Kore’nin askerden arındırılmış tarafsız bölgesinin adını taşıyan Uluslararası Belgesel Film Festivali DMZ 15. kez belgesel sinema sanatının son örneklerini seyirciyle buluşturdu.
Festivalin programında yer alan filmler etkinliği organize edenlerin sosyal hassasiyetleriyle birlikte barıştan yana tavırlarını da ortaya koydu.
DMZ’nin açılışı Kuzey ile Güney Kore arasında kangrene dönüşmüş bölünmüşlüğün sembolik alanlarından yemyeşil İmjingak Nuri Barış Parkında gerçekleşti. Tecrübeli sanatçı Jeong Tae-chun’un seslendirdiği eserler arasında bilhassa Mikis Theodorakis yorumlarıyla tanınan Maria Faranduri’yle özdeşleşen bir şarkı da vardı. Ardından, gayet geniş bir kırlık alanın ortasındaki muhteşem sahnede Pablo Neruda’nın Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim şiiri okundu.
Festivalin açılış filmi, Şili’nin hafızasını canlı tutmaya hayatını adamış Augusto Góngora ve eşi Paulina Urrutia hakkındaki Sonsuz Hafıza (Eternal Memory) adlı belgeseldi. 2023 İstanbul Film Festivali programında yer almış olan belgesel her ne kadar Augusto’nun Alzheimer yüzünden hafızasını kaybetmesine eğilse de festivali onurlandıran eşi Paulina’nın dediği gibi film unutmak değil, hatırlamak hakkında tecrübeli yönetmen Maite Alberdi’nin başarıyla kotardığı çarpıcı bir eser.
Maziyle yüzleşmek şart
Kore’de hatırlanması ve hakkında konuşulması zor mevzulardan biri olan Jeju Ayaklanması hakkındaki The shooters belgeseli de hafızanın ne kadar mühim olduğunu gözümüze sokmuş oldu. Kore’nin en büyük adası Jeju’da 1948-1949 yıllarında tahminen 14 bin ila 100 bin arasındaki kişinin öldürülüşünün, Türkiye birliklerinin de müdahil olduğu Kore Savaşının kıvılcımını ateşlediği düşünülüyor. Güney Kore’de 3 Nisan Olayı olarak anılması tercih edilen katliam, komünist bir ayaklanma olarak tarihe geçerken yönetmen Yang Jihoon‘un dönemin kurbanlarından biri olan dedesi Seo-ok’la röportaj yapmaya giriştiğini görüyoruz. Mevzu hakkında konuşmaktan pek hoşlanmadığı anlaşılan dedeyle içki içmeyi seçen zıpır torun sırların yavaş yavaş ortalığa saçılmasının zeminini oluşturuyor ve dedeye katliamda sadece tüm ailesini kaybetmiş bir kurban olmadığını, akabinde rejim adına cinayetler işlediğini de itiraf ettiriyor. Ülkede tabu muamelesi gören ağır mevzunun böylesine oyuncaklı bir tavırla işlenmesi ancak yakın aile bağının sağladığı samimiyet ve güven hisleri çerçevesinde mümkün olabiliyor; darısı başımıza!
Ne de olsa tüm dünyada yönetimlerin işine gelmeyen gerçeklerin unutturulmaya, genç nesillerin donanımsız yetiştirilmeye çalışıldığı hepimizce malum!
Kadın dayanışması
Tarihten silinmiş karakterleri bularak ortaya çıkarmayı seven kadın yönetmen Kim Mirye bu sefer 70’li ve 80’li yıllarda fakir mahallelerde yaşayıp ağır işlerde çalışmış kadınlar için destek faaliyetleriyle anılan aktivist kadınlara eğiliyor. Devletin bilhassa çocuklu kadınlara yönelik olarak çalışma potansiyellerini sömürmek dışında herhangi bir sorumluluk almadığı ortamlarda aktivist kadınlar kolektif oluşturmuş ve çocuk bakım üniteleri kurmuş. Çocukları ve anneleri eğitme hususunda da ellerinden geleni esirgemeyen idealist kadınlar tahmin edilebileceği gibi komünistlikle suçlanmış, gerçekleştirdikleri projeler baltalanmaya çalışılmış, çalışkan aktivistler güvenlik kuvvetleri tarafından hırpalanmış.
Bitmez tükenmez enerjisiyle ön plana çıkan Ahn Soonae’nin rehberliğindeki dayanışma ve işbirliğinin enerjisi aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen perdeden taşarken Ten Wells adlı belgeselle coğrafyalar arasındaki mesafenin sanıldığı kadar engin olmadığı teyit ediliyor.
ABD güdümü
Amerika Birleşik Devletleri’nin Güney Kore’deki devasa askerî üssü yüzünden ülkede ABD ağırlığının fazlasıyla hissedilmesi yetmezmiş gibi THAAD füzelerinin yerleştirilme süreci yeni acılara yol açıyor. Yemyeşil tepelerin arasında gayet verimli bir köyde 80 kadar ihtiyar çiftçi memnun mesut yaşarlarken önce golf sahası için dolaşım alanlarının kısıtlandığına şahit oluyor, ardından kendilerini olağanüstü hal şartları içinde yaşarken buluyor. Hayatları boyunca cennet gibi bir coğrafyada mütemadiyen çalışmaktan zevk alarak yaşamış sevimli kahramanlarımız kendilerine sorulmadan dayatılmış projelere “HAYIR” diyor ve zor kullanmaktan başka bir şey bilmeyen iktidara kafa tutuyor. Güvenlik kuvvetleri köylülerin yaşlarına bakmadan şiddet uyguluyor, yönetmen Kim Sangpai’nin bize bilhassa sevdirdiği kadın direnişçiler seyirciye cesaret ve umut aşılıyor.
Our Sunny Paradise adlı belgesel bir girişim adil olmadığı zaman devletin binlerce polisi ve askerî helikopterleri yaşlı insanları korkutmak, yormak ve sindirmek için seferber edişini bir kez daha layıkıyla afişe ediyor. Fakat filmin sonunda bilhassa yabancı seyirciler, Kore halkının ve bilhassa eski jenerasyonların dirayet ve gücüne kesinlikle ikna olup yeni nesillerin yaşlılardan ilham almasını temenni edebiliyor.
Göklere yaklaşma çırpınışları…
Türkiye’de pek olabilecek gibi durmayan bir dinamikte Oryu Market adlı belgesel, ülkenin başkenti Seul’ün Guro mahallesinde, nispeten yeni sayılabilecek bir çarşının mutenalaştırmaya karşı direnişine bizi dahil ediyor. Festivalin merkezi, nispeten kırsal Goyang bölgesinin her köşesinden mantar misali fışkıran blok blok gökdelenler ülkede herhangi bir şehircilik planlaması var olduğu izlenimi uyandırmazken, fazlasıyla agresif bir başkent silüetinde çoğu dükkânı kapanmış olup ayakta zor duran eskimiş çarşının huhuk mücadelesi gerçekten görülmeye değer.
Militan sinema örneği olarak yorumlayabileceğimiz Choi Jong-ho imzalı mütevazı belgeselde kameranın filmin kahramanlarına nasıl güç aşıladığına da şahit oluyoruz. Heyula gibi sıradan bir binayı daha mahalleye dikmek isteyenler yerel yönetimle el ele, sayıları azalmış dükkân sahiplerini ikna etmek için muhtelif entrikalar çevirmesine çeviriyor da, hukuki süreçler nasıl oluyorsa, hep aleyhlerinde sonuçlanıyor. Filmde gördüğümüz kadarıyla korkutma, tehdit etme veya şiddet uygulama pratikleri pek uygulanamadığından Young-dong ve Hyo-sook eski usul pirinç tatlısını cüzi bir kazanç uğruna geleneksel biçimlerde üretmeye devam edebiliyor (en azından film çekimi sona erene kadar).
Oysa hayat Türkiye’de olduğu gibi Kore’de de fazlasıyla pahalı ve zor!
Su ürünleri iyi de…
Japonya’nın nükleer pervasızlığı Kore’de büyük tartışmalar yaratmaya devam ederken Sea of Transition adlı belgesel bir zamanlar kadın dalgıçların su ürünleri toplayıcılığı yaptığı Ulsan’ın deniziyle tanıştırıyor seyirciyi. Deneysel olduğu kadar iddialı ve zorlayıcı bir anlatım seçmiş olan yönetmen Jang Hyun, her ne kadar su ürünleri ülkenin başlıca beslenme kaynaklarından olmayı sürdürse de sanayi yüzünden çevre kirliliğine dikkatimizi gereğince çekiyor ve yediklerimizle alakalı olarak içimize şüphe tohumları ekiyor.
Bir diğer belgeselde 570 adasıyla “Deniz diyarı” olarak anılan Gyeongsangnam bölgesinin Kore yarımadasının güneyini cennetimsi güzelliğiyle süslediğini görüyoruz. Ne var ki Yoo Choi Neulsaem imzalı The Secret of the Blue Sea adlı belgesel denizin yalnız Türkiye’de değil, Kore’de de çöplük muamelesi gördüğüne bizi ikna ediyor. Kaybolması çok uzun süreler alacak bilhassa plastik atıklarımız yetmezmiş gibi ekmek parası kazandıkları denizleri ağ ve başka atıklarla kirleten balıkçılar sorumluluk almaları gerektiğinin artık farkındalar (ya bizimkiler?) Tüm dünyada sualtı kaynaklarının zaten eskisi kadar verimli olmadığını, hatta can çekiştiğini bilmeyen kaldı mı ki!
Her ne kadar belgesel daha çok çevreci bir projenin tanıtım videosu hissini verse de gezegenin filmde gördüğümüz gönüllü çöp toplayıcılarının çabalarıyla kurtulamayacağı hissini edinmemiz faydalı olmuş.
Türkiye ile Kore arasındaki duygusal bağı ise Nazım Hikmet’in 25 sentlik asker şiirini de hatırlamak suretiyle, iki diyarın günümüzde geldiği hâli yalnız belgeseller aracılığıyla değil, daha derin araştırmalar neticesinde mümkün olduğunca geniş bir perspektifle kavrayarak derinleştirmekte yarar var. (MT/AS)