı sahici bir dayanışma kültürünü içerdiği ölçüde tatminkâr olacak.
Siyasal olan ile toplumsal olan arasında kesin ayrımlar yapan, yasa önündeki eşitlik için tikellikten vazgeçilmesini şart koşan bir siyaset anlayışı “barışı” sağlayamaz. Miadı dolan sadece “birinci cumhuriyet” değil; ikinci cumhuriyetçi perspektif de AKP’nin temsil ettiği “milli iradecilik” de ömrünü doldurdu, dolduruyor. Şayet yerine demokratik bir seçenek koymak istiyorsak verili ikilikleri aşan, “proje” hesabı yapmayan, toplumun ve siyasetin antagonistik doğasını fark eden ve bunun aslında daha dinamik bir demokrasi için itici güç olabileceğini teslim eden bir perspektifi geliştirmeye ihtiyacımız var. (GGÖ/HK)