Sinek yoldaşlığı

Sana seni anlatacağım. Senin gözünle değil; seni, 56 metrekarelik dairenin içinde, uçuşan bir sineğin gözüyle anlatacağım.
İlk önce şunu söylemeliyim ki; seninle aynı havayı solumaktan, ziyadesiyle memnunum. Sevginin sıcaklığını hep hissediyorum, seni dış dünyayla buluşturan pencere pervazlarında dolaşırken. Beyazlıklarına minik minik lekeler konduruyorum, ama çoğu kez görmezden gelmen, mutlu ediyor beni. Bilmelisin ki, kısacık ömrümü bir nebze uzatmış oluyorsun. Özellikle mutfağındaki camlarda, aydınlığında, eşyalarda ve kokusunda, iştahimi gıdıklayıcı bir çekicilik var.
Ben vızıldayıp dururken, sen hiç oralı olmuyorsun mesela. Sanki benim de yaşama hakkımı kullanmamdan yanasın. Gönlümce yaşamam için gösterdiğin tolerans gözlerimi yaşartıyor; ama bunu sana kanıtlamam mümkün değil. Bu da aslında epey üzüyor beni. Oysa bilmelisin ki, benim gözüm hep sende. Sana yalnız olmadığını hissettirmeye çalışmalarım boşa çıksa da, zulanda olmaktan hoşnutum. Üstelik en kuytu yerlere yumurtalarımı saklamışım.Yani senin evin, bir bakıma benim de evim.
Örneğin, oradan oraya koşturup dursam da, hiç kapanmayan gözlerim, hep senden yana dönüyor. Bunu tüm samimiyetimle söylüyorum. İnan bana! Sen, içine gömüldüğün koltuktan "ay ay!", diyerek her kalktığında ve bana doğru dönüp baktığında, kaygıyla telaşlanıyorum. Bu sebepten incecik bacaklarım tir tir titriyor. Hele hele tutunduğum pencere pervazlarına usul usul yaklaştığında. Normalde iyi çırpınan kanatlarım, sanki refleksini kaybediyor o an ve bir kaç kez fazladan uyarılmaya ihtiyaç duyarlar. Bu da, neredeyse hiç ele avuca gelmeyen beynimi yoruyor. Bunları sana anlatmamalıyım aslında. Zayıf yanlarımın tarafından bilinmesi, benim yenilgim olacaktır çünkü. Üstelik, ben kendimi değil, seni anlatacaktım sana.
Birgün ben, kendi benzerimle boğuşurken mutfağın penceresinde, sen elindeki havuçla bizi seyre koyulmuştun. Benim cilveli halime hayranlığını, bilmem hatırladın mı?
Sanırım bir pazar günüydü. Evet, evet pazardı. Sen, rutin yürüyüşünden dönmeden, özgürlüğümü fırsat bilmiş ve benimle oynaş diğer sineklerle ortalığı kolaçan etmiştim. Senin tavanda yağ atıkları bulmuş ve keyifle içime çekmeye başlamıştım. O kokuyu bilhassa hiç unutamam. Evet, keşfi ben yapmıştım. Ama bir anda, benzerlerim, küçüklü büyüklü, üşüşmüştü başıma. Orada varoluşsal bir sevinçle başlayan keşfim, maalesef kavgaya dönüşmüştü, çok kısa bir süre sonra. Üstelik, tavada bir sürü yer varken, benim olduğum yere dadanmaları niye? Bu aymazlığı kabullenmek bir yana, fena irite olmuştum. Ben onları tekmeleyerek kovaladıkça, onlar daha büyük bir hırsla sahiplenmeye başladılar alanımı. Üstüme üstüme hücum ettiler. Hırpaladılar beni. Isırdılar, tonlarca bacak salladılar bana. Bu nedenle kanadımın biri hafif arızalı.
İşte o gün, biz böyle cebelleşirken, kapı aralığından geçtiğini gördüm. Ter kokuyordun. Takıldım peşine. Sen nereyeyse, ben de oraya. Sen mutfağa girince, kaygılandım. Geçip kondum aspiratörün tepesine. Doğruyu söylemek gerekirse, nefes nefeseydin. Ama huzurlu görünüyordu bakışların. Musluğu açtın. Bardağa su doldurmadan önce bir hayli akıttın. Yani hiç tasarruflu davranmıyordun. Senin gibi titiz ve duyarlı biri için, bir çelişkiydi aslında. Gerçi bu özelliğini önceden de biliyordum. Belki de suyun bedava olması, seni duyarsız kılmıştı. Bundan ötürü de öfke duymuştum sana.Neyse, uzatmayayım bu mevzuyu!
Sen, bardağı buz gibi suyla doldurdun ve lık lık içtin. Ben pencere pervazına geri dönmek için acele etme gereği duymuyordum; çünkü beni görmemiş olabileceğin ihtimali - iyi saklandığımdan - oldukça büyüktü. Sonra sen, bir ara kayboldun. Sonra yine mutfağa döndün. Ter kokularını hissetmiyordum. Üzerinde de başka kıyafetler vardı. Kararlı adımlarla buzdolabına yöneldin. Kapısını hoyratça açtın. Bunu fırsat bildim ve tavaya döndüm yine. Oh, benzerlerim de yoktu ortalıkta- Dilinde bir mırıltı ve bir hışırtıyla geri döndün tezgahın başına. Elinde turuncu bir havuç vardı. Onu çeşmenin altında ovaladın. Sonra soydun. Uçlarını kestin. Dişlerinin arasına yerleştirdin. Beni hala görmemiştin. Ben hala tavada işimi görüyordum. Teflon tavan, tertemiz olmuştu diyemeyeceğim; çünkü bir kaç kez içine ettim. Sadece ben değil, tabii, diğer soydaşlarım da benden geri durmamıştı daha önce. Gözle görülemeyecek denli küçük olduğu için o ettiğimiz; pek umrumda değildi şimdi. Nasılsa, gözlüklü de olsan, marifetimizi göremeyecektin.
Derken, sen havuç kabuklarını elinle lavabonun altındaki kapalı yere attın. Ellerini yine yıkadın. Kağıtla kuruttun. Şimdi bir elin havucu tutuyordu. Bir elinde o buruşuk kağıt vardı. Artık rahat olabilirdim! Ama ansızın, ocağın üstündeki tavaya döndü başın. Ah, nasıl korktuğumu anlatamam sana. Bir anda pır dedim uçtum. Beni görmemiş olmanı dilemeye kalkışmadan daha, sen beni görmüştün. Birden kaşların çatıldı. tavaya yaklaştın. Sapından tutup kaldırdın. Evirip çevirdin. Hiç tereddüt etmeden lavaboya bıraktın. İçine bir kaç damla bulaşık sabunu damlattın. Musluğu açtın ve fırçayla her yanını ovdun. Yine de öylece bıraktın. Havucunu yemeye devam ettin. Pencereye yaklaştın usulca. Yan tarafta, tezgahın üstündeki radyoyu açtın. Bir kadın sesiydi duyulan. Duvardaki saat, gün ortasına işaret ediyordu. O ses neyi anlatıyordu bilemem, ama odaklandığın vücut dilinden belliydi. Üstelik oturmadan, öylece ayakta...
Gözüm hep sendeydi. Senin merak ettiğini ben de merak ediyordum belki. Sen, dişlerinin arasından çıkan ses, radyodan çıkan sesi bastırıyor diye, çenendeki seyirmeler seyrekleşti hatta.
Bakışlarını saksılardaki çiçeklerde dolaştırdın. Parmaklarınla menekşenin mor çiçeklerine dokundun. En alttan bir kaç yaprak kopardın. Niye acaba? Parmağını toprağa batırdın sonra. Nemli olmalı ki, sulamaya kalkışmadın. Ben o ara tam aynı hizadaydım çiçekle. Sana çaktırmadan, pervazdan yukarıya doğru tırmandım. Gözlerin bu kez de sardunyaya yöneldi. "Of be!" dedim; "paçayı yine kurtardım." Çiçekten bir kaç sararmış yaprak kopardın. Sonra, eğilip kokladın saksıdaki çiçeği. Bir daha, bir daha parmaklarınla dokundun yapraklarına ve kokuyu içine çektin. Sonra, elindeki yapraklarla kayboldun. Ah, beni yine görmediğine hiç sevinmez miyim?
Ben tam "oh, artık rahatlayabilirim. Bari yiyecek bir şeyler bulayım." derken; karşımda seni buldum yeniden. Öfkelendim. "Ayol, senin başka işin gücün yok mu bugün? Git başımdan, aa!" dedim sessizce. Şanssızlık bu ya, dosdoğru pencereye doğru yürüdün. Bulutlar yeni sıyrılmıştı birbirinden. Güneşin ışınları vuruyordu cama. Keyfim yerindeydi aslında. Ama sen az ileride ışıldayan gölden çektin bakışlarını. Bana diktin keskin bakışlarını. Öfkeyle yakınmanı bekliyordum. Kovalanmayı bekliyordum. Oysa sen, gözlerini kısarak ve hiç kıpırdamadan, bana "şefkatle" bakıyordun. Bunun adı neydi, bilmiyorum.Bunun adı, fırtına kopmadan önceki durgunluk muydu?
İnkar edemem: kanatlarım pür telaş içindeydi ve intikamcı bir hamlede bulunmanı bekliyordum. Ama sen istifini hala bozmuyor, öylece durmuş, bana bakıyordun. Ve bu kez emindim, hayranlıkla bakıyordun bana. Bakışların bacaklarımda, kanatlarımda, ışıldayan endamım ve gözlerimde dolaşıyordu. Bunu damarlarımda akan kanda hissediyordum. O ara, benzerlerimden biri sokuldu bana yavaş, yavaş. O sokulan var ya; az önce tavada da musallat olmuştu bana. Belli ki, güneş ışınları ona da enerji vermişti. Kıpır kıpır, habire üstüme yürüyordu. Oysa ben, ondan kurtulmak çabası içindeydim. Ve senin beni göremeyeceğin bir yere, uçmanın planını yapmaya çalışıyordum. İşte bu meret benzerim, alt üst etti konsantrasyonumu. Ben pır pır, yer değiştirdikçe , o serseri de peşimden geliyordu yeni bir aşık gibi.
Ya sen? Gördüklerin seni büyülemişti sanki. Tıpkı ormanda kuşları seyreder gibi bakıyordun bize. Ama eminim, tavana sıçtığımızı bilseydin, uzun uzun böyle sevecen bakmazdın. Ama nedense, birdenbire hız aldın. Yine kayboldun gözlerimin ufkundan. Oh be! Hayat varmış. Özgürlük nasıl da kıymetliymiş.
Şimdi ben, şu peşime takılanın derdi neymiş, onu öğreneyim bari. Aman, karnım da öyle aç, öyle aç ki...
Ya bu sefer, şaplakla dönersen geriye...
(HK/HA)