İlk dört uzun metrajlı filmin internet üzerinden çevrimiçi olarak ve Sakıp Sabancı Müzesi’nde izleyici katılımıyla gösterildiği İstanbul Film Festivali Ulusal Film Yarışma programı, kadını ötekileştiren bir düzenin beyazperdeye yansımaları olarak da izlenebilir. Erkek yönetmenlerin, ana erkek karakterleri farkında olmayarak henüz birey olamamış, bağımsızlaşamamış, sıkıntılı ve bunalımda, ama bu sıkıntı ve bunalımlarda hep bir derinlik ve gizem varmış gibi sunması (Şenay Aydemir’in Gazeteduvar’daki yazılarında da yer verdiği gibi), bunu yaparken kadın karakterleri de yüzeysel, aldatan, histerik ya da bir fantezi nesnesi olarak yarım bırakışı, mevcut ataerkil kadını ötekileştiren kültürel ortamın da bir yansıması gibi.
Hacı Osman’ın Körleşme filminde kör olan eşini ameliyat olmaya teşvik eden Nilgün karakterinin, üste çıkan, baskın, kandırmacı, anaç ve kontrolcü tavrı içinde, gözü açılan eşi tarafından nasıl görüldüğünü bile merak etmeyecek derecede derinliksiz bırakılması; kadınlarca terk edilen entelektüel erkeklerin kendilerine ve başkalarına uyguladıkları şiddetin sanki doğal bir hikaye akışının parçası gibi yer alması… Mehmet Emin Yıldırım’ın Şair filminde didaktik edebiyat ve felsefi yorumlarıyla uzun uzun kendini ifade imkanı bulan ama yazarlığı tıkanmış ‘mühim’ ana erkek karakterin yanında, onun yüzüne bakmaksızın uflaya puflaya konuştuğu gündelikçi kadın karakteriyle birlikte, yeniden ilişki ister şekilde sıkkın ve davetkar bir eski sevgili olarak ikinci bir kadının da filmde bir sahnede görünüp yok edilmesi… Faysal Soysal’ın Ceviz Ağacı’nda yazarın eşi Yaprak'ın histerik, düşüncesiz, kaprisli tavrı, gençlik aşkıyla karıştırılan Serap karakterinin de her derde deva fantezi nesnesi olarak, her daim güleryüzlü bir yarı Tanrıça gibi resmedilmesi. Filmler sanki kadın tarafı yazılamamış yarım bir yapıt gibi karşımıza çıktıkça, kadının sesini duymak için yalvarıyoruz.
İzleyicinin imdadına Leyla Yılmaz’ın yazdığı ve yönettiği Bilmemek yetişiyor. Antalya Altın Portakal’da olduğu gibi Ulusal Yarışma Programı’nın tek kadın yönetmeni olarak erkek hikayelerini ters düz ediyor. Bunalımlı ama cool ergen erkeklik durumunun -belli ki erkek yazar ve yönetmenlerinin farkına varmadığı şekilde- yetişkin erkek karakterler aracılığıyla muteberleştirilmesinin tersine, bu kez sahici ergen erkekler bir linç ortamını oluşturan bir sporcu grubu olarak karşımıza çıkıyor. Bir bakıma ergen erkek hoyratlığının bu denli yaygınlaştığı ve baş üstünde konumlandığı bir kültürün de mikrokozmosu gibi kuruluyor erkek sutopu takımı, hocası ve Umut’un ebeveynleriyle birlikte.
Takım arkadaşları tarafından eşcinsel olmakla ‘suç’lanan ve eşcinsel olup olmadığını başkalarının bilme hakkına itiraz eden Umut bu bilerek eksik bırakılan kimliksel bilgiyle sadece LGBT bireyleri değil, ötekileştirilen ve yok edilen kadını ve devletin, ataerkil normlarına uymadığı için ‘marjinal’ diye tanımladıklarının tamamını temsil eder hale geliyor.
Umut’un annesi Selma film boyunca gitgide güçlenen bir kadın olarak karşımıza çıkarken, Umut da eril baskıya karşı ezilen ama hakikatin sözcülüğünü korkusuzca yapan birisine dönüşüyor.
Eril şiddet ve yok edilme baskısı altında Umut’un geleceğini filmi bıraktığımız yerden zihnimizde oynatmaya sürdürürken ertesi sabah, 21 Temmuz Salı gününe, Pınar Gültekin’in ölü bulunduğu haberiyle uyanıyoruz. Bir erkek şiddetiyle daha son bulan kadın hayatına sahip çıkan protesto eylemleri, İstanbul Sözleşmesi’nin LGBTI+ haklarını meşrulaştıracağı, ‘geleneksel’ aile yapısını bozacağı gerekçesiyle reddeden devlet söylemine karşı girişilen hak mücadelesi devam ederken, haberler Pınar Gültekin’in hayatını didik didik eden bir kişisel bilgi ve ilişki detayları ifşasıyla yayılıyor.
Ama gerçekten neyi ne kadar bilmeye hakkımız var? Bilmemek filminin gösterdiği ya da göstermeyi reddettiği gibi, bir insanın yaşama hakkına sahip çıkmak, eril şiddetin karşısında durmak için onun yaşam biçimini, ilişkilerini, ilişkisinin detaylarını, kendisinden habersiz kamu paylaşımına sunuverilen fotoğraflarını da görmemiz gerekiyor mu sahiden?
Leyla Yılmaz’ın filmi, bunu bilmek arzusuyla yanıp tutuşan o hoyrat merakın karşısına, zıttı ve olması gereken bir hal olarak bilmemeyi konumlarken bize şunu söylüyor: Bilmememeyi kabullenmelisiniz. Bilmemek bir yana, merak etmemeli ve öğrenmeye çalışmamalısınız. Aksi takdirde, kendisini öldüren, kişisel hayat tercihlerine, yaşam biçimlerine saygısı olmayan, eski sevgilisinin bir başkasıyla olup olmadığını merak eden o öldürücü, yargılayıcı, meraklı eril gücün şiddetine ortak olacağız. Sadece Pınar Gültekin örneğinde değil, eril şiddet kültürünün kurbanı olarak ölen tüm kadınların, LGBTI+ bireylerin hayatını didik didik ederken de şu an toplumsal olarak artık neredeyse meşru bulunan, insanlar hakkında en özel, en mahrem bilgileri bildirme arzusuyla kurulan bu bilgilenme ağı kurbanı öldürünle aynı suç ortaklığında. Gerçekleri ifşa ettiğini düşünen yazılı, görsel ve sosyal medya bildirimlerinin yaydığı bu kakafoninin gizli tüketicisi olarak da suç ortaklığından kaçamayacağız.
Bilmemek’te, kritik sahnelerinden birinde Umut’a ‘benim için hiç önemi yok ama ‘gay’sen önce ben bilmek isterim’ diyen en yakın arkadaşı gibi, biz de önemi olmadığını söylediğimiz ama için için merak ettiğimiz kişisel bilgilerin ortaya konmasına hikayenin kamusal önemi nedeniyle karşı durmuyoruz. O ilişkilerin detaylarında masum, melek gibi bir kadın izi arayanlarla; fettan, ahlaksız bir kadın portresi arayanların aynı her şeyi bilme arzusuyla çarpışıyor. Her erkek şiddetinin ardından kadının varlığı gibi hayatı da yerle bir ediliyor ve koca bir ülke her defasında aynı enkazın altında kalıyor.
İstanbul Film Festivali Ulusal Film yarışmasında izlediklerimiz, zamanlamasıyla, hikaye profilleriyle, erkek ve kadın karakterlerin işleniş ve işlenemeyiş şekliyle, 'öteki’ hakkında bilgiyi verme ya da vermeme şekilleriyle mevcut kültürel ortam hakkında bize çok şey söylüyor. (VA/AS)