“Vietnam, mutlu çocukluklarımızın yerine elimizde kalandı”, diye yazıyordu Michael Herr 1977’de yayımlanan ve Dispatches (Harekat Raporları) kitabında. Herr, Vietnam savaşıyla gençliğini harcamış ve artık sıradan günlük hayatlarına dönemeyecek insanları, o kayıp nesli kastediyordu. Vietnam, bugün de hala, mutlu çocuklukların yerine geçen, insanın içini yakan bir kelime.
Geçtiğimiz hafta İngiltere’de Essex’te ortaya çıkan 39 ölü bedenin şimdiye kadar kimliği anlaşılanları, soğutuculu konteynır içinde ölümle sonuçlanan yolculuklarına Vietnam’ın orta kuzey bölgesinde yer alan en yoksul komşu iki şehrinden, Nghe An ve Ha Tinh’dan başlamışlardı.
Çin’den, Rusya’ya, ardından yaya olarak Belarus’un ormanlarını geceler boyunca katederek Romanya, Almanya, Belçika ya da Fransa’da bazıları günlerce, bazıları aylarca kalmış, kaçak olarak ya da sahte belgelerle çalışmış, zamanı geldiğini düşündüklerinde kaçakçılara yeniden başvurup İngiltere’ye gitmek üzere Belçika’da, muhtemelen Dunkirk yakınlarında toplanma bölgesine getirilmişlerdi.
Yurt dışına çıkma kararı çoğu için aileleriyle birlikte aldıkları ve yoksulluktan kurtulmak ve kendilerine yeni bir gelecek kurmak için uygulamak zorunda kaldıkları bir karardı. Eski adıyla Nighe Tinh bölgesinin aşırı sıcak yazı, hasatların yıldan yıla değişkenliğine neden olana fırtınalı iklimi, merkezi ve yerel yönetimlerin yoksullukla mücadeleyi ve bölgeyi ihmali nedeniyle, Vietnam’ın ekonomik olarak büyüdüğü son on yılda bile bölgenin yoksulluğa terk edilmişliği değişmedi. Bölgenin çoğu köy ve kırsal alandan oluşmasına rağmen, nüfusun üçte birinin toprak sahibi olmadığı ve bu oranın son 15 yılda gitgide artığı istatistikler arasında görülüyor.
Vietnam’ım gayri safi milli hasılasının yüzde 8’ini oluşturan yurt dışından gönderilen paraların etrafında dönen başarı ve yoksulluktan kurtulma hikayeleri ve bu talepten maddi menfaat elde eden göçmen kaçakçıları, ekonomik ve tarihsel olarak genç nüfusun bir kısmını sürekli kusup, uzaklara fırlatmak zorunda kalan bu düzen… Her şey bu insanlara, bu ailelere tek bir yönü gösterirken bu riskli yolculuğa çıkmak için tek engel kaçakçıların talep ettiği yüklü paraydı.
Onlara İngiltere’ye risksiz bir VIP yolculuğu yapılacağı söylenmişti. 10,000 ile 35,000 Euro arasında değişen paralar alınmıştı. Geldikleri bölgedeki hane başına gelirin yıllık 500 doların altında olduğu düşünülürse bu paranın toplanmasının ne çok kişiden ve aile üyesinden biriktirilmiş olacağını tahmin etmek güç değil.
İngiltere’ye gerçekleşen insan kaçakçılığı terminolojisinde VIP, sahte belgelerle, kamyon ya da tırın ön kabininde, durumdan haberdar olan sürücüyle birlikte gitmek anlamına geliyordu. VIP olmayan daha ucuz yolculuk ise, ki bunun maliyeti 3,000-5000 Euro arasında değişiyordu ve genellikle Belçika’da, Angres kampı yakınlarındaki ağır araç ve tır şoförlerinin dinlenme tesislerine ve kaçakçılar tarafından açılan tır kasalarına, göçmenlerin girişlerinin sağlanması, onlara bilgi ve danışmanlık verilmesiyle sınırlıydı.
Çocuklarının, ya da eşlerinin İngiltere’ye ulaşıp kendilerine haber vereceğini bekleyen ailelerden birisi ölümler açığa çıkmadan saatler önce kızlarından aldıkları mesajla sarsıldılar: 26 yaşındaki Pham Thi Tra My “üzgünüm anne, yurtdışı yolculuğum başarısızlığa uğradı.” diye yazmıştı saatlerce feribot bekledikleri havasız konteynırda. “Anne, seni çok seviyorum. Ölüyorum, çünkü nefes alamıyorum. Anne üzgünüm anne.” diye bitmişti mesaj ve o saatten sonra annesinin aramalarına cevap verememişti My.
Belçika’da feribota yüklenene kadar 10 saat kadar gecikmeyle limanda bekleyen konteynır -kaçakçıların bir kısmı ölümlerin hemen ardından aileleri arayıp aracın bir kaza yaptığını söylemişlerdi-, gece yarısını geçe 15 Ekim’de Zeebrugge’dan feribota yüklenmiş ve karşı tarafta, Tilbury limanında bekleyen 25 yaşında kovboy giyimli, Mo lakaplı Kuzey İrlandalı şoförün sürdüğü römorklu tıra aktarılmıştı. Kaçakçılık çetesinin taşıyıcılığını yaptığı suçlamasıyla tutuklanacak olan tır şoförü konteynırı devralıp kendi açıklamasına göre dokumanları kontrol etmek için tırı 15 dakikalık mesafedeki Grays’de Weston Bulvarı Sanayi Sitesi’ne konteynırı açtığında içinde ölü bedenlerle karşılaştı ve gerisi polisin durumu fark etmesiyle adli bir vakaya dönüşen post-mortem bir drama dönüştü.
VIP yolculuğunun neden ve hangi aksaklık nedeniyle hiçbir araç tarafından çekilmeyen ve uzun süre havasız kalan, soğutuculu bir konteynır içinde ölüm yolculuğuna döndüğünü ise Kasım ayındaki mahkemeye sunulacak raporlarla öğrenme imkanımız olacak.
Ölümlerin ortaya çıkmasından sonra, römork, Bulgaristan’daki bir firmaya ait olduğu için kaçakların Bulgaristan’dan geldiği, sonra muhtemelen çekik gözlerinden dolayı Çinli oldukları bilgisi polis ve medya tarafından yayıldı. Göçmen kaçakçılarının organize çetesine dair haberler genellikle insan ticareti suçlularıyla karıştırılarak, hikayeleri daha çok gaddar insan tüccarlarının, Çinli genç insanları ucuz iş gücü olarak kullanmak amacıyla pek sıkı olmayan sınır kontrollerinden kaçırmaya çalışmalarının trajik bir sonucu olarak resmetti.
Ama insan trafiğinin, zorunlu iş ve modern kölelikle eşleştirilip acımasız kaçakçıların gaddarlığı yüzünden kandırılan paraları alınan insanların öldürülüyor olduğu söylemi, kısmen devletlerin işine gelen ve makro ölçekteki sorumluluklarını görülmesini engelleyen bir resmediş. Bu söylem, genellikle sorunu bireysel tercihe ve ahlaka ya da geleneksel kültürel alana hapsediyor. Ölenler Çinli, öldürenler cani insan tüccarlarıysa, İngiltere ya da gelişmiş Batı ülkeleri ne yapabilirlerdi ki (!)?
Birleşmiş Milletler’in İngiltere ve Türkiye dahil 112 ülke tarafından imzalanıp, 2004 yılında yürürlüğe giren Göçmen Kaçakçılığına Karşı Protokol şu cümleyle başlar: ‘Bu protokole taraf olan devletler, insan kaçakçılığını önlemek için atılacak etkin adımların, işbirliği, bilgi alış verişi ve ulusal, bölgesel ve uluslararası düzeylerde sosyo-ekonomik tedbirleri de dahil olmak üzere uygun tedbirleri içeren kapsamlı uluslararası bir yaklaşımın gerektiğini beyan eder.’ Birleşmiş Milletler protokolünde sosyo-ekonomik ve uluslararası kelimelerinin protokole konması, yine bazı devletlerin çekincelerine karşın gerçekleşmişti.
İnsanları kaçak göç etmeye zorlayan temel motivasyonun, dünya üzerindeki zenginlik eşitsizliği ve adaletsizlik, pek çok doğal ya da insan eliyle gerçekleşmiş felaketlerle yoksullaşmış, topraklarında insanca yaşama umudu kalmamış insanların bu kaderlerini kırma isteği olduğu tarihsel bir gerçek. Vietnam’ın bu iki şehrinin yoksul köylüleri ve işçileri (o zamanki adıyla tek bir şehir olan Nghe Tinh halkı), 1930-31 yıllarında da yoksulluğa, kendilerine empoze edilen yaşam şartlarına isyan edip Fransa sömürge idaresine karşı ayaklanırken de, Fransa sömürge idaresinden kurtulduktan sonra Amerika’nın başlattığı büyük savaşın yarattığı yıkım ve yokluk, ve devamında gelen büyük ambargo ile daha da zor bir hayat yaşarken de, 2000’lerle birlikte vahşice geliveren kapitalizmin sahte ekonomik büyümelerinin gölgesinde çevre felaketleri ve yolsuzluğun sömürüsüyle borç batağında yaşarken de bu şartları değiştirmek için komüniteleri ve aileleri dışında kimseden fayda göremeyeceklerini biliyorlardı.
20 yıl süren Batı ambargosunun 1994 yılında kalkmasıyla Vietnam’ın ihraç merkezli ekonomik büyümesi başlasa da, özellikle 2000’lerde gerçekleştirilen kamu kurumlarının ve hizmetlerinin özelleştirilmesi sırasındaki büyük yolsuzluklar, ekonomik elit tabakanın haksız zenginleşmesine, bunun karşılığında en yoksul yüzde 20’inin beşte bir oranında daha yoksullaşmasına neden oldu.
İnsan ve doğaya yaşam hakkı tanımayan aç gözlü düzenin bölge halkına son darbesi, Ha Tinh’de 2016’da Taiwan’ın Formosa Plastik firmasına ait ve Vietnam’ın en büyük çevre felaketine yol açan çelik fabrikasındaki kimyasal sızıntı oldu. Devletin ve şirketin ört pas etmeye çalıştığı ve protesto gösterilerinin şiddetle bastırıldığı çevre katliamı sonunda 200 km’lik kuzey sahilinin denizinde yaşam son buldu ve bölgede geçim kaynağının yüzde 30 unu sağlayan balıkçılık da yapılamaz hale geldi.
İngiltere’de son haftada Vietnamlı göçmenlerin neden İngiltere’yi tercih ettiği sorusu tartışılageldi. Oysa dedelerinin Fransız sömürge yönetiminin uçaklarınca bombalanarak bastırılmaları gibi, kentleri, köyleri, geçim kaynakları kurutulmuş, zorlu doğal şartlarla baş etmeye çabalarken, doğalarını kirletip geçimlerini ellerinden alan çarpık sanayileşme ve yolsuzluklar içinde çürümüş düzeniyle, dünyanın tüm ülkelerinden daha fazla üzerlerine bomba yağdırılmış bu topraklarda yoksulluktan çıkma yolu göremeyen ailelerin, çocukları, eşleri için para toplayıp aynı emekle 36 katını kazanacakları mitolojide altın tozlarıyla sarılmış imparatorluğu betimleyen El Dorados ülkesine gitme arzuları kadar anlaşılır bir motivasyon var mıdır? El Dorados, aslında hiç olmasa da ve o yolda girecekleri borçlanmayı ancak yıllarca emek karşılığında kapatabilecek olsalar da.
Ne var ki İngiltere’de bu tartışmalarda, baş sıraya kenevir üretme çiftliklerinde zorla çalıştırılan Vietnamlı göçmenleri alan medya kurumu oldukça fazla. Oysa insanları seks ya da zorunlu işçilik yaptırarak istismar eden insan kaçakçılık ağı ile mevcut olaydaki göçmen kaçakçı ağının bağlantısını kurmak hiç kolay değil. Ölen kaçak göçmenlerin pek çoğu, ailelerin verdikleri bilgilere ve Vietnamlı düzensiz göçmen profili yapılmış çalışmalara göre, İngiltere’de Londra ve Birmingham’da Vietnamlı ailelerin yasal olarak işlettiği manikür pedikürcü ya da restoranlarda iş bulmayı umarak, daha önce gelmiş uzak kuzenlerden ve ‘komünite’den destek almayı bekliyorlardı.
Öte yandan, sorunun sınırların kontrolünü artırmakla çözüleceği ve Brexit’le birlikte moda terimle ‘kontrolü yeniden ele alma’ sloganının hakim olduğu milliyetçi popüler söylemdeki, ‘sınırlara sahip çıkmanın gerekliliği’ yeniden gündeme getirildi. Neden tüm tırların kontrol edilmediği ve neden tüm konteynırların aranmadığı, limanlarda ve kamplara hem İngiliz hem Belçika ve Fransız hükümetlerinin neden daha fazla polis yığmadığı hep tartışılanlar arasında. Oysa şu da doğruluğu yıllar boyunca anlaşılmış bir gerçek: sınır güvenliği hangi noktalarda daha çok artıyor, göçmen kampları kapatılıyorsa, kaçak göçün yeni uzak yolları yeniden ve yeniden bulunuyor. Üstelik sınır güvenliği için kontrollerin artması, uluslararası göçmen kaçakçılığında ‘servis’ ücretlerini ve yolculuk sırasında denetimden kaçmak için alınan ölümcül riskleri artırıyor, ama kaçak göçü engellemiyor.
Tra My’nin yürek burkan mesajları, İngiltere’de bütün gazetelerde anneye gönderilen trajik veda cümleleri olarak yayımlandı. Ama My’nin annesinden neredeyse özür dileyen cümlelerinde, aileyi hayal kırıklığına uğratmaktan dolayı duyulan suçluluk duygusu aynı oranda anlaşılmış ve paylaşılmış değildi. Kendisi adına değil, beklentileri karşılayıp ailesinin kaderini değiştiremediği için, kendisine bel bağlayan ailesinin, toplanan paraların karşılığında gidip bir işe girip borçlarını ödeyemedikleri için üzgündü. Oysa bu üzüntüyü; en temel hakkını, yaşama hakkını yitirirken başkasına karşı duyulan bu mahcubiyet ve suçluluk duygusunu, Tra My yerine, bu eşitsizliği yaratanların, dahası, bu düzenden fayda sağlayanların, o ‘refah’ ülkelerindeki zenginlikten pay alanların duymasını beklemek fazla mı naiflik? O zaman Tra My’nin geldiği yerin adı gibi birleşip sessiz akan bu insan nehrine* tanıklık etmenin bir anlamı olurdu.
Konteynırda cesetlerin bulunduğu Tilbury limanına 15 dakika mesafede bunları İngiltere’de yaşayan bir göçmen olarak yazarken, bu ülkeye gelmek için canını ve yıllarını riske atan bu gencecik yoksulluk içinden kurtulmaya çalışan insanların hikayelerini duyarken duyduğum suçluluğun bulaşıcılığına güvenmek isterdim. (VA/TP)