Bir darbenin yıldönümünde “Sizce işkence ile anımsanan bir cezaevini müze yapmak ne anlama geliyor?” sorusuna cevabı dönemin darbe zihniyetinin hafıza mekânlarından Diyarbakır Cezaevi’ni ve tanığını ziyaretimde buldum.
Sur eteklerini yürüyüş yolları ve Hevsel Bahçeleri’ni kuşbakışı selamlayan kafeler ile dolu. Bir de solda artık müze kartla girdiğiniz “Diyarbakır Müzesi” var. Müze dediğime bakmayın sadece alanın adı "müze".
Müze alanında ama müze değil: Diyarbakır Cezaevi
Müze bir kampüs gibi içinde12 ziyaret noktasıvar. Bu noktalardan biri bilin bakalım neresi: Diyarbakır Cezaevi.
Evet, müze kampüsünün içinde ama müze değil, ziyarete açık da değil hatta “Resterasyon ve Konservasyon Bölge Laboratuvarı Müdürlüğü” olarak geçiyor.
Buranın o meşhur "cezaevi" olduğunu anlamanız için önündeki minik tabelayı okumanız gerekecek.
Biz de turistik bir giriş yaparak elimizde biletler gezeceğiz kampüsü. Yanımda daha önce Ulucanlar Cezaevi’ni müze hali ile ziyaret eden bir arkadaşım var. İkimiz de buradan hayal kırıklıkları ile çıkacağımızın farkında değiliz henüz.
Hemen girişte bu müze kampüsündeki binaları numaralandırarak tanıtan bir pano var. İşe bakın ki “Diyarbakır Cezaevi” ibaresini bulamıyoruz.
Güvenlik görevlisine soracağız mecbur, buraya anlatan bir rehber yok maalesef. “He burasıdır, şu arkadaki bina ama oraya girilmiyor yani müzenin binalarından değil” diyor.
Hem şaşkın hem de garip bir duyguyla binaya yürüyoruz.
İlk bakışta tipik bir Diyarbakır yapısı; gri koyu renkte taşlı, fazla yüksek olmayan enine uzayan bir bina işte. Cezaevi olduğunu hatırlayınca ‘dümdüz bir dikdörtgen, sınırlı sayıda pencereler, demir parmaklar detaylarını ekleyince ‘hakikaten bir cezaevi’ demeyi konduruyorsunuz.
Oturduk çaylar gelene kadar yüz ifademiz “hem şaşkın hem de garip bir duygu” dediğim halini koruyor.
12 Eylül tanığı
Artık sözü dönemin ve mekânın bir tanığına bırakmam gerekecek. Hacı Amca ile Mardin’de buluşuyoruz.
Diyarbakır nasıl, nereleri gezdin derken Diyarbakır Cezaevi artık sohbetimizin konusu olduğu kesinleşiyor.
Soruyorum:
-Diyarbakır Cezaevi’ni müze olacak diyorlar haberin var mı?
+Bi ara dediler öyle şeyler (2016) ama yav mümkün değil, yapmazlar.
-Niye yapmasınlar, herkes görür bilir neler yaşanmış. Bir anlamda “utanç müzesi” diyorlar, olanların affı anlamında…
+E kızım o yüzden yapmazlar. Zor bence, hem herşeyi kabul etmiş olmak demek bu hem de bir daha yapmayacaksın demek. O cesareti görmeleri gerek kendilerinde.
-Peki olsa gider misin? Senin için bir “af” yerine geçer mi?
+Elbet giderim. Özünden insanlara hatırlatmak güzel bir şey o yüzden müze olsun isterim. Yani dediğim anlamda olacaksa kıymetli bir af olur.
İşkence
Hızlı bir soru cevaptan soru “işkence” de artık sohbetimizin konusu olduğunu hatırlatıyor. Es cümle bana darbenin neden bir işkence psikolojisi ve pratiğini yarattığını anlatıyor:
“Düşün şimdi hükümet düşürmüşsün, siyasette kaygan yani Türkiye’de hiç çatlak olmaması gerek onların düşüncesine karşı az çok sesi çıkan kim varsa aldılar. Almak yetmezdi, bu kişileri vazgeçireceksinki ne başkası onların gibi olsun ne de onlar devam etsin. O yüzden ilk aldılar, tecrit ettiler. Çıkınca da devam etmesin diye de işkence.
En meşhur hareketleri işkenceydi. Sen işkenceden dayak falan anlama. Susturmak, dilinde konuşturmamak, aile ile avukatın ile görüştürmemek işkence yedirmemek içirmemek, yıkanmana öyle tuvalete izin vermemek, uyutmamak, oturmamak işkence. Dayak işkence.
Hacı Amca bundan sonraki kısmı biraz hafızasını zorlayarak biraz da sesi ağırlaşarak anlatıyor: “Toplasan 15 yatak vardı koğuşlarda ama bu mahkûm sayısı belki 3-4 katını buluyordu. Yerlerde yan yana yatılırdı. İçeriye girdikten sonra kim olduğun çok önemli olmuyor devlet bir şekilde seni elinden geçiriyor.”
Benim en çok merak ettiğim soruya geliyoruz. Siz orda işkence görürken nasıl oldu da dışarısı sizden, durumdan haberdar oldu diyorum:
“Dışarıdan bize zaten haber gelmiyordu. İçeriden dışarıya haber gitmesi öyle mümkün değildi. Görüştü, mektuptu, avukattı diye bir şey yok zaten. Ha anca biri çıkıyordu evine dönüp anlatırsa biliniyordu. O da sesini kime duyurursa.
Biz çayları tazelerken eşi Hacı Amca’nın kaldığı yerden devam ediyor. “Salınanlar oluyordu: Bize şöyle böyle ettiler diyordu da biz onlara soruyorduk bizimkini gördün mü? Bir şeyi var mı diye. Başka da birine gidip söyleyemiyorsun zaten eşim, çocuğum cezaevinde diye. Çünkü bilinsin de istemiyorsun bir yabancı tarafından.”
"Mahkum aileleri de tecritteydi"
Diyarbakır Cezaevi’nde kalan birinin tecrit ile yaşamanın zorluğunu mahkûm ailesi de bir o kadar yaşamış.
Hacı Amca işkenceden bahsederken bizim şu sıralar politik doğrucu bir tavır ile kötü muamele de dediğimiz kısımları ‘insanın insana yapmayacağı’ şeyler olarak nitelendiriyor.
Bunların birçoğunun -şayet yaşayan tanıklar var ise- etkilerini hala taşıdıklarının söylüyor. Fiziksel şartları biraz aktardıktan sonra yaşamsal kısma geçiyoruz.
Mesela yemek sorununu şöyle anlatıyor:
“Avlu kumunu, çamurunu o yemek kaplarına koyduklarını gözlerimle gördüm. Fasulye yemeğine artık ne koydularsa yıllarca -eşine dönüp- onun elinden bile yiyemedim. Yumurta da bunun gibi. Bize haşlama yumurta ve ekmek verilmişti. Elimize aldığımız gibi biliyorduk renginden kokusundan taze değil, hatta belki günler öncesinin. Bir zehirlenme yaşadım, günler sürdü. O günden beri yiyemem.”
Hatırladığı bazı ayrıntılar onu çok zorluyor, bazen isimleri karıştırıyor. Yine de hissettikleri çok net. Şimdi iç çekerek anlattığı bir kısım geliyor.
Burayı anlatırken “Kim öldü, kim kaldı anlamaya çalışıyor bir şekilde yoklama tutuyorduk” diyor.
“Ben hücreye atıldığım zaman Mehdi Zana’yı karşı hücreye getirdiler. Ben 3 gece, o belki 27 gün kaldı. Yemeği kapının altından ızgaralık gibi açılmış bir delik var oradan atıyorlardı. İçine ne koydukları Allah’a kalmış yemek o delikten geliyor işte. İkimizden birinin kapısından ses geldikçe anlıyorduk, haa daha hücrededir, ölmemiş ya da koğuşa almamışlar daha.
Eşi bir tedirginlik ile “-Mehdi Zana için- O işkencede ölenlerden miydi ki?” diyor.
Hacı Amca “ Yoo ölmedi. Öldürmüyorlardı ki, Vallahi bize araba çarpsa, top patlasa öyle ölürdük orada. Ama işkencede tek nefeste ölüm yok. Oradaki askerlere, gardiyanlara “vur emri” verilmemişti, öyle bi ölçü öyle bi ayar düşün.
"Seni öldürmeyecek ama istedikleri alacak kadar korkutup insanın kendini unutacağı kadar da işkence edeceklerdi. Belki garip ama onların dozuyla mahkumların duruşu da aynı kuvvette idi. Yani ölmeyecek kadar işkenceye dayanıyorlardı, kendilerini vermeyecek kadar da duruyorlardı.”
Anlattığı birçok şiddet biçiminden en garibi tutukların üzerinde ‘köpek salmak’. Bunu anlatırken “dayaktan ölmeyeceğini biliyorsun da köpeğin garantisi yok. Gardiyan üstü emir vermeden öldürmüyor ama köpeği tutak tek şey tasması”
"Yanmış et parçaları kokuyordu"
İşkence olduğu kadar ciddi bir başkaldırı da söz konusuymuş. Şimdi ah ede ede konuyu
5’Nolu koğuşta kalan Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner’in kendilerini yaktıkları geceye getiriyor. “Kendileri yaktığında kimsenin koridora bile girmesine izin vermediler. Kıyamet gecesi gibi bekledik ne oluyor, ne olacak diye. Akıl almıyor ki insan kendini ateşe versin”.
Daha sonra geçebilmişler o koridordan. O anki yanık kokusunu tarif etmekte, benim bilebileceğim bir şeye benzetmekte çok zorlanıyor. “Koğuşun kapısında, duvarların üstünde izler vardı. Yandıkça acıdan kendilerini sağa sola vurmuşlar. Böyle yanmış etlerinin parçaları duruyordu.”
Bu olaydan sonra Diyarbakır’da hiçbir şey eskisi gibi olmamış. Gardiyanların kollukların tavırları o işkenceci zihniyetten bir süre de olsa çıkmış onun tabiriyle.
“O ana kadar biri anca cezaevinden çıkıp yakınlarına anlatırsa ya da artık işkenceden taşıdığı izleri biri görürse bilirdi.“ O gençler öyle bir cevap verdiler ki, tüm Dünya’ya ‘Diyarbakır'da işkence var’ı duyurdular. O saatten sonra devlet şok olup durdu. Dedim ya öldürmüyorlardı, devlet elinde öldü denilmesin diye. Bu eylem aslında ‘siz öldürmekten fazlasını yapıyorsunuz demekt’i.” Sahi bazen Azrai’ii kimin çağırdığının bir önemi yok değil mi? Diyarbakır 5 No.lu zindanında 1981-84 yılları arasında 34 tutuklu yaşamını yitirdi. Birçoğu gördüğü işkence sebebiyle sakatlık, hafıza kaybı yaşadı. O dönemler için Diyarbakır Cezaevi’nde asıl soru Azrail’e kapıyı kim açıyordu.
Kadın mahpuslar
Benim dinlerken onun anlatırken zorlandığı her anıda işkencenin gittikçe daha kabul edilemez bir biçimini anlatıyor.
Gülten Kışanak’ın da bu konuda kendi de ifade ettiği ‘dışkı meselesi’ni hatırlatıyor. Kışanak’tan bahsedince kadın tutukluları soruyorum:
“Kadın tutuklular cezaevinde farklı bir bloktular tabii ama her akşam seslerini duyuyorduk. Slogan attıklarını; işkencelerine, muamelelerine karşı ses çıkardıklarını.
"Bizim yaşadığımız muamele kadın koğuşları içinde geçerliydi, şuradan biliyorum. İstisnasız her akşam başkaldırdılar. Bazen sabaha doğru duruyordu sesleri. O seslerden anlıyorduk, onlara da yemekler bu şekilde gitmiş, hücrelerden dönmeyen arkadaşları var, işkence görüyorlar. kadınların isyanı çok daha güçlüydü sanki.”
(HC/EMK)
*Hacı Amca'nın fotoğrafı ve soyadını kendi isteği doğrultusunda kullanmadık.