Uygarlık; ilerleme, refah ve gelişme fikirleriyle birlikte katliamları, soykırımları ve cinayetleri de beraberinde getirdi. İmparatorluklar ve devletlerin keşif adı altındaki sömürgecilik faaliyetleri, sanayileşme ve politik gerilimler hep cinayet nüvesi barındırıyordu.
Nietzsche’nin, “Tanrı öldü” ifadesiyle özetlediği durum, yeni bir eşiğin aşıldığını gösteriyordu; ardından yirminci yüzyılda cinayetler, soykırımlar ve katliamlar sistematikleştirildi. İki topyekûn savaş ve vekâlet çatışmaları ise her şeyin tuzu biberi oldu.
Albert Camus, “ne celladım ne de kurban” derken gerek açıktan gerek sütre gerisinde gerçekleştirilen cinayetlere ve katliamlara karşı ses yükseltiyordu. Başka bir deyişle uygarlığın içinde gizlenen, ona dâhil olan barbarlığı eleştirip bir tavır ortaya koyuyordu.
Celladın da kurbanın da hayli fazla olduğu yirminci yüzyıl, cinayet işlemenin, soykırımlara ve katliamlara girişmenin, “her şey yapılabilir” düsturu etrafında şekillenen şiddet kültürünün boy attığı bir zaman dilimiydi. Bunlardan bazıları hep hatırlandı, bazıları hemen unutuldu, bazılarıysa görmezden gelindi. İlyas Tunç, Ne Çok Gelecek Ne Az Zaman’da yirminci yüzyıldaki cinayetleri, katliam ve soykırımları görmeye çağırıyor hepimizi. Başka bir deyişle topyekûn bir hatırlamayı önererek yaşananları düşünmenin ve bunlara karşı çıkmanın önemini vurguluyor, benzerlerinin bir daha başımıza gelmemesi ya da böylesine tanık olmamak için uyanık kalmaya dikkat çekiyor.
Yirminci yüzyılın cinayetler tarihi
“Biz” ve “Onlar” ya da “Ben” ve “Ötekiler” ayrımı, yirminci yüzyıldaki cinayetlerde ve katliamlarda hayli etkindi. Kötülüğün ve şiddetin sıradanlaşmasının zirvesi mi bilinmez ama daha görünür hâle geldiği, çeşitlendiği ve sistemli bir şekle büründüğü bu yüzyılda; “uygarlaştırma”, “demokratikleştirme”, diz çöktürme ve daha pek çok gerekçeyle cinayet işlendi. Tunç da sıraladığı bu katliamların önüne ve ardına dair hikâyeler anlatıyor.
Kapitalizm vahşileştikçe “uygar olmayan” dünyada insanlığa karşı işlenen suçların hem sayısı hem de şiddeti artıyor. Yirminci yüzyıl bu anlamda bir dönemeç; başta Afrika olmak üzere, dünyanın dört bir yanı ise âdeta bir laboratuvar. “Beyaz Adam”ın Avrupa’dan ve ABD’den gelip sarı ve kara insanları öldürmesiyle biçimleniyor katliamlar. Bu manada Tunç’un çalışması bir ansiklopedi gibi.
Erken uluslaşanların, bu yola yeni yeni girenlerin, eski ve yeni sömürgecilerin bazen top tüfek kuşanarak bazen kâğıt kalemle giriştiği işgallerin doğal sonucu cinayet; eski hesaplara yenileri ekleniyor, tarihî defterler açılıyor ve yeni silahlarla bir “uygarlaştırma” ve “refah” harekâtı başlatılıyor.
Doğrular ve yanlışlar, yalanlar ve hakikatler birbirine karışıyor. Tıpkı 1900’lerin başında Güney Afrika’da olduğu gibi: “Sömürgecilerin savaşıydı; Hollanda kökenli Boerler ile İngilizler arasında. Kirli amaçları uğruna siyahları kullanmıştı İngilizler; siper kazıcı, sığır yağmacısı, ulak ya da keşif eri olarak. Savaşı İngilizler kazandı. Zaferlerinin nişanesi olarak siyahlara madalya verdiler. Ne tuhaf! Sömürgeciler işgal ettiği topraklardaki yerli halkları hem köleleştiriyor hem de onurlandırıyordu.” Asırlardır süren “kan iftiraları”nı, kan davalarını, zamanın sömürgeci ve kapitalist ruha uygun yeni davaların yanı sıra dinle, ırkçılıkla, ekonomiyle ve politik çekişmelerle tertiplenen işgallerin ardından gelen cinayetleri hatırlatıyor Tunç. Kapitalizmle, kimlik siyasetiyle ve
etnik ayrımcılıkla döndürülen çarkların yol açtığı katliamları da… Geniş bir coğrafyayı kapsayan; Çin’den Afrika’nın dört bir köşesine, Latin Amerika’dan Avrupa’nın orta yerine ve Asya-Pasifik’e dek uzanan bu edimler, tarihî bir gerçeği gözler önüne seriyor: “Sömürgecilerin Tanrı emrinden başka gerekçeleri de vardır; uygarlaştırmak, demokratikleştirmek, iyileştirmek…”
Hakkını arayıp isyan edenlere, toprağını korumaya çalışanlara, renginden ötürü ikinci sınıf insan sayılmaya başkaldıranlara ve işgale karşı savunmaya geçenlere doğrultulan silahlar bir anda ateşleniyor. Bazen de sürgünle, yerinden etmeyle ve yersiz-yurtsuzlaştırmayla gerçekleştiriliyor katliamlar. Tek kurşun atılmadan insanlar açlıkla ve sonu gelmez yürüyüşlerle yok ediliyor, soykırıma uğruyor. Bazen de muktedirler, “terörist” dediği düşmanını bir terör eylemiyle bertaraf ediyor. "Savaşa hayır” diyenlerin, “uygarlar” karşısında neredeyse hiçbir kurtuluş imkânı kalmadığını acı örneklerle hatırlatıyor Tunç. Kötülüğe doymayan sömürgecilerin, halkları petrol uğruna birbirine düşürüp savaşsın diye cesaretlendirmesi ve Japonya askerlerinin 1937’de Nanking’de yaptığı gibi öldürme yarışmaları düzenlemesi de cabası.
‘Sessizce işlenmesi gereken’ suçlar
Cinayetlerin yirminci yüzyıldaki seyri, aynı zamanda “suç” tanımlarının değişimine ve robotlaşan zihinlerle girişilen katliamlara kapı aralamıştı. Tunç, 1950’de Kore’de yerleştirileceği yeterince hapishane bulunmadığı için “suçluları”, daha doğrusu siyasi mahkûmları kurşuna dizdiren amirali örnek veriyor bu noktada. “Devletin kendini koruma refleksinin adaletten hızlı işlediğine” dair örnekleri de anımsatıyor: Arnavutluk’ta bir grup arkadaşıyla beraber idam edilen Sabiha Kasımati onlardan yalnızca biri. Bir bahaneyle tertiplenen katliamlar da söz konusu: Mesela 6-7 Eylül Pogromu…
Bağıra çağıra, göstere göstere gelen ve Britanyalı bir milletvekilinin dediği gibi “sessizce işlenmesi gereken” suçların yirminci yüzyıldaki dökümünü yapan Tunç, dünyayı komünizmden kurtarmak isteyenlerin, yeryüzünün dört bir yanına demokrasi ve uygarlık götürmeyi arzulayanların, kendisine muhalif kimse kalmasın diye uğraşan yöneticilerin, kârını artırma yolları arayan ve bu uğurda hükümetleri askeri hâline getiren şirketlerin büyük bir soğukkanlılıkla giriştiği katliamları sıralıyor.
İç savaşlar, darbeler, intikam harekâtları, etnik temizlik, kâr-zarar hesapları ve daha pek çok gerekçenin yön verdiği yirminci yüzyıl katliamlarının hemen hepsine yasal ve kutsal, neoliberal ve politik kılıflar uydurulmuştu. Cesetler üzerinde tepinen gizli ve açık faillerden bazıları yargılanmıştı bazıları ölümüne dek mutlu yaşamıştı. Tunç’ın anlattığı hikâyelerde onlarla yüzleşmek de mümkün: Liberya’dan Türkiye’ye, Kolombiya’dan Guatemala’ya, İsrail’den Yunanistan’a, Pakistan’dan Vietnam’a, Kamboçya’dan Polonya ve Yugoslavya’ya kadar pek çok örnek sıralıyor yazar.
Bahsi geçen eylemlerin neredeyse tamamı, Robert B. Edgerton’ın dediği gibi hükümetlerin ve devletlerin ayakta kalmak için gerçekleştirdiği terör eylemleriydi. Tunç, Ne Çok Gelecek Ne Az Zaman’da bu karanlık tarihin faillerini ve mağdurlarını, cellatlarını ve kurbanlarını getiriyor karşımıza. Unutma ve hatırlama arasındaki o ince sınır çizgisine götürüyor bizi.
Ne Çok Gelecek Ne Az Zaman, İlyas Tunç, Metis Yayınları, 248 s.
(AB/AD)