Dünya çapında gerginliklere sahne olan bölünmüş Kore coğrafyasında, tarafsız bölgenin adını taşıyan DMZ Belgesel Festivali muhtelif klasmandaki ödüllerle yarışmaların galiplerini desteklemeyi bu yıl da sürdürdü. Sinema ve festival çevresine devlet tarafından verilen desteğin kısıtlanacağına dair haberler ise rejimin göründüğü kadar ilerici olmadığının ispatıydı.
Festivalin geniş kapsamlı programında, kadınların âdet görmesi ve buna bağlı olarak kullanılan ürünlerin zararlarından bir taşra futbol takımının fanatik taraftarlarına, köpek etinin yendiği bir memlekette köpeklerin hastalanıp ölmesine sebep olan kimyasal mahsullerden ülkenin özenle unutturulmaya çalışılan tarihsel anekdotlarına uzanan belgeseller seyirciyle buluştu.
Etkinliğin Uluslararası yarışmasının büyük ödülü Afrika’dan Avrupa’ya geçmeye çalışan bilhassa genç göçmenlere eğilen Obscure Night adlı belgesele verildi. Yönetmen Sylvain George’un tesirli anlatımı şiirsel nüanslar taşıdığı için jüri tarafından methedildi.
Frontier klasmanında büyük ödülün sahibi ise Çin rejimini muhalif filmleriyle uzun süredir rahatsız etmeyi başarmış meşhur yönetmen Wang Bing oldu. Ülkenin en mühim çağdaş klasik müzik bestecilerinden 86 yaşındaki Wang Xilin hakkındaki Man in black adlı eser muhteşem estetik yaklaşımı dışında siyasi olarak gayet cesur da bulundu.
Gezegenin ortak dertleri
15. DMZ tarafından ödüllendirilen belgesellerden biri de faşizmle mütemadiyen dirsek temasında olan İtalya’nın son yıllardaki icraatına dikkat çekiyor. Adli tıp uzmanı Cristina Cattaneo ülkesinin göçmenlik hususundaki gayet yetersiz politikalarına inat, kimliği bilinmeden gömülmüş binlerce kişi hakkında araştırmalar yapıp onlara insanlık onurlarını kazandırmaya çalışıyor. Otopsi ve akabindeki çalışmaların sonuçlarını sabırla bekleyen göçmen aileleri Cattaneo gibi idealist bir insana müteşekkir. Cattaneo, Avrupa Birliği’nin kapılarını zorlayarak meseleye bir an önce çözüm bulunması için diplomatik bir mücadeleyi bile üstlenmiş vaziyette. Valentina Cicogna ile Mattia Colombo’nun imzasını taşıyan belgesel, “kayıp”ların özellikle yakınları için ne anlama geldiğini bir kez daha hatırlatıyor.
Festivalin ödüllerinden bir diğeri Bloodhound adlı filmin yönetmeni Yamina Zoutat’a layık görüldü. Hepimizin ortak paydası olan kanın insanlığı birleştirmesi gerektiğini düşünen Zoutat ödülünü alırken iyimser olduğu kadar değerli mesajını, bölünmüş ve acılı bir coğrafyada bulunmanın bilinciyle paylaştı.
Özel Ödüller
Ayrı bir klasman olarak sunulan festivalin Özel Ödülleri’nden biri Jean-Luc Godard adlı belgeselle Kim Eung-su’ya verildi. Büyük sinemacıdan çok etkilenmiş olduğunu belirten yönetmen, amatörce giriştiği çabasının karşılığında ödül kazanınca çok duygulandı.
Özel Ödüller’den bir diğeri Oryu Market adlı belgeselle Choi Jong-ho’ya layık görüldü. Seul’un geleneksel değerlerinin gökdelen gibi kişiliksiz yapılara kurban edilmemesi gerektiğini bilenlerin mücadelesi Türkiye’de benzer dinamikleri fazlasıyla hatırlatıyordu.
Üçüncü Özel Ödül’ün sahibi ise Our Sunny Paradise adlı filmiyle ABD füzelerine karşı mücadele eden köylülere destek vermiş Kim Sang-pai oldu. Güçlü, çalışkan ve inatçı kahramanlarımız ileri yaşlarına rağmen mücadele ediyor, film çekimi sırasında uzun süre onlarla yaşamış yönetmen köylülerin davasına yardımcı olmamız için hepimize çağrıda bulunmayı da ihmal etmiyor.
Kore filmlerinin ödülleri
Uzun metrajlı Kore filmlerinin yarıştığı bölümün büyük ödülünü kazanan K-Family Affairs Güney Kore’nin son otuz yılının resmigeçidi gibiydi. Kadın yönetmen Nam Arum bilhassa babası ve annesini odağına alarak ülkenin Sewol gemi faciası gibi çok ölümlü vakalarının devlet tarafından nasıl unutturulmaya çalışıldığını gözümüze sokuyor.
Güney Kore’nin demokratikleşme sürecine idealist bir giriş yapan baba zamanla sesini çıkarmayan bir bürokrat haline geliyor, feminist ve aktivist annenin cesareti sanki zamanla tükeniyor. Kapitalizmin azgın çarkları bu diyarı da hırpalamaya devam ederken genç yönetmen Arum aile ilişkilerinin sağladığı samimiyet aracılığıyla normalde ifade edilmeyen birçok gerçeğe vâkıf olmamızı sağlıyor.
Sinema bir kez daha hafızanın ne kadar mühim olduğunu seyirciye hatırlatırken Arum’un muzip yaklaşımı gayet ağır mevzuların zevkle izlenmesini sağlıyor.
Özgür ve demokratik bir ülke olarak tanınan ve bu yüzden de Kuzey Kore’den ayrı tutulan Güney Kore’de de aslında birçok konu mazinin karanlık dehlizlerinde sansürlenmiş biçimde silikleşiyor.
Jeju adasındaki katliamın tarihteki anılma biçimi bile devletin kabahatini örtbas etmeye çalışmasının bir dışavurumu olarak apolitik olması tercih edilen güruhları yanıltıyor; toplumsal münasebetleri aşırı bir nezaket, uyum ve düzen çerçevesinde somutlaşan halkın bazı “tehlikeli” mevzuları fazla irdelememesi gerektiği daima hissettiriliyor.
İşte tam da bu dinamik çerçevesinde imdadımıza Yang Ji-hoon The Shooters filmiyle yetişiyor ve sarhoş edip kamera karşısında konuşturduğu dedesini afişe ediyor. Aile içinde daima mağdur olarak lanse edilmiş dede meğerse kurban sayısı yüz bine yaklaştığı söylenen katliamda, başkaldırmış komünistlere karşı Güney Kore rejiminin kullandığı “cellat”lardan biriymiş.
Buna benzer itiraflar buralara da uğrar mı acaba?
Âdet görmek artık tabu değil !
Kadınların âdet görmesiyle alakalı belgesel kadınların Güney Kore’de haklarına nasıl sahip çıktıklarının ispatıydı. Mevzuyu gayet çağdaş ve muzip bir yaklaşımla işleyen kadın yönetmen Yu Hyemin geleneksel toplumda kadının bu çerçevede neler çekmiş olduğunu da hatırlatıyor. Birbirinden dinamik kadınlar konuya dikkat çekmek üzere yürüyüşlere katılıyor, halka açık alanlarda konuşmalar yapıyor, pedlerin devlet tarafından sağlanan bir hizmet olabilmesi için mücadele ediyor.
Fakat dananın kuyruğu bazı ped markalarının kullandığı kimyasalların zararları ortaya çıkınca kopuyor. Pedleri üretenler bir yana yapılan kimyasal testlerin sonuçlarını kabul etmeyen devletin ilgili bakanlığı mevzuyu inkâr ve örtbas etmeye çalışsa da zafer kadınların oluyor.
Kazanılan davanın sonucunda KWEN markasının üreticisi şirket tarafından tazminat ödenmesi kararlaştırılırken devletin halktan çok sanayicileri korumaya endeksli olduğu da bir kez daha ifşa edilmiş oluyor. My Body, My Proof adlı belgesel biraz dağınık senaryosu ve kamu spotu imajına rağmen tüm dünyadaki kadınların mücadelesinde kendine has bir çentik atıyor.
Hangi hayvanlar yenir, hangileri yenmez…
Çok ağır şartlarda yaşatılıp bir süre sonra etinin insan tarafından yenmesi için öldürülen köpeklerin varlığı Kore’de herkesin kolaylıkla kabul ettiği bir vaziyet değil. Yönetmen Lim Jinpyung yeryüzündeki tüm varlıkların, dolayısıyla insanlarla köpeklerin de birbirine aynı yaşamsal zincir çerçevesinde bağlı olduğunu belirtiyor.
Bu bağlamda köpeklerin bir tüketim unsuru olarak görülmemesi gerektiğini, insan aklının tam da bu yönde çalıştırılmasının şart olduğunu ifade etmiş oluyor. The Human Mind adlı belgesel kapalı mekânlarda kullanılan nemlendiricilerin ihtiva ettiği kimyasalların yol açtığı köpek ölümlerine de dikkat çekiyor. Filmde irdelenen mevzu spektrumu geniş, senaryo stili alışık olduğumuzdan farklı ve bölünmüş olsa da yönetmenin bize hayvanlara iyi davranmamız gerektiğini layıkıyla hatırlattığı kesin!
Kore’de futbol
Kore’de çok sevilen Türkiye’nin dünya üçüncüsü olduğu maçta Güney Kore futbol takımı aslında yenilen taraftı. Sukhavati adlı belgeselde bir yenilgi olan maçtan hususi olarak bahsedilmemesinin asıl sebebi Kore’nin hiç beklemediği şekilde, büyük bir başarı olarak addedilen dünya dördüncülüğü payesini kazanmış olması ve bu sayede futbolun ülkede çok daha popüler bir spor haline gelmesi.
Üstelik sanayi üretimiyle tanınmış, gayet monoton ve sıkıcı bir kent olan Anyang’ın fanatik seyircileri sözkonusu olunca, futbol hayata renk katan neredeyse tek unsur olarak algılanabiliyor.
Anyang LG Cheetahs futbol kulübünün RED adı yakıştırılan fanatikleri başkent Seul’un ezici varlığına karşı taşranın gururlu temsilcileri haline geliyor.
Yönetmenler Sun Hobin ve Na Baru günümüz kapitalist düzeninde insanların aslında ne kadar mutsuz olabildiğini, hayatlarına mana kazandırmak için futbol dünyası gibi “renkli” bir evrene tutunmalarını, Kore toplumundan silinmiş gibi görünen maneviyatın yerini tutacak yeni değerler aradığını belgeliyor.
İçgüdülerle bağların gittikçe koptuğu, tensel temasın çok tercih edilmediği, duygu fırtınalarının ortalıkta yaşandığı zaman ayıplandığı ve hislerin dışa vurulmasından zaten pek hoşlanmayan bir toplumda, futbol fanatiği genç bir kadının derinden bağlandığı takımı için gözyaşı dökmesi bana patetik geldi.
Bir de organizatörlerin çok cömert davranarak bazı festivalcileri misafir ettiği fazlasıyla lüks oteldeki fiyakalı yemek salonunda, kahvaltı süresinin bitmesine yarım saat kala mekânı vaktinde terk etmemiz gerekeceğini bildiren yakışıklı garsonların nazik uyarıları şaşırtıcıydı…
(MT/AÖ)