Kore’nin tabu meselelerine eğilmeyi başarıp sansürlenmeden yoluna devam ediyormuş gibi görünen Uluslararası Belgesel Film Festivali ödül töreniyle sona erdi.
Dünya çapında gerginliklere sahne olan bölünmüş Kore coğrafyasında, tarafsız bölgenin adını taşıyan DMZ Belgesel Festivali muhtelif klasmandaki ödüllerle yarışmaların galiplerini desteklemeyi bu yıl da sürdürdü. Sinema ve festival çevresine devlet tarafından verilen desteğin kısıtlanacağına dair haberler ise rejimin göründüğü kadar ilerici olmadığının ispatıydı.
Festivalin geniş kapsamlı programında, kadınların âdet görmesi ve buna bağlı olarak kullanılan ürünlerin zararlarından bir taşra futbol takımının fanatik taraftarlarına, köpek etinin yendiği bir memlekette köpeklerin hastalanıp ölmesine sebep olan kimyasal mahsullerden ülkenin özenle unutturulmaya çalışılan tarihsel anekdotlarına uzanan belgeseller seyirciyle buluştu.
Etkinliğin Uluslararası yarışmasının büyük ödülü Afrika’dan Avrupa’ya geçmeye çalışan bilhassa genç göçmenlere eğilen Obscure Night adlı belgesele verildi. Yönetmen SylvainGeorge’un tesirli anlatımı şiirsel nüanslar taşıdığı için jüri tarafından methedildi.
Frontier klasmanında büyük ödülün sahibi ise Çin rejimini muhalif filmleriyle uzun süredir rahatsız etmeyi başarmış meşhur yönetmen Wang Bing oldu. Ülkenin en mühim çağdaş klasik müzik bestecilerinden 86 yaşındaki Wang Xilin hakkındaki Man in black adlı eser muhteşem estetik yaklaşımı dışında siyasi olarak gayet cesur da bulundu.
Gezegenin ortak dertleri
15. DMZ tarafından ödüllendirilen belgesellerden biri de faşizmle mütemadiyen dirsek temasında olan İtalya’nın son yıllardaki icraatına dikkat çekiyor. Adli tıp uzmanı Cristina Cattaneo ülkesinin göçmenlik hususundaki gayet yetersiz politikalarına inat, kimliği bilinmeden gömülmüş binlerce kişi hakkında araştırmalar yapıp onlara insanlık onurlarını kazandırmaya çalışıyor. Otopsi ve akabindeki çalışmaların sonuçlarını sabırla bekleyen göçmen aileleri Cattaneo gibi idealist bir insana müteşekkir. Cattaneo, Avrupa Birliği’nin kapılarını zorlayarak meseleye bir an önce çözüm bulunması için diplomatik bir mücadeleyi bile üstlenmiş vaziyette. Valentina Cicogna ile MattiaColombo’nun imzasını taşıyan belgesel, “kayıp”ların özellikle yakınları için ne anlama geldiğini bir kez daha hatırlatıyor.
Festivalin ödüllerinden bir diğeri Bloodhound adlı filmin yönetmeni YaminaZoutat’a layık görüldü. Hepimizin ortak paydası olan kanın insanlığı birleştirmesi gerektiğini düşünen Zoutat ödülünü alırken iyimser olduğu kadar değerli mesajını, bölünmüş ve acılı bir coğrafyada bulunmanın bilinciyle paylaştı.
Özel Ödüller
Ayrı bir klasman olarak sunulan festivalin Özel Ödülleri’nden biri Jean-Luc Godard adlı belgeselle Kim Eung-su’ya verildi. Büyük sinemacıdan çok etkilenmiş olduğunu belirten yönetmen, amatörce giriştiği çabasının karşılığında ödül kazanınca çok duygulandı.
Özel Ödüller’den bir diğeri Oryu Market adlı belgeselle Choi Jong-ho’ya layık görüldü. Seul’un geleneksel değerlerinin gökdelen gibi kişiliksiz yapılara kurban edilmemesi gerektiğini bilenlerin mücadelesi Türkiye’de benzer dinamikleri fazlasıyla hatırlatıyordu.
Üçüncü Özel Ödül’ün sahibi ise Our Sunny Paradise adlı filmiyle ABD füzelerine karşı mücadele eden köylülere destek vermiş Kim Sang-pai oldu. Güçlü, çalışkan ve inatçı kahramanlarımız ileri yaşlarına rağmen mücadele ediyor, film çekimi sırasında uzun süre onlarla yaşamış yönetmen köylülerin davasına yardımcı olmamız için hepimize çağrıda bulunmayı da ihmal etmiyor.
Kore filmlerinin ödülleri
Uzun metrajlı Kore filmlerinin yarıştığı bölümün büyük ödülünü kazanan K-Family Affairs Güney Kore’nin son otuz yılının resmigeçidi gibiydi. Kadın yönetmen Nam Arum bilhassa babası ve annesini odağına alarak ülkenin Sewol gemi faciası gibi çok ölümlü vakalarının devlet tarafından nasıl unutturulmaya çalışıldığını gözümüze sokuyor.
Güney Kore’nin demokratikleşme sürecine idealist bir giriş yapan baba zamanla sesini çıkarmayan bir bürokrat haline geliyor, feminist ve aktivist annenin cesareti sanki zamanla tükeniyor. Kapitalizmin azgın çarkları bu diyarı da hırpalamaya devam ederken genç yönetmen Arum aile ilişkilerinin sağladığı samimiyet aracılığıyla normalde ifade edilmeyen birçok gerçeğe vâkıf olmamızı sağlıyor.
Sinema bir kez daha hafızanın ne kadar mühim olduğunu seyirciye hatırlatırken Arum’un muzip yaklaşımı gayet ağır mevzuların zevkle izlenmesini sağlıyor.
Özgür ve demokratik bir ülke olarak tanınan ve bu yüzden de Kuzey Kore’den ayrı tutulan Güney Kore’de de aslında birçok konu mazinin karanlık dehlizlerinde sansürlenmiş biçimde silikleşiyor.
Jeju adasındaki katliamın tarihteki anılma biçimi bile devletin kabahatini örtbas etmeye çalışmasının bir dışavurumu olarak apolitik olması tercih edilen güruhları yanıltıyor; toplumsal münasebetleri aşırı bir nezaket, uyum ve düzen çerçevesinde somutlaşan halkın bazı “tehlikeli” mevzuları fazla irdelememesi gerektiği daima hissettiriliyor.
İşte tam da bu dinamik çerçevesinde imdadımıza Yang Ji-hoonTheShooters filmiyle yetişiyor ve sarhoş edip kamera karşısında konuşturduğu dedesini afişe ediyor. Aile içinde daima mağdur olarak lanse edilmiş dede meğerse kurban sayısı yüz bine yaklaştığı söylenen katliamda, başkaldırmış komünistlere karşı Güney Kore rejiminin kullandığı “cellat”lardan biriymiş.
Buna benzer itiraflar buralara da uğrar mı acaba?
Âdet görmek artık tabu değil !
Kadınların âdet görmesiyle alakalı belgesel kadınların Güney Kore’de haklarına nasıl sahip çıktıklarının ispatıydı. Mevzuyu gayet çağdaş ve muzip bir yaklaşımla işleyen kadın yönetmen Yu Hyemin geleneksel toplumda kadının bu çerçevede neler çekmiş olduğunu da hatırlatıyor. Birbirinden dinamik kadınlar konuya dikkat çekmek üzere yürüyüşlere katılıyor, halka açık alanlarda konuşmalar yapıyor, pedlerin devlet tarafından sağlanan bir hizmet olabilmesi için mücadele ediyor.
Fakat dananın kuyruğu bazı ped markalarının kullandığı kimyasalların zararları ortaya çıkınca kopuyor. Pedleri üretenler bir yana yapılan kimyasal testlerin sonuçlarını kabul etmeyen devletin ilgili bakanlığı mevzuyu inkâr ve örtbas etmeye çalışsa da zafer kadınların oluyor.
Kazanılan davanın sonucunda KWEN markasının üreticisi şirket tarafından tazminat ödenmesi kararlaştırılırken devletin halktan çok sanayicileri korumaya endeksli olduğu da bir kez daha ifşa edilmiş oluyor. My Body, My Proof adlı belgesel biraz dağınık senaryosu ve kamu spotu imajına rağmen tüm dünyadaki kadınların mücadelesinde kendine has bir çentik atıyor.
Hangi hayvanlar yenir, hangileri yenmez…
Çok ağır şartlarda yaşatılıp bir süre sonra etinin insan tarafından yenmesi için öldürülen köpeklerin varlığı Kore’de herkesin kolaylıkla kabul ettiği bir vaziyet değil. Yönetmen Lim Jinpyung yeryüzündeki tüm varlıkların, dolayısıyla insanlarla köpeklerin de birbirine aynı yaşamsal zincir çerçevesinde bağlı olduğunu belirtiyor.
Bu bağlamda köpeklerin bir tüketim unsuru olarak görülmemesi gerektiğini, insan aklının tam da bu yönde çalıştırılmasının şart olduğunu ifade etmiş oluyor. The Human Mind adlı belgesel kapalı mekânlarda kullanılan nemlendiricilerin ihtiva ettiği kimyasalların yol açtığı köpek ölümlerine de dikkat çekiyor. Filmde irdelenen mevzu spektrumu geniş, senaryo stili alışık olduğumuzdan farklı ve bölünmüş olsa da yönetmenin bize hayvanlara iyi davranmamız gerektiğini layıkıyla hatırlattığı kesin!
Kore’de futbol
Kore’de çok sevilen Türkiye’nin dünya üçüncüsü olduğu maçta Güney Kore futbol takımı aslında yenilen taraftı. Sukhavati adlı belgeselde bir yenilgi olan maçtan hususi olarak bahsedilmemesinin asıl sebebi Kore’nin hiç beklemediği şekilde, büyük bir başarı olarak addedilen dünya dördüncülüğü payesini kazanmış olması ve bu sayede futbolun ülkede çok daha popüler bir spor haline gelmesi.
Üstelik sanayi üretimiyle tanınmış, gayet monoton ve sıkıcı bir kent olan Anyang’ın fanatik seyircileri sözkonusu olunca, futbol hayata renk katan neredeyse tek unsur olarak algılanabiliyor.
Anyang LG Cheetahs futbol kulübünün RED adı yakıştırılan fanatikleri başkent Seul’un ezici varlığına karşı taşranın gururlu temsilcileri haline geliyor.
Yönetmenler Sun Hobin ve Na Baru günümüz kapitalist düzeninde insanların aslında ne kadar mutsuz olabildiğini, hayatlarına mana kazandırmak için futbol dünyası gibi “renkli” bir evrene tutunmalarını, Kore toplumundan silinmiş gibi görünen maneviyatın yerini tutacak yeni değerler aradığını belgeliyor.
İçgüdülerle bağların gittikçe koptuğu, tensel temasın çok tercih edilmediği, duygu fırtınalarının ortalıkta yaşandığı zaman ayıplandığı ve hislerin dışa vurulmasından zaten pek hoşlanmayan bir toplumda, futbol fanatiği genç bir kadının derinden bağlandığı takımı için gözyaşı dökmesi bana patetik geldi.
Bir de organizatörlerin çok cömert davranarak bazı festivalcileri misafir ettiği fazlasıyla lüks oteldeki fiyakalı yemek salonunda, kahvaltı süresinin bitmesine yarım saat kala mekânı vaktinde terk etmemiz gerekeceğini bildiren yakışıklı garsonların nazik uyarıları şaşırtıcıydı…
DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor. Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Bizim buralarda kırsal coğrafyanın kadim sloganıdır başlıkta merhaba diyen. Kışın ceberrut / kasvet kokan hâli bitmiş, bahar el etmiştir artık. Toprak altında uyanmayı bekleyen tohumun filizi uç vermiş ve ‘boy vermeye hazırım’ demiştir ya! İşte nisanda iki, gûlanda (mayıs) bir yağmur toprağın gebe halinin doğurmasına yetecektir.
Aynen bu minval üzre yüründü kültüre ve sanata dair. Kentin suriçinin kadim mekânı DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor.
Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Yazar Ebru Ojen DİTAV Kültür Sanat Evi'nin konuğu olarak Diyarbakır'a geliyor. Ojen’in 'Lojman', 'Aşı', 'Et Yiyenler Birbirini Öldürsün' kitapları geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış ve edebiyat çevreleri ile okurlarının hayli ilgisini çekmişti.
Ebru Ojen bu kez 'Belgrad Kanon' romanıyla okuruyla buluşuyor. Yasadışı ya da yasal yollardan ülkesini terk etmek zorunda kalanların yerleştikleri bir Balkan ülkesindeki pozisyonları, konumlanışları, çaresizlikleri, iş-güç halleri, sorunların parçası haline dönüşmeleri, uyum ya da uyumsuzluklarını masaya yatırdığı yeni romanı 'Belgrad Kanon' İletişim yayınları arasında çıktı. Okudum ve beğenerek de okurlara önerdim.
Yazar Beyda Yıldız’ın moderatörlüğünü yapacağı “Ebru Ojen söyleşi ve imzası” 19 Nisan cumartesi günü saat: 14.00’te DİTAV’ın suriçi, Meryemana Süryani Kadim Kilisesi bitişiğindeki Kültür Sanat Evinde yapılacak.
Ebru Ojen söyleşi ve imzasından iki gün sonra 21 Nisan pazartesi saat 19.00’da da yine DİTAV Kültür Sanat Evi avlusunda Ahmed Arif üstadın yaşgününde “Ahmed Aarif’in Hasreti” belgeselinin gösterimi yapılacak. 85 dakika uzunluğundaki belgeselin yönetmeni Dilek Gül, yapımcısı Ecevit Kılıç.
Yaklaşık 15 aydır kentin kültürel sanatsal iklim dünyasına kazandırılan ve eski bir “Süryani Kızlar Mektebi” olan “DİTAV Kültür Sanat Evi”, etkinliklerini “Amida Akademi Buluşmaları / Söyleşileri” başlıkları altında yapıyor. Tüm etkinliklerini de herkese açık ve ücretsiz olarak gerçekleştiriyor…
Hayatın tek başına ekonomi ve siyaset cephesinden değil, kültür sanatın ruhi şekillenme dünyası üzerinden de yürümesinin ihtiyaç hâlini bilerek elbette şehrin bu tür mekânlarının çoğalmasını diliyorum…
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
Türkiye’de vuku bulanlar Şili veya Arjantin’deki vaziyete çok benzese de Avrupa hakikati görmemeyi tercih ediyordu. Türkiye’nin NATO ülkesi olması askerî iktidara sanki dokunulmazlık sağlıyor, 12 Eylül cuntasının dayattığı anayasa bir zafer olarak lanse ediliyordu. Popülerliğinin zirvesindeki liberal ekonomik sistemin tatbik edilmesine yönelik proje bu aradaTurgut Özal’ın önderliğinde yürürlüğe sokulmuştu. Türkiye’nin zaten aksak olan demokrasi süreci bir kez daha baltalanırken dinî motifler iktidar söylemlerinden okul müfredatına fazlasıyla geniş yer almaya başlamıştı.
Memlekette baskı atmosferi boğucu bir seviyeye ulaşmış, sansürlü haberler insanların bilgilenme hakkını elinden almıştı. Halk korkudan sinmiş, adeta donakalmıştı. Hürriyet için mücadele verenler ya faili meçhul cinayetlerle öldürülmüş, ya zindanlarda sürekli işkenceye tabi tutulmuş veyahut günümüzde bile bulunmamak üzere kaybettirilmişti.
Avrupa’ya kaçabilmiş bir avuç devrimci hadiseleri dışarıdan daha net şekilde takip ettiğinden emperyalist güçlerin Türkiye’deki rejimi destekliyor olmasına rağmen tekrar örgütleniyor, sessiz kalmaya devam eden Avrupa’nın dikkatini Türkiye’nin korkunç vaziyetine çekmeye çalışıyordu.
Batı medeniyetinin beşiği sayılan Avrupa, Türkiye’de olanları görmemeyi tercih ediyor, “Türkiye’de bir şey olmuyor”muş gibi davranıyordu.
Bir darbenin yara izleri (Les cicatrices d’un putsch/Scars of a putsch) adlı belgesel seyirciyi ibretlik arşiv görüntüleriyle o döneme sürüklüyor. Filmin yönetmeni ve senaryo yazarı Nathalie Borgers bir devrimcinin eşi olduğundan mevzuya derinlemesine nüfuz ediyor, ortaya çıkan sonucun samimiyetine inanmakta hiç güçlük çekmiyoruz.
2025 Avusturya, Belçika ortak yapımı 102 dakikalık belgesel dünya prömiyerini Berlinale’de gerçekleştirdikten sonra CPH:DOX ve Diagonale’de seyirciyle buluştu, Türkiye ile alakalı sık sık görmezden gelinen acı gerçeklere bir kez daha layıkıyla parmak basmış oldu.
Katiller kollanıyor
Filmin başından itibaren cesur bir üslupla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Kamera bir erkeğin çıplak bedeninde uzun uzun yakın plan dolaşırken, aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen kaybolmamış muhtelif kurşun izlerini keşfediyoruz. Üniversite öğrencisiyken devrimci harekete katılmış esas kahramanımız Abidin sağcı çetelerin onu ve arkadaşlarını öldürmek üzere giriştikleri saldırıyı teferruatıyla aktarıyor.
O dönem, ODTÜ’deki en başta olmak üzere memleketteki öğrenci hareketi dalga dalga yayılmıştı; devrim kıvılcımları fabrikalara sirayet edip yurt sathına yayılmış olduğundan devlet kaçak güreşerek isyanı söndürmeye girişmişti. İktidar terör estirirken insanlar dövülüyor, gözaltına alınıyor, sistematik olarak işkenceye tabi tutuluyor, ya şüpheli şekilde öldürülüyor, veyahut izi bulunmayacak şekilde kaybettiriliyordu. Karakola ve hapse düşenlerin insanlıktan çıkması için tatbik edilenler ne kadar gaddarsa her türlü baskıya ve şiddete kafa tutabilenlerin direnci de o ölçüde bileniyordu. Devletin propagandasında devrimciler şeytanlaştırılıyor, çakma hukuk davaları ve ipe sapa gelmez ithamlarla mücadeleleri apolitik güruhlara “anarşi” olarak pazarlanıyordu.
Yalnız o dönemde değil, günümüze kadar varan siyasi rejimlerde de hakikatleri çarpıtma ve hafızayı silme faaliyetleri gayet sıradan bir pratiğe dönüştü.
Lakin Avrupa’ya sığınmış devrimcilerin “aydın” Batı’dan beklentileri hayal kırıklığına dönüşmüştü.
İnsan haklarının bayraktarlığını yapmış ülkelerin Türkiye’deki vaziyete sessiz kalmaları inanılır gibi değildi. Üstelik bunu yapanların arasında amacı tüm gezegendeki haksızlıklara dikkat çekmek olan bazı malum kurumlar da dahildi. Riyakâr siyasi arenanın baskın gücüne rağmen gurbette de durmayan devrimciler, asla unutmadıkları Türkiye’deki yoldaşları ve genel manada memleketleri için mücadelelerini sürdürdüler.
Dinî motifler özenle yerleştirilir…
Emperyalizmle mücadelesi bir türlü bitmeyen memleketin yakın tarihini berrak bir bakış açısıyla işleyen belgesel, günümüze göndermeleriyle daha da manidar hale dönüşüyor.
Kenan Evren ve cuntasının attığı temellerin şu andaki rejimin altyapısını oluşturduğunu ve din üzerinden halkı yönetme projesinin tatbik edilmeye çalışıldığını bir kez daha idrak edeceksiniz.
Muhafazakâr damar beslenmek suretiyle ithal “ılımlı İslam” projesinin o zamandan itibaren yavaş yavaş empoze edildiği muhakkaktı (Üstelik o döneme göre günümüzdeki ilerlemiş teknoloji sayesinde insanların sistem tarafından mütemadiyen takip edilme ihtimali epeyce yüksek olduğundan artık özel hayatlara rahatlıkla sızılabiliyor).
Oysa gurbetteki devrimci kahramanlarımızın o zamanlar ellerindeki imkânlar kısıtlı olduğundan akıllarına gelen dâhiyane fikir Viyana’da bir Galatasaray maçını basmak olmuştu. Bezden “Faşist cunta ve anayasasına hayır” pankartlarıyla yeşil sahaya inen yoldaşlar kısa zamanda güvenlik kuvvetleri tarafından uzaklaştırılsalar bile maçın naklen yayınlanması sayesinde mesajlarını dünyaya duyuruyorlardı. Avusturyalı sunucunun, mevzuya hâkimmiş gibi “Türk fanatikler…” yaftasını devrimcilere yapıştırması tabii ki kahramanlarımızın hoşuna gitmemişti. Yıllar sonra aynı stadyuma gidip o anı bize tekrar yaşatma çabaları benim için belgeselin en yoğun anlarından birini oluşturdu.
Bir de Yeter’in bize aktardıkları var. 16 yaşındayken tutuklanmış, işkencelere maruz kalmış, inanılması imkânsız ithamlar çerçevesinde idam talebiyle yargılanmış kahramanımız, aslında suçlunun kim olduğunun devlet tarafından gayet iyi bilindiğini söylüyor: “12 Eylül”.
Cezaevine girerken kendisine gardiyanlar tarafından gösterilen duvardaki “Allah yok, peygamber izne gitti” yazısının “Burada başına her şey gelebilir” manasını taşıdığını da bize aktarıyor. Bekâret testine maruz bırakıldığında yaşadığı utanç bir yana, olumsuz çıktığı takdirde test sonucunun hakkındaki iddianamede muhtemel suç unsuru olabilirmiş gibi sunulduğunu da sözlerine ekliyor. Mantalitenin bugün de değişmediğine, sadece sistemin el değiştirdiğine dair ifadesiyle hemfikir olmayacak kimse yoktur sanırım.
Direniş sürüyor mu?
Uzun zamandır bu kadar temiz arşiv görüntülerinin peş peşe sıralandığı, o dönemle alakalı böylesine aydınlatıcı bir belgesel seyretmemiştim. Filmin neredeyse ilk yarısı boyunca yalnız siyah beyaz değil, renkli fotoğraflar ve tertemiz görüntüler bize bilhassa polis adaletsizliğini, şiddetini ve acımasızlığını teferruatıyla yansıtıyor.
Filmde konuşan kafalar da var tabii ki; fakat ekrandan (veya perdeden) taşan enerjiler o kadar yoğun ki kameranın odaklandığı kişilerle empati kurmak kesinlikle mümkün.
78’liler derneğinin arşivindeki birbirinden değerli dokümanlar, yoldaşların kan lekeleri hâlâ üzerlerindeki kıyafetleri, mapushanenin sansürüne takılmış ve asla yazıldığı kişilere ulaşmamış mektuplar…
Seneler boyunca ziyaret edilen cezaevlerinin kapılarında oluşmuş “anne” dostlukları ve dayanışması da kayda değer.
Filmde magazin olarak değerlendirebileceğimiz ve o dönemin vintıçlığını bize birebir yaşatabilecek görüntüler de yok değil. Özal’ın Thatcher veya Reagan’la sıcak görüşmeleri, Kenan Evren ve ailesinin Büyük Britanya Kraliçesi tarafından nazik kabulü, “Türk’e Türk’ten başka yoktur dost nimet…” diyen MüşerrefAkay’a ait “Türkiyem” şarkısının “coşku” dolu görüntüleri…
Neyse ki filmde merhum SarperÖzsan’ın 1 Mayıs marşını da duyuyoruz, jenerikte de Mehmet Soyarslan imzalı, Cem Karaca’nın sesinden ilk “Resimdeki gözyaşları” versiyonu kulaklarımızın pasını siliyor!
Soğuk Savaş sona erer mi?
Dönemin magazini deyince, bu işi layıkıyla kotaran bir belgesel arıyorsanız, dünya çapındaki bir konferans hakkında çekilmiş Helsinki efekti (The Helsinki effect) adlı filmin peşine düşün derim.
Soğuk Savaştan bıkmış gibi görünen yerkürede Sovyetler Birliğinin lideri LeonidBrejnev’in zoruyla Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de toplanmış liderler arasında SüleymanDemirel’e, hatta gazeteci ordusunun içinde gencecik Mehmet AliBirand’a bile rastlayabilirsiniz.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı, 1 Ağustos 1975’te Helsinki Nihai Senedi’nin 33 Avrupa ülkesi ile ABD ve Kanada tarafından Devlet ve Hukûmet Başkanları düzeyinde imzalanmasıyla sonuçlanmıştı.
Fakat bitmez tükenmez arşiv görüntülerinin ne kadar sıkıcı olduğunu bize defalarca söyleyen, adını hem yönetmen, hem senaryo yazarı, hem de montaj hanesinde gördüğümüz muzip yönetmen Arthur Franck, seyirciyi eğlendirmek için muhtelif şaklabanlıklara başvurmaktan geri durmuyor.
2025 Finlandiya, Almanya, Norveç ortak yapımı 90 dakikalık filmin prömiyeri CPH:DOX’ta gerçekleşti, pek yakında Finlandiya’da genel gösterime girecek.
Filmin yaratıcısı Franck, Brejnev’in İngilizce bilmeme ihtimali yüksek olmasına rağmen yapay zekâ aracılığıyla onu İngilizce konuşturuyor; üstelik hipotetik olarak Rus şivesini gözetmeyi ihmal etmeden!
Nixon skandalı yüzünden ABD başkanlığını devralmış Ford fazlasıyla silik kalsa da dümeni elinde tutanın “şahin” Kissinger olduğu muhakkak.
Aldo Moro onu bekleyen sonun farkındaymışçasına gayet mütevazı bir Katolik; benzer konumda olmasına rağmen Nikolay Çavuşesku konuşma süresini dakikalarca aşan arsız lider; faili meçhul bir cinayete kurban gidecek olan Olof Palme ise hem duruşu hem de konuşmasıyla herkesi kendine hayran bırakan adeta bir ilah!
Bir zamanlar gizli tutulmuş konferans dahili ve harici, muhtelif kayıtlar filmde neredeyse siyasi dedikodulara evriliyor, çılgınca bir montajla diplomatik bir “bombardımana” dönüşüyor.
Tabii konferansın inandırıcılığına ve güvenilirliğine halel getirecek hadiselerin mütemadiyen patlak verdiği bir gezegende olduğumuz unutulmamalı. Lakin konferansa damga vuran esas kriz, daha yeni patlamış Kıbrıs vakası oluyor. Simsiyah kepi ve cübbesinin önündeki kocaman haçıyla yüzlerce delegenin karşısına çıkan Makarios Türkiye’yi işgalcilikle, çakallıkla, cinayetlerle ve daha birçok şeyle itham ediyor. Makul İngilizce’siyle nispeten genç Demirel ise büyük bir pişkinlikle iddiaları yalanlıyor.
Geçenlerde KKTC’de çok geniş katılımlı protestolara yol açan, ortaöğretim düzeyinde başörtüsünün serbest bırakılmasına karşı protestolar, tetikte bekleyen kriz müptezellerini 1974 benzeri bir çıkarmaya sürükleyebilir mi?
NATO batağı
Türkiye’nin alenen şer odağı sınıfına sokulduğu bir film izlemek isterseniz şayet Savaşla karşı karşıya (Facing war) adlı belgesel sizin için biçilmiş kaftan. Malum NATO’nun genel sekreterlik görevini uzun süre üstlenmiş olan JensStoltenberg’i mümkün olabildiğince yakından tanırken mazisi ve özel hayatı hakkında da malumatlandırılıyoruz. Putin’in Ukrayna’ya saldırmasıyla diplomatik kazan fazlasıyla kaynamaya başlıyor ve kahramanımız kendini bilfiil savaş arenasının içinde buluyor.
Yönetmen, senaryo ve sinematografi hanelerinde adını gördüğümüz TommyGulliksen’in 2025 Norveç, Belçika ortak yapımı 105 dakikalık belgeseli adeta bir gerilim filmi. Dünya prömiyerini CPH:DOX’ta gerçekleştirdikten sonra gezegenin muhtelif festivallerinde ve genel gösterimlerde seyirciyle buluşmakta olan belgesele kahramanımızın sakin tabiatı damgasını vursa da küresel gerginlik arttığında diplomatik zarafetini korumakta zorlandığını da hissediyoruz.
Rusya’nın yayılmacı dürtüleri depreşince, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya dahil olma telaşı sırasında değere binen Türkiye adeta NATO’nun çıbanı haline dönüşüyor. O ana kadar tarz olarak sadece gazetecilik kokan belgesel, aniden bizi hissi olarak tesiri altına alan hipnotik bir büyüye evriliyor. Uzun süren çetrefilli görüşmeler sonucunda Türkiye tam ikna olmuş ve mesele selametle halledilmiş sanılırken Türkiye’den Avrupa Birliği’ne dahil olma hususunda yepyeni bir talep de gelebiliyor…
Kahramanımız örgütte uzatmaları oynarken zorlanmıyor değil, fakat bedensel teması sevdiğinden sanki stresini sık sık karşılaştığı dünya liderleriyle fiziksel temasta bulunarak atıyor. Zelenski en başta olmak üzere aynı tarza sahip Macron ve Trudeau bu şefkat göstergelerinden nemalanırken örgütün diğer çıkıntısı, sağlığına halel getirebilecekmiş gibi görünen devasa göbeğiyle arsız Orban ister istemez belirli bir mesafede tutuluyor…
Artık memleketine dönmüş olan Stoltenberg’in halefi Rutte döneminde, acaba NATO’nun içinde çırpındığı bataklardan Ukrayna’da selamete erişilebilecek mi?