Geniş anlamıyla cumhuriyet, egemenliğin birden fazla iradeye bağlı olduğu yönetim ya da devlet biçimidir. Fakat bu geniş anlayış demokrasi kavramıyla karışmaktadır.
Dar ve teknik anlamıyla cumhuriyet, yönetenlerin ve özellikle devlet başkanının seçimle ve belli süre için belirlendiği yönetim biçimidir. Bugün genel-geçer tanım budur.
Tersinden, yani olumsuz bir tanımlama da vardır: Monarşik olmayan devlet ya da yönetim biçimi, başka bir deyişle irsi olmayan devlet başkanlığı.
Ama bu tanım şu noktada açık verir: "Cumhuriyet" etiketini taşıyan, devlet başkanının "Monark" olmadığı, irsiyet yoluyla bu makama gelmediği, ama seçimle ve belli bir süre için de belirlenmediği yönetimler gerçekten birer "Cumhuriyet" midir? Latin Amerika başta olmak üzere Üçüncü Dünya'da görülen askeri diktatörlükler bu soruyu bize sordurmalıdır.
Buna bitişik bir sorular demeti de Cumhuriyet-Demokrasi ilişkileriyle ilgilidir. Medeni Bilgiler kitabı şöyle diyor: "Demokrasinin tam ve en bariz hükümet şekli cumhuriyettir" (s. 29). Bu saptama, seçimle gelen devlet başkanlığının seçimle gelmeyen (irsi) devlet başkanlığına oranla daha demokratik olduğunu belirtmesi bakımından doğrudur.
Ancak sorular bundan sonra başlıyor. Bu görüş iki soruyu çağrıştırır.
İlkin, demokrasi mutlaka cumhuriyeti zorunlu kılar mı? İngiltere, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, İspanya, Japonya vb. gibi demokratik-anayasal monarşileri hesaba kattığımızda bu soruya "hayır" yanıtı uygun düşer.
İkinci soru şu olabilir: Cumhuriyet mutlaka demokrasiyi içerir mi? Yukardaki dar ve teknik tanım açısından bu soruya da olumsuz yanıt vermek gerekir. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti'nin tek partili döneminde devlet başkanları (cumhurbaşkanları) seçimle ve belli süre için bu makama geldiler, ama rejim demokratik değildi.
Eski sosyalist ülkelerde de devlet başkanları seçimle belirleniyordu, ancak bu ülkeler de ne burjuva ne de sosyalist anlamda demokratikti.
Bunlara bir de resmi adı "Cumhuriyet" ya da "Cemahiriye" olan ama devlet başkanının seçimle gelmediği Üçüncü Dünya diktatörlüklerini katalım.
Görülen odur ki, "Cumhuriyet mutlaka demokrasiyi içerir" denemez. Cumhuriyet kavramının genel kabul gören dar anlamı açısından durum budur.
Cumhuriyet kavramı ve bunun demokrasi ile ilişkileri açısından yaptığımız bu kısa gezintiyi şöyle bitirelim: Cumhuriyetsiz demokrasiler olduğu gibi, demokrasisiz cumhuriyetler de vardır.
Şimdi sözü Türkiye'ye getiriyoruz, ilk sorumuz şu olsun: Türkiye'yi cumhuriyete götüren iticiler nelerdi?
Görünürdeki neden basittir ve şudur: Hükümet oluşturma ve sürdürme zorluklan. Yürürlükteki yasaya göre bakanlar kurulu üyeleri ile başkanı TBMM tarafından gizli oyla ve salt çoğunlukla ayrı ayrı seçilmekteydi (244-8.7.1922).
Bu yöntem hükümet kurulmasını zorlaştırdığı gibi, anlaşmış bir bakanlar kurulunun oluşmasına da olanak bırakmıyordu. Mustafa Kemal'in bulduğu formül bu sakıncaları gidermeye yönelikti.
Cumhuriyet ilan edilmeli, cumhurbaşkanı başbakanı seçmeli ve bakanlar kurulu başbakan tarafından oluşturulup Meclis'in önüne çıkarılmalıydı.
Bu değişikliği sağlamak için, Mustafa Kemal'in önerisiyle hükümet bunalımı daha da körüklendi. Heyet-i Vekile M. Kemal başkanlığında toplandı (25 Ekim), istifa etme ve yeni heyette görev almama kararına vardı. Amaç, sistemin işlemezliğini ve Meclis'teki muhalefetin sorumsuzluğunu iyice açığa çıkarmaktı.
Bakanlar istifa ettiler (27 Ekim). Yeni hükümetin oluşturulmasında bilinen zorluk yaşandı. Bu ara Mustafa Kemal de işi yokuşa sürdü. Sonunda çözüm önerisi gün ışığına çıktı. Bir Çankaya toplantısında Mustafa Kemal, hükümet bunalımından çıkmanın yolunun anayasa değişikliği olduğunu ortaya koydu ve İsmet Paşa ile birlikte bir yasa taslağı hazırladı (28 Ekim).
Ertesi gün Halk Fırkası grubunda bu yönde karar alındıktan sonra, TBMM tarafından anayasada değişiklik yapılarak Cumhuriyet resmileştirildi (364-29.10.1923). Mustafa Kemal cumhurbaşkanı seçildi.
Görünüşe bakıldığında, cumhuriyet sanki bir anayasal-siyasal tıkanıklığı aşma tekniği olarak öngörülmüştü.
İsmet Paşa, Halk Fırkası Umumi Heyeti'nde bunu şöyle dile getirmişti: "Başvekilin intihabını (seçilmesini) kanunî ve mümkün kılabilmek için Gazi Paşa Hazretlerinin teklifinin kanuniyet kesbetmesi (kazanması) lazımdır."
Cumhuriyete yol açan yakın dinamiklere iki noktayı dana eklemek gerekir. Birinci nokta, devlet başkanlığı makamının boşluğunu doldurmaktı.
Nitekim İsmet Paşa söz konusu konuşmasında, "Avrupalı diplomatlar beni ikaz ettiler. Devletin reisi yoktur dediler" şeklindeki sözleriyle bu eksiklikten yakınmıştı. İkinci nokta, halifenin devlet başkanı olması olasılığını silmek niyetiydi.
Bu büyük dönüşüm görünürde dört güne sığdı. 25-29 Ekim arası. Ama bunlar olayın yüzeydeki göstergeleridir.
Cumhuriyet'i yaratan dip akıntıları nelerdi?
Derindeki dinamikleri kavramakta bir sözcük bize yol gösterebilir. Cumhuriyet getiren anayasa değişikliği yasasının başlığı şöyleydi: "Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun Bazı Mevaddının (maddelerinin) Tavzihan Tâdiline Dair Kanun".
Burada kilit sözcük "tavzihan" (açıklığa kavuşturarak) deyimidir. Yani yasa, o ana kadar hiç olmayan bir şeyi (Cumhuriyet) yoktan var ettiğini söylememekte, "Cumhuriyet ilanından bile bahsetmemekte, zaten var olan bir durumun "açıklığa kavuşturulduğu"nu bildirmektedir.
Zaten var olan durum "Cumhuriyet'tir; şimdi adı konmaktadır. O ana dek yaşanan ama adı konmayan bir olgu artık "vuzuha" (açıklığa) kavuşturulmaktadır.
Bunun anlamını nasıl açabiliriz? 29 Ekim 1923 tarihli "tavzih" sözcüğünden kalkıp, "bobini geriye sarmak" yoluyla geçmişe doğru uzanırsak sorunun yanıtlarına da yaklaşabiliriz.
Bir kere, bundan iki hafta kadar önce bir Heyet-i Umumiye kararıyla Ankara başkent yapılmıştı (27-13.10.1923).
Böylece bir başka monarşik yapıya daha son verilmiş, halka ya da "cumhur"a daha yakın bir kent, mütevazı ama devrimci değişime elverişli Ankara devletin yönetim merkezi yapılmıştı.
"Tavzih"ten bir yıl önce saltanat kaldırılmıştı (1922).
Bu, millet egemenliğinin kesinleşmesi, geniş anlamıyla cumhuriyet demekti. Ondan bir yıl önce 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait bulunduğunu, bunun tek ve gerçek temsilcisinin TBMM olduğunu bildirmekle, geniş anlamda Cumhuriyet'i haber vermişti.
Zaten 1923'te Cumhuriyet'in adının konması için yeni bir anayasa gerekmemiş, birkaç madde değişikliğiyle amaca ulaşılmıştır.
Bu bağlamda, A.F. Başgil [Ali Fuat Başgil], "1921 Anayasası reisicumhursuz bir cumhuriyet kurmuştu" der. Ş.S.Aydemir'e [Şevket Süreyya Aydemir] göre de burada bir "hükümdarsız halk hâkimiyeti... Bir cumhuriyet" söz konusudur (20).
Bundan da bir yıl kadar önce 23 Nisan 1920'de, en yaşlı üye Şerif Bey (Sinop), "milletimizin (...) mukadderatını bizzat deruhte ve idare etmeye başladığını cihane ilân ederek Büyük Millet Meclisi'ni küşat ediyorum" (açıyorum) demişti.
Şimdi biraz daha geriye gidelim; bir de kongreler dönemine bakalım. İşgal altındaki İzmir'in ulusçu basını, haber kaynaklarının da yetersizliği yüzünden, Erzurum Kongresi'nde "Bir Türk Cumhuriyeti ilan edilmiştir" şeklinde haber vermekte, hatta Konya'da da "Selçukîler Cumhuriyeti unvanı altında bir cumhuriyet ilanı millî kongrece tasavvur edilmekte imiş" (21) demekte, fakat bunlardan ötürü hiç de telaşa kapılmış görünmemektedir, iyi haber ve koku alan Batılı kaynaklar Sivas Kongresi'ni değerlendirirken, milliyetçilerin cumhuriyet kurmakta olduklarını yazmışlardı (Harbord Raporu, Gazeteci Brown, İngiliz Yüksek Komiserliği, İngiliz Amiral De Robeck, İngiliz İstihbarat Raporu, İngiliz Dışişleri Bakanlığı yorumu vb.).
The Times gazetesi, Sivas Kongresi'nin İstanbul'la haberleşmenin kesilmesi kararını (12 Eylül 1919) ve telgrafhanelerin işgalini, "Bir Anadolu Cumhuriyeti" diye duyurmuş, "Asilerin başı Mustafa Kemal" diye eklemişti (22.9.1919). Aralık 1919'da Alevi Hacıbektaş Dergâhı Çelebisi Cemalettin Efendi, Mustafa Kemal'e cumhuriyeti savunuyordu (22).
Ulusal Kongre iktidarı döneminden önceki Yerel Kongre İktidarları aşamasında da Batı Trakya Türklerinin oluşturduğu fiili bir cumhuriyet, ayrıca bugünkü Türkiye Trakyası'nı içeren bir "Trakya Cumhuriyeti" tasarısı vardı. Elviye-i Selase (Üç Liva) grubunda da Cenubi Garbi Kafkas Hükümet-i Cumhuriyesi adlı devlet, adı "cumhuriyet" olarak konmadan önce 5 ay böyle, konduktan sonra da bir ay kadar yaşamış ve İngiliz işgaliyle yıkılmıştı.
Şimdi yine "tavzih" işlemine dönelim ve artık bobinimizi toplayalım. 29 Ekim 1923 günü Halk Fırkası Genel Kurulu'nda Abdurrahman Şeref Bey şöyle konuşuyor: "Hâkimiyet bilakaydüşşart milletindir, dedikten sonra kime sorarsanız sorunuz, bu cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad bazılarına hoş gelmezmiş; varsın gelmesin."
Eyüp Sabri Efendi'nin sözleri de şöyle: "Bizim hükümetimiz bugün cumhuriyet olmuyor. Teşekkül ettiği günden beri cumhuriyet olmuştur."
Mustafa Kemal'e gelince, Cumhuriyet'in resmen ilanından ve cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra TBMM'de yaptığı konuşmada şöyle diyecektir: "Türkiye devletinin zaten cihanca malum olması lazım gelen mahiyeti, beynelmilel maruf (uluslararası bilinen) unvanıyla yad edildi" (23).
Bu arada İslami geleneklere getirilen ya da oradan gelen yorumun payını da hesaba katmak gerekir. Gerek Şer'iye Vekili Mustafa Efendi, gerekse Şeyh Saffet Efendi (Urfa) gibi şahsiyetlerin, cumhuriyetin İslam dünyasının ilk yönetim biçimi olduğu yönünde konuşmaları bu bağlamda hatırlanmalıdır.
1923 Anayasa değişikliğinde devletin dininin İslam olduğuna dair hükmün metne eklenmesinin bir nedeni de, cumhuriyet ile İslam arasında bir uyum olduğunu göstermek niyeti olmuş olabilir (24).
Veriler bunlardır ve cumhuriyetin ana dinamiklerini gösterir. Kısacası, cumhuriyet bir kişisel rekabet ya da taktik ürünü değildir. Ulusal kurtuluşun demokratik yapılanmayla gerçekleşmiş olması, cumhuriyetin adının konmasını gerekli ve mümkün hale getirmektedir.
Kâzım Karabekir'in yıllar sonra hâlâ "Cumhuriyet kelimesi halka yabancı geliyor ve padişahlık kalkarsa kıyamet kopacak gibi sanılıyordu" (25) diye yazacaktır.
Oysa Mustafa Kemal tarihsel verileri çok farklı değerlendiriyor, Selçukluların dağılmasından sonra "Ankara'da bir cumhuriyet" yönetimi yaşandığını bile ileri sürüyordu (26). Burada devrimci/muhafazakâr algılama farklarını bulmaktayız. Karabekir'in sandığı gibi cumhuriyet ilanıyla "kıyamet kopacak" da değildi.
Yöntemler
Mustafa Kemal 1912-1918 arasında cumhuriyet fikrini yakınlarına açmıştı. Sivas günlerinde de Mazhar Müfit'e bu tasarısını not ettirmişti (27). İsmet Paşa da Sakarya Savaşları sırasında Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) ve Halide Edip'e (Adıvar), işin cumhuriyete kadar gideceğini söylemişti (28).
Fakat önderlik ketumdu da. Mustafa Kemal'den Kâzım Karabekir'e gönderilen 25.7.1921 tarihli şifreli telgrafta şunları okuyoruz: "Bu kanunda (Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) mana-yı cumhuriyet ifade eden hiçbir şey mevcut olmadığı gibi, Müdafaa-i Hukuk grubunun maksad-ı esasinde de katiyen böyle bir netice mevcut değildir." (29).
Kuşkusuz bu taktik bir tavırdı; cumhuriyet fikri Nutuk'taki deyimle, vicdanda saklanan "millî sır"lardan biriydi. Belki de Karabekir yıllar sonra, bu "aldatılmadan" duyduğu burukluğu yaşıyordu.
Cumhuriyet'e giden yolda önderliğin ve önderin başvurduğu yöntemlerin başında, halkla temaslar gelir. Mustafa Kemal 1923 yılı yurt gezilerinde millet egemenliği ve irtica konularını sürekli işledi. Propaganda ve ajitasyonlara ağırlık verdi. Yerel seçkinleri ve halkı bu yeni atılıma fikren hazırladı.
Bu aydınlatma toplantılarındaki konuşmalarda, yol göstericiliğin yanı sıra gözdağı niteliğinde uyarılar da vardı. Mustafa Kemal İzmit'teki 16 Ocak 1923 tarihli kapalı basın toplantısında şöyle konuştu: "İnkılabın kanunu mevcut kanunların fevkindedir (üstündedir). Bizi öldürmedikçe, bizim kafamızdaki cereyanı boğmadıkça, başladığımız inkılap ve teceddüt (yenilenme) bir an bile durmayacaktır" (30).
İzmir'deki konuşmalarında (31 Ocak) millet egemenliğine karşı çıkan "mürteciler"in millet tarafından "parçalanması" gereğine işaret etti, "millet hâkimiyeti için can vermek"ten söz etti (31). Konya'da da (20 Mart) aynı kişileri kastederek, "kendi başıma kalsam yine tepeler ve yine öldürürüm" diyecekti (32).
Açıkça görülüyor ki, Mustafa Kemal liberalizmi ya da liberal demokrasiyi değil, demokratik devrim programını ön plana almıştı. "Millet egemenliği" kavramına yollama yapması milletin ya da temsilcilerinin devrim istedikleri anlamına değil, devrim yolunda devam etmeden milletin gerçekten egemen olamayacağı anlamına geliyordu. Demokratik bir hedefe, gerekirse demokratik olmayan yöntemlerle de ulaşmaya kararlıydı.
Bu durum, Kurtuluş'ta önder roller oynamış bazı kişileri (Rauf Bey, Karabekir, Ali Fuat, Refet Paşalar) ve İstanbul basınının önemli bir kesimini muhalefette buluşturdu. Muhafazakârların bazıları, hilafet kurumu ve simgesi etrafında saflaşacaklardı.
Radikaller devrimci cumhuriyeti, muhafazakârlarsa yerleşik yasallığı ve demokrasiyi savunuyorlardı (33).
Rauf Bey, "milli iradeyi hâkim kılarak demokrasiye doğru" gitmede yarar görüyordu (34). İstanbul basını için de millet egemenliği yeterliydi, cumhuriyete artık gerek yoktu. Bunların bir endişesi de şuydu: Cumhuriyet olursak başbakanı cumhurbaşkanı seçer, bu kişi de İsmet Paşa olur! İstanbul basını radikallik ve otoriterlik istemiyordu. Görüldüğü gibi, legaliteyi ve millet egemenliğinin saf şeklini savunanlar muhafazakârlardı.
Bu kutuplaşmadan çıkan bir başka çatışma da hükümet sistemi konusunda kendini belli etti.
Mustafa Kemal savaş günlerinde kuvvetler birliğini ve Meclis hükümeti sistemini savunmuş ve kabul ettirmişti. Oysa şimdi bu sistem, bakanları ve başbakanı tek tek ve ayrı ayrı Meclis'e seçtirmesi başta olmak üzere muhafazakârlığa hizmet ediyor, güçlü ve enerjik bir hükümetin oluşmasını neredeyse olanaksız kılıyordu.
Bu yüzden Mustafa Kemal, Meclis hükümetini savaş koşullarından doğmuş olağanüstü ve geçici bir yönetim biçimi olarak nitelemekteydi. Hükümet bunalımını körüklemesi de bundandı. Hedefi, dar bakarsak kabine istikrarı, geniş bakarsak cumhuriyet idi.
Gerçekten de olan bu oldu. Önderliğin taktik ustalığıyla teknik bir sorun (Heyet-i Vekile kurulması), bir ana kuruluş değişikliğine (Cumhuriyet) dönüştürüldü.
Anlamı
Cumhuriyetin anayasallaştırılması, "devlet başkansız devlet" şeklindeki istisnai duruma son verdi. Bu, işin teknik ve yüzeydeki yönüdür. Asıl önemlisi, devletin ana kuruluşunun tepesindeki makamın da seçimle doldurulmasıdır. ]
Türkiye'de cumhuriyet, Birinci Dünya Savaşı ertesinde Avrupa'da monarşilerin sönüşü ve cumhuriyetlerin yükselişi zincirine eklenen yeni bir halkadır. Almanya, Avusturya ve Macaristan'da da cumhuriyet kurulmuştu. Şu farkla ki, Türkiye'de cumhuriyet bir emperyalist paylaşım savaşı yenilgisi (Birinci Dünya Savaşı) üzerine değil, bir antiemperyalist savaş zaferi (ulusal kurtuluş savaşı) üzerinde yükseliyordu.
Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa'nın doğusunda, SSCB'den [Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği] sonraki ikinci önemli cumhuri devlet örneğidir. Monarşi, Rusya'da sosyalist cumhuriyet, Türkiye'de ise ulusal (burjuva) cumhuriyet yönünde aşılmıştı, iki modelin de kendi bağlamlarında demokratik bir sıçrama oluşturduğu açıktır.
Türkiye'de devrimci kadrolar "Cumhuriyet'i hangi anlamda algılayıp savundular? Bu kavramın biri dar, öbürü geniş iki kullanımı olduğuna işaret etmiştik.
Türkiye'de devrimciler bu kavramı dar anlamında, yani devlet başkanının seçimle ve belli bir süre için belirlendiği yönetim/devlet biçimi anlamında kullandılar. Burada bir tartışma yoktur.
Asıl önemli ve tartışmalı olan ikinci boyuttur. Yani cumhuriyetçiler bu kavramı, "demokrasi"yi de içerir, hatta onunla örtüşür anlamda algıladılar mı? Bu soruya da olumlu yanıt vermek gerekir.
Türkiye'de cumhuriyet bu geniş anlamıyla da kavrandı ve sunuldu. Tek parti dönemi, ortaöğretim kitaplarından olup Mustafa Kemal Atatürk tarafından büyük çapta kaleme alınan ya da gözden geçirilen Medeni Bilgiler (1931, 1968 ve 1988 baskıları) kitabı başta olmak üzere, pek çok kaynak bunu bize söyletir.
Medeni Bilgiler'de demokrasi ve hürriyet övgüsü başköşededir. Cumhuriyet geniş anlamıyla, yani demokratik bir egemenlik kurumu olarak kavranıp öğretilmektedir.
Mustafa Kemal'in bu kitap için yazdıklarında, "Halk idaresi olan cumhuriyet", "Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi esasına müstenit bir devlettir" ibareleri dikkat çekicidir. Gerek bu kitapta gerekse 1920'den itibaren çok sık kullanılan "halkçılık" ilkesi, öncelikle bir siyasal egemenlik felsefesi anlamında algılanmaktadır. Bu deyimin "demokrasi" karşılığı olarak da kullanıldığı kuşku götürmez (35).
Cumhuriyet kavramının bu ikili anlaşılışı, yani dar ve geniş anlamlı oluşu Türkiye'ye özgü bir durum değildir, genel ve evrensel bir olgudur. Bu kavramın asıl Türkiye'ye özgü ve üçüncü bir anlamı daha vardır.
Mustafa Kemal Atatürk, "Benim en büyük eserim Türkiye Cumhuriyeti'dir" derken, ne devlet başkanının seçimle göreve gelmesini, ne de bir demokratik egemenlik pratiğini kastediyordu.
Bununla anlatılmak istenen, bütün olarak Türk Devrimi'nden başkası değildir. Bu açıdan cumhuriyet, Türkiye koşullarında, devrimle de özdeşleştirilmiştir. Fransa'da görülen (devrimci) Cumhuriyetçi-Demokrat zıtlaşmasının kısmen Türkiye'de de yaşanması bununla ilgili olmalıdır.
Sonuçları
Cumhuriyet tepki değil, genel kabul gördü, sevinçle karşılandı. Buruk olan İstanbul basını, Rauf Bey ve çevresiydi. Cumhuriyet konusu Halk Fırkası grubu ve TBMM'de yani yetkili organlarda görüşülüp karara bağlanmıştı, ama Rauf Bey kendisine danışılmadığından ve işin aceleye getirildiğinden yakınıyordu.
Cumhuriyet ilanı Mustafa Kemal'in anayasal-siyasal konumunu daha da güçlendirdi. Kendisi zaten TBMM Başkanı, bakanlar kurulunun doğal başkanı, TBMM ordularının başkomutanı, Birinci Grup ve Halk Fırkası başkanıydı. Şimdi cumhurbaşkanı seçilmekle, devlet başkanlığı yetkilerini de kuşanmış oluyordu. Bunların en önemlisi başbakanı seçip atayabilmesidir.
Olağan parlamenter ve çok partili yaşamda cumhurbaşkanı belli gelenek ve kurallara uymak zorundadır. Bunların başında, başbakanı güvenoyu alabilecek kişiler arasından, daha açık bir deyişle çoğunluk grubundan seçmesi gelir.
1923 Türkiyesi'nde ise ne parlamenter ne de çok partili yaşam oturmuştu. Cumhurbaşkanının başbakanı belirlemede geniş bir takdir yetkisi vardı. Buna, Mustafa Kemal'in olağanüstü konumunu da ekleyin.
Ayrıca, 1923 Anayasa değişikliği vekiller heyetinin Meclis'ten güvenoyu istemesini öngörmüş değildi. Bakanlar kurulu listesi sadece Meclis'in "tasvibi"ne sunulacaktı (md. 12). Bütün bu veriler, cumhuriyet ilanıyla Mustafa Kemal'in anayasal-siyasal statüsünün daha da pekiştiğini gösterir. Hatta denebilir ki başbakan Meclis'ten çok cumhurbaşkanına hesap vermek zorundadır.
Bu bakımdan, kâğıt üstünde Meclis hükümetinden parlamenter sisteme kayış görüntüsü veren ve bu nedenle "karma" diye de nitelenen 1923 değişikliği, fiili bir yarı başkanlık sistemine de açıktı. İlerleyen yıllarda bu daha açık bir şekilde görülecektir.
Mustafa Kemal cumhurbaşkanı seçildikten sonra başbakanlık görevini İsmet Bey'e verdi. Muhafazakâr (Rauf Bey) ve liberal (Ali Fethi Bey) simalardan sonra bu seçim, köktenci (radikal) bir tercih anlamı taşıyordu, hızlı değişimlerin süreceğini haber veriyordu.
Ayrıca İsmet Bey diğerlerine oranla Çankaya'ya çok daha yakın duruyordu. Onun kurduğu hükümet listesi TBMM'de görüşmesiz ve oybirliğiyle "tasvip" aldı ve Cumhuriyet'in ilk bakanlar kurulu olmuş oldu.
1920-23 yıllarında Türkiye Devleti'nin ana kuruluşu bir demokratik cumhuriyet karakterini söz götürmez bir şekilde taşıyordu.
Bundan sonraki yıllarda rejimin demokratik olma niteliğinden kaymalar oldu, cumhuriyet ise süreklilik gösterdi. Tek partili dönem, daha sonraki askeri darbeler ve ara rejimler, cumhuriyeti değil, demokrasiyi askıya almış oldular. Bu yüzden de Türkiye'de "Birinci Cumhuriyet" (1923-1960), "İkinci Cumhuriyet" (1960-1980) ve "Üçüncü Cumhuriyet" (1980 sonrası) deyimleri tutmadı.
Darbeyi yapan güçlerin liderleri de bu ara dönemlerde "Cumhurbaşkanı" değil, "Devlet başkanı" sıfatıyla adlandırıldılar (C. Gürsel, K. Evren). Devletin siyasal organlarının seçimle oluşması demek olan dar anlamda cumhuriyet, bu iki sınırlı kesintiye uğradı. 1961 Anayasası ile Cumhuriyet Senatosu'nda seçimsiz göreve gelen ve ömür boyu burada kalacak bir Milli Birlik Kurulu (eski MBK) kurulmuş olması ise yalnız demokrasiye değil, cumhuriyet kavramına da aykırıydı.
Demokrasinin uğradığı kopukluklara karşılık Cumhuriyet'in gösterdiği süreklilik, Türkiye'de bu kurumun yalnız devlet başkanının seçimle belirlenmesi ya da egemenliğin birden çok iradeye ait olması anlamına gelmediğini, bunları çok aşan tarihsel bir çerçeveyi içerdiğini gösterir. Denebilir ki cumhuriyet kavramı, devletin ve Türk Devrimi'nin bizzat kendisi olarak algılanmaktadır.
Cumhuriyet'in sürekliliğinin bir başka kanıtı, o tarihten bu yana saltanatçı bir akımın görülmemiş oluşudur. Başka bazı ülkelerde ise durum farklıdır; cumhuriyet ve karşıtı düzenler birbirlerini izlemişlerdir (İspanya, Fransa, Yunanistan vb.).
"İkinci Cumhuriyet" aranışlarının büyük tepki görmüş ve sönmüş olmasının sebepleri de bu özelliklerde aranmalıdır. (BT/HK)
* Bülent Tanör (1940-2002): Anayasa hukukçusu, İstanbul Üniversitesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanlığı görevinde bulundu, Cumhuriyet gazetesinde köşe yazıları yayımlandı. Bir çok çalışması hukuk fakültelerinde ders kitabı olarak okutuluyor. Dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu, TÜSİAD için "Demokratikleşme" raporunu hazırlaması üzerine Tanör'ü İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi' başkanlığından aldı; Tanör bu sırada kanser tedavisi görüyordu. Tanör'in kitapları arasında Anayasal Gelişme Tezleri, 1982 Anayasası'na Göre Türk Anayasa Hukuku (Prof.Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu ile birlikte), Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Türkiye'de Kongre İktidarları, Kurtuluş - Kuruluş, Türkiye'nin İnsan Hakları Sorunu, İki Anayasa yer alıyor.
(20) Ş.S. Aydemir, Tek Adam, c.III, s. 146.
(21) Müsavat, 27 Temmuz 1335 (akt. Z. Arıkan, Mütareke ve İşgal Dönemi İzmir Hasını, s.87).
(22) B. Öz, Kurtuluş Savaşı'nda Alevi-Bektaşiler, 3. baskı, s.47-50, 104-105.
(23) Nutuk, c.II, s.276.
(24) Ş. Turan, Türk Devrim Tarihi 111/1, Bilgi Yay., Ankara 1995, s. 14.
(25) K. Karabekir, İstiklâl Harbimiz, 1960, s.1060.
(26) M. Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s.64z (15.1.1923); Cumhuriyet, 7.5.1924 ve 9.5.1990
(27) M.F. Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber c.1 s. 30-31
(28) Ş.S. Aydemir, Tek Adam, c.III, s.155.
(29) Atatürk'ün Telgraf, Tamim ve Beyannameleri, TTK 1991, s.406.
(30) M. Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s.162-164.
(31) Söylev ve Demeçler, c.II, s.88.
(32) Söylev ve Demeçler II, s. 146.
(33) Nutuk c.II, 318-319,322-323.
(34) F. Kandemir, Hatıraları ve Söylemedikleriyle Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz Yay., İstanbul 1965, s.126-127; Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu. Sander Yay., İstanbul 1969, s.569.
(35) T. Timur, Türk Devrimi, AÜSBF Yay., 1968, s.106 vd.