Eren Keskin'in modere ettiği Adnan Orhan, Rengin Ergül ve Prof. Dr. Ümit Biçer'in konuştuğu "Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölüye Saygı ve Adalet" açılış ve katkılar bölümü çözümlerini yayımlıyoruz.
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi, Ocak 2021'den bu yana toplanıyor. 10 Nisan'da başlayan panellerin beşincisi "Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" idi.
"Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" paneli 18 Aralık 2021'de gerçekleşti. İnsan Hakları Derneği Genel Başkan Yardımcısı avukat Eren Keskin'in moderetörlüğündeki programa Adnan Orhan, avukat Rengin Ergül ve Adli Tıp uzmanı Prof. Dr. Ümit Biçer katıldılar. Bu dizimizde paneldeki konuşmaların çözümlerini yayımlıyoruz, panelleri kayıttan da izlemek mümkün.
"Türkiye'de ölülere yönelik şiddet", "Farklı İnançlar cenazelere ve mezarlıklara saldırıları konuşuyor", "Hukukçular Ölüye Saygı ve Adaleti Konuşuyor" , "Basında Ölülere Yönelik Şiddetin Yeri" başlıklı panellerimizi de buradan okuyup, izleyebilirsiniz.
Bizler, insan hakları savunucusu avukatlar olarak, girdiğimiz işkence davalarında ölüm olaylarında adli tıbbın tek resmi bilirkişi olarak olumsuz rolünü hep yaşadık, yaşamaya da devam ediyoruz.
Maalesef Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin tek bilirkişi olmasını sorunlu bulmasına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti yargısı, açık bir cezai hüküm olmamasına rağmen kararlarında Adli Tıp Kurumu'nu tek resmi bilirkişi olarak kabul ediyor. Çünkü Yargıtay içtihatları bu yönde.
Bu nedenle çok sorun yaşıyoruz. Burada Adli Tıbbın ölüm ve işkence olaylarındaki rolünü tartışıyoruz. Adli tıbbın rolünü en yakıcı biçimde yaşayan aileler adına Adnan Orhan ilk konuşmacı.
Yine insan hakları savunucusu avukat arkadaşımız Rengin Ergül ve insan hakları savunucusu ve Adli Tıp hekimi Prof. Dr. Ümit Biçer de konuyla ilgili kendi alanları üzerinden konuşacaklar. Birlikte tartışacağız.
İnsan hakları haftası içinde Garibe Gezer’i kaybettik ve ayrıca dört hasta mahpus Abdülrezzak Şuyur, Halil Güneş,Salih Toğrul ve İlyas Demir de yaşamlarını yitirdi. Adli Tıp hepsi için cezaevinde kalabilir raporu vermişti. Cezaevlerinde böyle 1605 hasta mahpus daha var. Maalesef Adli Tıp raporlarıyla ceza evinde kalmaya devam ediyorlar.
Gerçekten hem başta dinlediğimiz öykü hem de hukuk ve adli tıp boyutunu değerlendirmek çok kıymetliydi, aslında nasıl bir çalışma yürütülmesi gerektiğine dair de ipuçları verdi.
Adli Tıp Kurumu (ATK) dediğimiz özellikle devletin, devlet aktörlerinin işlediği iddia edilen suçlarda aklamaya dönük çalışma yürüten bir yapı. Sevgili Ümit'in (Biçer) de dediği gibi. Dolayısıyla bu kurum özerkleşmeden bilimsel çalışma yürütebilme olanağı yok. Özerkleşme de, kaçınılmaz olarak, siyaseten değişimi gerektiriyor.
Ne yapabiliriz? Bu koşullarda herkesin üzerinde ortaklaştığı bağımsız bilirkişi yapılanmalarının ve farklı sözlerin çoğalmasını sağlamaya çalışabiliriz.
Yakınlarını arayanların da bu süreçte yaşayacaklarını gözeterek destek mekanizmalarını işletemediğimiz koşullarda giderek daha teknikleşen süreç o acıyı hissedemememize de yol açacaktır. O yüzden çok boyutlu bir çalışmaya ihtiyaç var. Öyküsü ve makroskopisi ile yani bir bütün olarak olgunun değerlendirilmesi gerekiyor. Bu çalışmanın sahada bu acıları yaşayanların desteklenebileceği rehabilitasyon programlarıyla yürümesi gerekiyor.
Tabii ki bağımsız olmasına ihtiyaç var ama siyaseti değiştirmeden kurumdan medet ummak olanaklı değil ne yazık ki, bunu da aklımızda bulunduralım lütfen.
Adli Tıp devlet kurumu olmak zorunda mı?
Hayır ama otoriter yönetimleri Adli Tıp Kurumu'nu resmi bilirkişilik yapılanması olarak tercih ediyor. Pinochet’nin darbeyle Şili'de iktidar olunca "devletin kirli çamaşırlarını yıkamak için bana bir çamaşır makinesi gerekir. Bunun için ben adli tıp kurumu oluşturdum" demesi hepimizin hafızasında.
Türkiye’de de 1980 askeri darbesiyle Adli Tıbbın mevcut yapılanmasının yolu açıldı, mevcut yapılanma tek otoriter bir yapılanma olarak ortaya çıktı. Kıta Avrupası’na resmi resmi bilirkişilik yapılanması yok; üniversiteler, bu alanda çalışan adli birimlerin farklı disiplinlerinde yer alan insanlar ve kurumlar var, anabilim dalları var, enstitüler var.
"Siz yalnızca buradan karar alacaksınız" demek adil yargılanma hakkının da ihlali anlamına geliyor. Hukukçularla bunu zaman zaman tartışıyoruz, bilirkişilik konusunda hâkim özgürce o alandaki son çalışmaları yapan bu alanda deneyimine güvendiği kişilerden görüş alarak bir karar oluşturacaktır.
Siz bunu engelleyerek de aslında hâkimin bağımsız karar vermesinin önüne geçiyorsunuz ve bir anlamda bu coğrafyada yaşayan yurttaşların adil yargılanmasını engelliyorsunuz.
Soru Cenaze teslim süreci
Uygulamada kafamıza takılan, bizi gerçekten zora kaçan birkaç çarpıcı örnek oldu. Şimdi öncelikle sembolik olarak Garzan'da karşımıza çıktı. Daha sonra Rengin Ergül'ün de özellikle atıfta bulunduğu sokağa çıkma yasakları sürecindeki cenazelerin kimsesizler mezarlığına gömülüp daha sonra yeniden kimlikleme işlemlerinin yapılmasına, aslında mezar yeri belli olan cenazelerin tekrardan usulsüz bir şekilde açılarak İstanbul Adli Tıp Kurumu'na gönderilip yeniden bir kimlikleme işlemine tabi tutulmasına sık sık tanıklık ettik.
Kimlikleme işlemi yapılan kişiler hakkında Adli Tıp her ne kadar savcılık yeniden talep ediyor olsa da yeniden bir kimlikleme işlemi yapmak zorunda mıdır? Bunu ölüye saygı ve yine ailelere eziyet bağlamında nereye koymalıyız diye açıkçası size sormak istiyorum.
Yeniköy Mezarlığı'nda kısa bir süre önce toksikoloji incelemesi yapılan ve Batman, Diyarbakır, Mardin gibi Cumhuriyet başsavcılıklarının etiketi olan birçok kan tüplerinin mezarlıklarda bulunması ile birlikte süreç başlatılmıştı. Mezarlıkta bulunan kan tüplerinin bilhassa 2015 ve 2016 esaslı olması acaba bu sokağa çıkma yasakları sürecine mi işaret ediyor?
Hazırladığımız raporla bunu ATK’ya sormuştuk. Ama Diyarbakır ATK yaklaşık dört aydır sessizliğini koruyor ve bu konuya dair hiçbir açıklama yapmıyor. ATK’nın böyle bir usulü var mıdır? Yani elde etmiş olduğu, adli tahkikat geçirilen kan tüplerinin bu kadar özensiz bir şekilde dışarıda herkesin uğrak yeri olan bir yerde, aslında tıbbi atık dediğimiz maddeleri, bu kadar açıktan bir yere koyabilir mi? Bunların özel bir imha süreci var mıdır?
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi olarak çalışmalarımızda da atıfta bulunduğumuz Agit İpek'in cenazesi bizim açımızdan son derece vurucu bir örnek teşkil etti. 2017'de çatışmada hayatını kaybeden Agit İpek’in 2019'da kimliği belli oldu. Ama aile yaklaşık üç defa kan vermek zorunda kaldı. Cenazenin Malatya, İstanbul ve Dersim olmak üzere üç yere gidip geldiğine dair savcılıklar tarafından bir geri dönüş alındı.
Ve nihayetinde son verilen kan örneği ile birlikte iki yıldır kimliği belli olan cenazenin İstanbul Adli Tıp Kurumu'nda olduğu ortaya çıktı. Ve İstanbul Adli Tıp Kurumu Diyarbakır Cumhuriyet başsavcılığı aracılığıyla aileye Adli Emanet'ten cenazenizi alabilirsiniz diyerek bir kargo paketiyle cenazesini gönderdi.
İnisiyatif'te adalet ve saygı vurgusunu yaptığımız noktalardan birisi de buydu. Adnan Orhan da söyledi, cenazelerimizi bir çuvalla bize gönderdiler. Adli Tıp açısından değerlendirdiğimizde bu olağan bir hale mi getiriliyor? Yani bir çuvalla, bir kargoyla cenazenin teslim edilebilmesi olağan bir şey midir?
Adli Tıp Kurumu'ndaki hekimler "ölüye saygı ve adalet" meselesinde nasıl bir tartışma yürütüyor? Acaba saygı dediğimiz kavramı bu cenaze teslimi süreçlerinden başlatabilir miyiz?
Ümit Biçer yanıtlıyor
Adli Tıp düzenlemeleri
Bir bilirkişi görüş istenen bir konuda görüş bildirirken daha önce inceleme yapmış olduğunu, bu incelemelerle ilgili yapılacak başka bir şey olmadığını belirterek tekrar incelemeye gerek olmadığını söyleyebilir, yazışma yapabilir. Dolayısıyla, "ikinci kez tekrar değerlendireceğim" tarzında tutum alması uygun değil.
Böyle bir incelemeyi reddedince savcılık da buna riayet etmek durumunda kalıyor. Kaldı ki Adli Tıp Kurumu'nun devlet üzerinde de bir yetkisi olduğu için "ikinci bir incelemeye gerek görülmedi" dediğinde hiçbir şeye ihtiyaç kalmaz.
Adli Tıp'ta yapılacak işlemlerin, Adli Tıbba gönderilecek cenazelerin, örneklerin nasıl gönderilmesi gerektiğine dair düzenlemeler var. Bu düzenlemelerde hangi örneğin nasıl yollanacağını hangi koşullarda yollanacağı ve bu koşullara uygun olmazsa Adli Tıp tarafından kabul edilmeyeceği belirtiliyor.
Keza adli tıptaki değerlendirmesi tamamlanan örneklerin de nasıl, ne kadar süre saklanacağı ve imha koşullarının ne olması gerektiği belirtiliyor. Adli tıp zaman zaman bu değerlendirmeleri yapmamakta. Hem kendisine gelen örnekleri hem de değerlendirmesi tamamlanan örnekleri geri yollarken bu usule uygun hareket etmiyor.
Bu tür durumlarda Aslında değerlendirilen örneklerin bir insana ait olduğu, insan bedenine ait parçaları yollama şeklini, bunun ailelerin eline ulaştığında onlarda yaratacağı duygunun hissedilmesi, değerlendirilmesi yeni bir tramvaya yol açmaması gerekiyor.
ATK'nin kılavuzlarında sözü edilen hususlar yerine getirilmediği takdirde avukatlar suç duyurusunda bulunabilir. Adli Tıp, değerlendirmelerinde işin teknik kısmını yerine getirse bile bu tür değerlendirmeleri yapmaktan uzak bir yaklaşım sergiliyor.
Biz de Adli Tıp’ta asistan olduğumuz süreçte Bosna’ya gidene kadar aslında bu değerlendirme süreçlerinin ne olduğunu sorgulamak, tartışmak değiştirmek konusunda büyük bir çaba içine girmemiştik. Ne zamanki Bosna’da toplu mezarlardan çıkarılan cenazelerin onlara ait giysilerin, onların giysilerinin üzerinden çıkan şahsi eşyaların ne anlama geldiğini, nasıl teslim edilmesi gerektiği konusunda bir değerlendirme yaptıktan sonra, böyle bir duyguyu daha çok hissetmeye ve tartışmaya başladık.
Daha farklı örnekleri, daha farklı yerlerde bağımsız heyetlerle gerçekleştirilebileceğini göstermeliyiz. Bunun için de bütün süreçleri, eğer bir ölümle ilgili hadiseyse, yalnızca aileler, avukatlar ve hukukçular gibi belli bir sınırda değil, toplumun diğer kesimlerinin de hissetmesi gerekiyor.
Soru/ Hişyar Özsoy Okuryazar olmasa da DNA'yı biliyor
Vekiller olarak ailelerle birlikte cenazeler alma konusundaki Adli Tıp süreçlerini takip etmeye çalışıyoruz. Adli Tıp süreçleri giderek daha teknik bir kurum gibi ele alınıyor. Biz de bazen o yanılgıya düşüyoruz. Adli Tıp'ın ne kadar politize bir kurum olduğunu ve adalet mücadelesinde "hakikat" kurmak için çok merkezi bir kurum olduğunu şu an çok daha iyi görüyoruz. Bu sadece cenazelerle ilgili mesele değil. Yakın zamanda hasta tutsaklarla ilgili de çokça tartışmalı kararlara imza attılar.
Biri de Aysel Tuğluk'un durumuyla ilgiliydi. Dolayısıyla Adli Tıp devletin kurduğu, belli bir hakikat rejimini oturttuğu, ürettiği ve alternatif olabilecek hakikat rejimlerinin de üstünü kapattığı son derece kritik bir kurum olarak karşımıza çıkıyor.
Formel adli süreçlerle de ilgili olduğu için Adli Tıp sonuçları, kararları, çalışmaları en nihayetinde de devletin içerisinde, en fazla belki biraz da özel olabilir ama devlet dışı daha bağımsız, daha özel oluşumların en azından adli süreçlere etkisi ne kadar olur bilmiyoruz.
Türkiye’deki devlet geleneğini, adli süreçleri falan düşünürsek, haklı olarak bu kurumun mümkün mertebe özerkleştirilmesi, iktidarın o cenderesinden çıkarılması [gerekiyor].
Bizim birçok "annemiz" yani "ailemiz" okuma yazma bilmiyor. Cenazelerini arayan ailelerimiz, çok tuhafıma gitmişti DNA'yı biliyorlar, bu üç harfi çok biliyorlar. Okuma yazma bilmeseler de DNA gibi tıbbi bir kavramı biliyorlar bir şekilde. Çünkü "gidip DNA verdim" diyorlar.
DNA'nın bir şekilde çocuğunun cenazesine dair bir bilgi olduğunu bilebiliyor. Bu Kürt ailelerin, okuma yazma bilmeyen çok yaşlı ailelerin, DNA’yı, bu üç harfi bu kadar ezberlemiş olması, bu harflere hiç yabancı olmadan bu süreçlerin içerisine girmesi de beni şahsi olarak bayağı etkilemişti.
Türkiye’de aktif savaş koşulları olduğu için cenazelerin özellikle alınması konusunda bu kadar sıkıntı yaşıyoruz.. Benzer deneyimler Literatür’de başka alanlarda var mı? Bir kıyas var mı? Yoksa gerçekten burada tekil bir durumla mı karşı karşıyayız? Eğer varsa da buranın özgünlükleri nelerdir, kıyaslamalı olarak düşünürsek!
Yanıt Dünya örnekleri
Sonuç olarak, kayıpların aranma süreci o ülkedeki demokrasi mücadelesi, o ülkedeki toplumsal muhalefetin pozisyonu ve ülkenin bir silahlı çatışma içinde olup olmaması veya orada mevcut bir devletin bulunmaması ile çok yakın ilişkili.
Otoriter bir yönetimin olduğu yerde kayıplarla ilgili süreçlerde, mezarlarla ilgili araştırma süreçlerinde, kısmi benzerlikler olduğunu söyleyebilirim. Biz gittiğimizde Bosna çatışma sonrası tamamen bir savaş ortamıydı ve her hangi bir devletin egemenliğinden söz etmek mümkün değildi. Birleşmiş Milletler'in müdahalesi söz konusuydu.
Birleşmiş Milletler'in askeri gücü oradaki hayatı kontrol ediyordu, düzene sokuyordu. Orada mezarlarla ilgili çalışmalarda sorumluluk BM'nindi. Ama çok güçlü bir otoriter yönetimin olduğu yerlerde, bunu örneğinin Türkiye olduğunu düşünüyorum, devlet çatışmayı desteklediği veya silahlı çatışmaların varolduğu ortamlarda mezarlarla ilgili süreçlerin değerlendirme usullerini unutuyor.
Uluslararası standartlar yerine, keyfi tutumlar ve bir anlamda mezarsız bırakma cezalandırma, düşmanlaştırma politikalarını hem yaşayan hem de ölen insanlar üzerinde de uyguluyor diye söyleyebilirim.
Dolayısıyla bu sorun dünyadaki coğrafyaların sorunu gibi gözükmüyor daha çok bir coğrafyadaki iktidarın niteliği o ülkedeki ötekileştirme, düşmanlaştırma, etnik, inanç, cinsel kimlik üzerinde buluşturduğu baskıya göre şekilleniyor diyebilirim.
Soru Minnesota Protokolü
Aileler mezar açma başvurusu yaptıklarında Adli Tıp sürecinde kaç günde netleşiyor? Minnesota protokolünün bir B.M insan hakları yüksek komiserliği protokolü olması bakımından devletleri bağlayıcı niteliği var mı? Uygulamada bir dayanak teşkil ediyor mu?
Adli Tıp meselesinin yani adli tıp raporlarının süreci bağlayıcılığı önemli bir şey ama belki dünya örneklerine baktığımızda örneğin İspanya’da ya da Latin Amerika ülkelerinde, şiddetin yoğunlaştığı başka yerlerde adli tıp raporlarının süreci önemli oranda değiştirdiği örnekler var mı, ya da ne kadar önemli bir role sahip?
Şebnem hoca "özerk bir adli tıp kurmak rejimin değişmesi ile mümkün olabilir" dedi. Ama şu an "kadına yönelik" suçlardan hasta tutsaklara ve ölülere yönelik şiddete kadar bu adli tıp çok etkili bir noktada ve biz durum böyleyken özerk bir yer inşa etmeden bu kurumu nasıl değiştirebiliriz, ya da bu kurumu değiştirmeden ne yapabiliriz? Belki ölüye saygı inisiyatifinin de önemli bir sorusu olarak önünde duruyor. Ne yapılabilir?
Örneğin Amsterdam’daki Soykırım Araştırma Merkezi’nde Holokost üzerine çalışıyorlar ve hemen sonrasında delil toplama üzerine işler yapıldı. Tabi ki TİHV gibi kurumlar, diğer kurumlar bu alanda çokça iş yapıyorlar. Hukukla ilgili, psikoloji süreciyle ilgili ama sadece adli tıp üzerine çalışan kurumlar inşa etmemiz mümkün mü?
Yanıt Mezar açma
Mezar açma konusunda Adli Tıp direkt sorumlu değil sizin dediğiniz gibi. Savcılığa başvuru yapıldıktan sonra savcılık gerekli çalışmaları yapıyor, taraflara bilgi veriyor. Eğer bir taraf söz konusuysa bununla ilgili olarak uzman, gerekli ekipmanı, güvenlik önlemleri temin ettikten sonra orada aranacak cenaze sayısına bağlı olarak bunu çok kısa süre içinde tamamlayabilir.
Teorik olarak bakınca gidilecek yerler belli, uzmanlar hazır, bunla ilgili olarak güvenlik vs. gibi problemler söz konusu ise yani aynı gün içinde dahi bir mezar açılabilir. Ama bir mezar açılırken orada suç delilerinin de var olabileceğini, yalnızca bir cenazenin çıkarılıp kayıp bir kişiden söz ediyorsak, yalnızca DNA incelemesi yapmak için örnek almayacaksak bu sürenin de en az yani toprağın özelliğine göre, kazılmaya göre 7-8 saat olabileceğini söyleyebilirim.
Mezar açma süreci Türkiye’de niye uzun? Savcılıkların bu konudaki tutumları, buraya çağrılan uzmanlarla ilgili eksiklikler bazen kurumdan İstanbul’da uzman çağrılmak istenmesi gibi nedenlerle süre gecikmesi yaşanabiliyor.
Bir mezar açıldıktan sonra, tek bir mezardan söz ediyorsak, uygun bir merkezde onunla ilgili incelemelerin tamamlanması ve akabinde yakınlarına bilgi verilmesi DNA incelemesi de yapılacaksa bir haftalık 10 günlük bir süre tutabilir. Daha uzun sürmez ama o merkezin iş yoğunluğu, olanakları bu sürenin uzamasına yol açabiliyor.
Minnesota protokolünün bağlayıcılığı var mı? Birleşmiş Milletlerin bu protokollere ulusal yargı, uluslararası yargı mekanizmaları tarafından raporlara içselleştirerek oradaki çalışmanın standartları için referans gösterilerek kullanılıyor. Ve ölümlerle ilgili incelemelere AHİM‘in çok sayıda kararında hatta Anayasa Mahkemesi’nin de bazı kararlarında Minnesota otopsi protokolüne atıf yapıldığı, incelemenin buna göre yapılmadığı için hukuki yönlerde eksikler bulunduğu, davanın bozulduğunu söyleyebilirim. Ağırlıklı olarak yargı organlarını ulusal ve uluslararası mahkemeler kararlarıyla, pratikte de daha çok Minnesota bağlayıcılık kazanıyor.
Mevcut adli tıp kurumunun tabi ki bilimsel olması, standartlara uygun davranması için müdahale etmekte yarar var. Onlarla ilgili çaba sürdürmekte yarar var. Ama biz Adli Tıp Kurumu'nun vermiş olduğu kararlara rağmen geçmişte de bugün de hatta kurum içinde çalışan uzmanlar da alternatif görüş belirttiler.
Sonrasında kurumun blok halinde karar verdiği durumlarda uzmanlık derneği, adli tıp anabilim dalları TİHV, Türk Tabipler Birliği gibi heyetler aracılığıyla biz bağımsız görüş oluşturarak adli tıbbın verdiği kararlara alternatif kararlar verdik ve kimi olaylarda adli tıbbın kararı geçersiz olarak kabul edildi.
Yargı Adli Tıp kararını tanımadı. Mesela açlık grevleri sürecinde Vernike Korsakof'la ilgili olarak Adli Tıp Kurumu blok kararlar vermeye başlamıştı. Hiç kimsenin hasta olmadığını söylüyordu o dönemde.
İstanbul Tabip Odası, TİHV ve Adli Tıp Uzmanları Derneği olarak ortak verdiğimiz raporlarla Adli Tıp Kurumu'nun bu raporlarına itibar edilmemesi gerektiği söylendi. Çok sayıda örnekler de var.
Laboratuvar oluşturmak için de enstitüler, üniversiteler kendilerini bu yönde geliştirmek için çaba gösteriyorlar. Dolayısıyla biz adli tıbbın kararlarını her durumda bağımsız uzmanlardan alacağımız görüşlerle meseleyi tartışılır hale getirip bu konulardaki tahakkümü sorgulatabiliriz. Toplum üzerinden de bu kararların taraflılığı, bilimsel olmadığına dair bir kanaat oluşturabiliriz diye düşünüyorum.
İnisiyatif hakkında/ Derya Aydın
Şu anki çalışmamız aslında Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi girişimi. İnisiyatifi kurma çabası yürütüyoruz. O nedenle bütün katılımcıların çalışmaya dâhil olmasının, bu çalışmaya katkısının büyük olacağını belirtmek istiyorum.
Bu çalışmayı yaklaşık bir yıla yakın bir süredir yürütüyoruz. Diyarbakır'da ve İstanbul'da çeşitli toplantılar alındı. Daha sonra pandemiden kaynaklı online toplantılar aldık. Şimdiye kadar inisiyatif içerisinde yer alanlarla geniş katılımlı dört ayrı toplantı aldık. İnisiyatifin içerisinde uzun zamandır bu alanda mücadele yürüten aileler var.
Medeniyetler Beşiğinde Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (MEBYA-DER) ve Anadolu Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (ANYAKAY-DER) gibi çatışmalarda hayatını kaybeden kişilerin ailelerinin oluşturduğu kurumlar var.
Biliyorsunuz, 1990'lı yıllardan beri, Cumartesi Anneleri ve Barış Anneleri gibi inisiyatifler oluştu, ölülerinin peşine düştü ve ne yazık ki hala ölülerine ulaşmaya çalışıyorlar. İnisiyatifin içerisinde İnsan Hakları Derneği (İHD), Özgürlük için Hukukçular Derneği (ÖHD), Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı (TOHAV), gazeteciler, hak savunucuları, hak örgütleri ve akademisyenler yer alıyor.
İnisiyatif bünyesinde bir sekretarya, çeşitli komisyonlar oluşturduk. Arşiv ve Belge Komisyonu birçok kurumca yürütülen çalışmaları ve bu alandaki bilgileri, belgeleri kayıtları ve raporları ortaklaştırmayı amaçlıyor. Hukuk Komisyonu'nda farklı kurumlardan hukukçuların yanı sıra bağımsız hukukçuların da yer almasını istiyoruz.
Basın Komisyonu'nda gazetecileri bir araya getirmek istiyoruz. Basında yer alma biçiminin nasıl olduğu, kamusal alanda nasıl tartışıldığı da önemli. Örgütleme Komisyonu süreci beraber yürütmeyi sağlamak amacıyla oluştu. Panellerimizi takip eden ve inisiyatif çalışmalarına dahil olmak isteyen herkes ayrıca bu komisyonlarda yer alabilir ve çalışmanın bir parçası olabilir.
Panelleri Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'nin çalışmasını örgütlemek ve bu alanda çalışan kesimlere ve kişilere ulaşmak için bir yöntem olarak belirledik. Ayrıca bu süreçte kamusal alanda bu meseleyi konuşmaya başlamanın da bir aracı olarak düşündük.
'Türkiye'de Ölülere Yönelik Şiddet' başlıklı Nisan 2021'de düzenlediğimiz panelde kayıp yakını Ahmet Aslan (Dedim ya; acıları hissedelim), Hişyar Özsoy (Devlet ölümlerin hayatla bağını koparmaya çalışıyor) ve Özgür Sevgi Göral (Zorla kaybetmeler, 9 ülke, şiddet ve mücadele) konuştular. .
Ölülere yönelik şiddetin hukuki boyutu, adli tıp süreçleri, ölülere yönelik şiddetin basında yer alma biçimi, hafıza ile ölüm arasındaki bağ, akademide nekro-politikanın nasıl ele alındığı ve ailelerin deneyimleri gibi konulardaki panellerimizin tarihlerini ve duyurularını paylaşacağız.
Sürecin sonunda, İnisiyatifi açıklayacağımız geniş katılımlı bir toplantı/ konferans örgütlemek istiyoruz. Herkesi çalışmanın parçası olmaya davet ediyoruz. (Lİ/AI/APK/KU)
* 21 Ağustos 2021'de webinar olarak gerçekleşen “Adli Tıp Kurumu Çerçevesinde Ölülere Saygı ve Adalet" paneli kayıtlarını Leyla İşbilir yazıya döktü, İnisiyatif'ten Ayhan Işık yayına hazır hale getirdi. Metindeki arabaşlıklamayı bianet yaptı. Manşet görseli ve metin görsellerini Korcan Uğur düzenledi. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'ne çalışmayı bianet'te yayımlama imkanı verdikleri için teşekkür ediyoruz. e-posta: oluyesaygiveadalet@gmail.com
Sırrı Süreyya Önder: “Uzun bir geleceği düşünüyoruz”
Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak İmralı Heyeti’nde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri konuştuk.
Sırrı Süreyya Önder, nereli? Kürt mü, Alevi mi? Hangi filmleri çekti? Dijital bilgi kaynaklarında adını arattığınızda onun hakkında en çok merak edilen sorular bunlar. Ama onun hikâyesi, arama motorlarına sığmayacak kadar derin ve virajlı.
1962’de Adıyaman’da başlayan hayatı, uzun yol şoförlüğünden cezaevi yıllarına, sinemadan siyasete uzanan bir yolculuk oldu. Türkiye’nin her köşesinde bir hikâye biriktirdi; o da hikâyeleri hem perdeye hem de meydanlara taşıdı. Siyasete adım attığında da hikâye anlatıcılığını bırakmadı —bu kez barışın, ortak bir geleceğin mümkün olduğunu haykırarak. Çözüm Süreci döneminde, 21 Mart 2015'te milyonlarca insana barış mektubunu okuyan yine o oldu.
Sırrı Süreyya Önder, şimdi yine “Yüreğimiz elimizde, barış için geziyoruz,” diyerek yollarda. Kürt sorununda çözüm tartışmalarının en önemli isimlerinden biri olarak, İmralı Heyeti’nde.
Uzun yolların ve ağır kelimelerin insanı Sırrı Süreyya Önder’le, barış süreçlerinde çoğu zaman göz ardı edilenleri ve sürecin halet-i ruhiyesini konuştuk.
Öcalan’la yeniden görüşme
Abdullah Öcalan’la görüşen heyette olmak sizin için nasıl bir his? Onu yıllar sonra gördünüz. İlk anda aklınızdan neler geçti?
Bu soruya kişisel bir bağlam ekleyerek cevap vermek isterim.
Benim için öncü siyasetçiler, birçok özelliğinin yanında hakikat arayışında olan kişilerdir ve bu hakikat de herkese alenidir. Siyasette kişinin konumu değil, dile getirilenin, konuşulanın, çözülmek istenenin içeriği daha çok dikkatimi çeker. Yani hedef ya da amaç benim için birincildir. Söz konusu ettiğimiz şey, toplumsal barıştır. Bunun için küçük ya da birileri tarafından basit olabilecek kanaatler bile, değerler kadar kıymetlidir. Kürt sorunu, barış gibi konular, hep düşünülen ama hissetme noktasında tıkanan konular olmuştur.
Hissetmek denildiğinde bir şeyi ya da bir fikri temsil etme anlaşılmıştır. Aynı zamanda his, kavramsız bir görüyle sınırlandırılarak duygusal bir alana hapsolunca ya bir yanda kalakalmış ya da içeriksizleştirilmiştir. Bu anlamda Öcalan, neredeyse şirazesi kopmuş bir kitabı, Kürtler ve Türkler bahsini yeniden ele alıyor ve ben de tanıklık ediyorum; aklıma gelen ilk şey, bu tarihi bir an ve fırsattır. Uzun bir geçmişten geliyoruz ve uzun bir geleceği düşünüyoruz, buradan da diri, eşit, adil ve özgür bir insan soyu duygusu… Kurutulmuş bir dalı yeniden yeşertme çabası. Bu, aklımdan geçen bu…
*İmralı Heyeti üyeleri, Abdullah Öcalan ve İmralı’da bulunan diğer mahpuslar Ömer Hayri Konar, Hamili Yıldırım ve Veysi Aktaş, 27 Şubat 2025. (Fotoğraf: DEM Parti)
Görüşmelere giderken heyette nasıl bir duygu paylaşımı vardı? Yol boyunca sizi hangi düşünceler meşgul etti? Üstelik dozu bir hayli yüksek eleştiri, kaygı ve sitem sağanağı altında.
Bir şeyi çözemediğimizde burkuluruz. Toplumsal ve siyasal olarak kimi sorunlar babında bir demans tutumumuz vardır. Kimi ilaçlar alıyoruz ancak ilaçlar kadar (öneri, çözüm ve söz) yürümek de önemlidir. Biz ikinci keredir yola çıktık… Bizi ‘boş yapanlar’dan ayıran da budur: Hareket etmek. Hareket ettikçe beynimiz ve kalbimiz açılır; algılarımız artar, bilinç düzeyimiz yükselir; böylece ruhsal erozyona karşı durulur. Biz yürümek istiyoruz ve birileri de elbette durdurmak isteyecektir.
Bu anlamda Schopenhauer’ın bir zamanlar felsefe için söylediği kimi imaları siyaset için de söyleyebilirim: “Siyaset çok kafalı bir canavardır ki her biri ayrı bir lisanla konuşur… Siyasetçi ise gece vakti nara atıp insanları rahatsız eden külhanbeyleri gibidir…” İşte biz, yola çıkmıştık, elimizdeki tek harita da İmralı’ydı… Yol burayı gösteriyordu ve bizim idealimizdeki siyasetçi sürekli yolda olan kimseydi… Biz de yoldaşlarımızla beraber yoldaydık yine… Herkes tarafından anlaşılmak önemli, kendimizi de bu yolda anlamak ve geliştirip dönüştürmek daha önemli. Önümüzdeki yol da arkamızdaki yol da bizimdi. Üstelik arkamızda bin yıllar vardı ve Öcalan, egemenler tarafından yıllarca derinleştirilen bir kuyudan çıkmak için ip örüyordu…
Ben ve Pervin Buldan, bu yolculukta bunları konuşuyorduk durmadan.
“Tarih meleği”
Bunca yıl sonra hem ilk sürecin içinde bulunmuş hem de bugün yeniden bu sürecin parçası olmuş biri olarak, barış mücadelesini insan ömrü üzerinden nasıl tanımlarsınız?
Barış için savaşmak insanı genç kılar, sonuç alınırsa da mutlu olunur. Tarih Meleği diye Walter Benjamin’den bize kalan bir metafor vardır. Bu meleğin yüzü geçmişe çevrilidir… Bize bir olaylar zinciri olarak görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Burada biraz daha kalmak istiyor melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek için. Ben de şu üç günlük dünyada bu melek gibi çekip gitmeden bunları yapmak istiyorum ve bunları yapmak isteyenlerle de bir arada olmak mutlu ediyor beni. Melek bunu başaramıyor, çünkü cennete çağrılıyor ve ölüm diye bir şey yok onun hayatında. Bense, barışı görmek istiyorum… Yürüdüğüm yol da bana daha çok yürü diyor. Türküdeki gibi.
Ömür bir nefes arası…
Her kişi hayatını anlamlandırmaya çalışır. Barışla ve özgürlükle anlamlandırmak hoştur. İnsana yakışandır. Bazen bir insan ömrünü aşar. Bizden önce hayatını buna adayanlara da borcumuzdur.
*Önder ve kızı Ceren, Kocaeli 1 Nolu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi'ndeki görüşte.
İlk Çözüm Süreci’ndeki hislerinizle bugünküler arasında nasıl bir fark var? O dönemki umutlarınızla bugünkü beklentileriniz arasında nasıl bir değişim oldu? Bir kıyaslama yapacak olsanız, neyin daha zor/kolay ya da daha farklı olduğunu söylersiniz?
Tarih meleğinden bahsettim, tekrara düşmek istemem; hislerimi de dile getirdim zaten. İki dönem ya da iki süreç arasındaki fark, tarafların değişimiyle ilgili bir durumdur ki fark zaten değişim demektir ve her değişim hareketi üretir; her taraf kendince farkı belirler, karşılaştırma ve anlamlar yükleme dönemi diyebiliriz belki buna. Nihai çözüm ise farkların ortadan kalkıp bir çözüme ulaşmaktır…
“Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz”
Geriye dönüp baktığınızda “Keşke şunu daha farklı yapabilseydik” dediğiniz bir şey var mı?
Yapabilseydik, ya da olmadı, oldu gibi ifadelerin açıldığı tek kapı suçluluktur ve bu kapıdan içeri girdiğiniz zaman sizi iki şey karşılar: Pişmanlık ve günahkârlık. Benim pişman olduğum ve günahını üstüme aldığım bir durum yok. Çağların günahından arınmaya çalışıyoruz. Bu meselede de tarihte, felsefe ve sanatta gördüğümüz bir şeyler vardır: Bağışlama ve bağışlanma. Amaç da acının ortadan kalkması… Acı ortada var oldukça ceza ve suç da büyüyor. Denedik, bir daha deniyoruz, hayatımızı buna verdiğimiz için de keşkelerim yoktur. Ne zaman ve ne kadarını yapabiliriz derdindeyim…
Bu süreçte en çok zorlandığınız ya da yalnız hissettiğiniz anlar hangileriydi?
Ahmaklıktan başka beni yalnız hissettirecek hiçbir şey yoktur. Onunla baş etmek zordur. Mesela Nevşin Mengü benim İran’da ya da Suudi Arabistan’da irtica deneyimleme stajına gönderilmemi istedi. Üstelik de çok lümpen bir dille talep etti bunu. Ertuğrul Özkök hep gülen yüzüme taktı kafayı ve tam üç yazı yazdı. Bir gün bile yerinden kıpırdamadığı hak mücadelesi kulvarında benim hakkı yenenler arasında bir hiyerarşi oluşturduğumu söyledi. Bence takıldığı gülümsememdi. Bir gün ona ameliyata girerken, cezaevine girerken, hep gülümseyen fotoğraflarımı göndereceğim. Beni tanıyanlardan dinleyebilir, anılarını yazanlardan okuyabilir, ben işkencelerde ve ölüm oruçlarında bile gülmeyi unutmayan birisiyim. İşte bu ve benzeri ahmaklıkların karşısında zorlanıyorum bazen.
Ne yaparsınız böyle zamanlarda?
Sakinlik ve cesaret limanına demirlerim. Orada bileşimi çok sağlam bir dip kayalığı vardır çünkü. Gerisi tarihin hükmüdür. Birlikte ya da birkaç eksikle birlikte göreceğiz.
*Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk. (Fotoğraf: DEM Parti)
Barış
Barışı sadece bir müzakere süreci olarak mı görmek gerekir, yoksa barış aynı zamanda bir toplumsal hafıza ve duygu değişimi mi?
Barışı barış olarak görmek gerekli…
Sizce bu tür süreçlerde en büyük yanılgılar neler oluyor?
Hatalı bilgilerden, bu mesele çözülmez gibi dogmatik söylemlerden kaçınmak gerekli. En büyük yanılgı, hatalı bilgiler ve hatalı bilgileri kategorize ederken kullanılan kimi ölçütlerdir, buradan bir fikir çıkmaz. Şimdi Öcalan üzerinden bir fikir ortaya çıktı ve hepimiz bu fikrin ete kemiğe bürünme aşamasındayız. Fikri olgunlaştıran da sabır ve zamandır…
Daha önce yaşanan sürecin nasıl sonuçlandığını düşündüğünüzde, sizi en çok endişelendiren ihtimal ne?
Olumsuzlukları ve kötü sonları düşünmek istemem ve şimdiden endişeden söz etmek de pek yerinde değildir. Korku ve endişe, bir fikir olmadığı zamandır ama şimdi, bir fikir var.
Devlet Bahçeli ile görüşmelerinizde nasıl bir psikolojik ortam vardı? Sizinle konuşurken samimi miydi, yoksa daha çok politik bir mesafe mi hissediyordunuz? Ve şunu da merak ediyorum, Habertürk yayınında onu “övdüğünüz” için eleştirildiniz, bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Eleştiri ciddi bir şeydir; olduğu zaman değil, olmadığı zaman üzülmek gereklidir. Bir soruyu yanıtlamak, bir sorunu çözmek için de eleştiri şarttır ve hatta, deminden beridir dile getirdiğim yürümek bahsi için de yol göstericidir, haritadır; yeter ki tutarlı, uygun ve yeterli olsun… Sayın Bahçeli bir fiskeyle birçok tabuyu yerle bir etti. Neler bunlar hatırlayalım. Bu cumhuriyet Kürdün de cumhuriyetidir dedi, ve ‘Kürt kökenli’ inkarını dil ve resmi söylem alanından defetti. Sayın Öcalan’ı Meclis'e davet etti. “Kurucu Önder” kavramını kullandı. En önemlisi “Geleceği birlikte kuralım,” dedi. Bunun yarısını söyleyen herkese teşekkürü bir borç bilirim.
Barış, sizin için siyasi bir mesele olduğu kadar da…
Soruyu bir cümleyle tamamlayayım: Barış, herkesin kendi hayatını yaşamasıdır… (TY)
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından...
bianet LGBTİ+ haberleri editörü. "1 Mayıs 1977 Kayıplarını Yakınları Anlatıyor/1 Mayıs 1977 ve Cezasızlık" dosyasını hazırladı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu. 2019 yılından beri "Küba" isimli köpekle ev arkadaşı.
Kahramanlara ve kahramanlığa inanmayan bir devrimci
İletişim Yayınları’nın “Sol Bellek” dizisi kapsamında yayımlanan bu kitap, sadece Dr. Selim Ölçer’i tanımakla kalmayıp, aynı zamanda Türkiye’nin uzun ve zorlu bir dönemine dair bellek tazelemenizi de sağlıyor.
“Hekimlerin özlük hakkı için pek çok eylem yaptık, doğrudur. Bu eylemler hastaya zaman ayırma, basın toplantıları ve açıklamaları, muhtelif öneriler, sendikalaşmak için memur sendikalarının kurulması için çabalar, aktif olarak bunların içinde yer almak gibi birçok unsur içeriyordu. Ama günün sonunda diyebilirim ki, biz özlük haklarımız için en çok sokağı kullandık. Neredeyse altı ayda bir, senede bir yürüyüş yaptık. Hekimlerin özlük hakları ve mesleki şartları için. Bu yürüyüşlere katılımlar hiç de fena değildi. Hep iyi sevideydi. Ama nedense, bir kez, o da Turgut Özal döneminde maaşlarımıza yapılan yüzde yüz zammın dışında önemli ölçüde bir kazanımımız olduğunu söyleyemem. O kadar kullandık, o kadar uğraştık ama başarılı olduğumuzu söyleyemem. Özlük hakları bağlamında birtakım başarılar veya çözümler elde edebilmek için yaptığımız mücadele hep sonuçta bir şekilde akamete uğradı.”
Kitap, Özen B. Demir ve Onur Erden’in Dr. Selim Ölçer ile yaptığı, iki bölümden oluşan uzun bir söyleşiden oluşuyor. Ayrıca, Dr. Şükrü Hatun ve Dr. A. Selçuk Mızraklı’nın sunuş yazıları ile 2013 yılında Vecdi Erbay’ın Ölçer’le yaptığı bir başka söyleşi de yer alıyor.
İletişim Yayınları’nın “Sol Bellek” dizisi kapsamında yayımlanan bu kitap, sadece Dr. Selim Ölçer’i tanımakla kalmayıp, aynı zamanda Türkiye’nin uzun ve zorlu bir dönemine dair bellek tazelemenizi de sağlıyor. Kitabı okudukça, bilmediğiniz pek çok şeyi öğreniyor, bazı konular üzerine yeniden düşünmeye başlıyorsunuz.
Kitabın arka kapağından:
“Selim Ölçer, '68’li bir hekim. Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi (MK) Başkanlığı yapmış bir hekim hareketi eylemcisi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) kuruluşuna emek vermiş bir insan hakları savunucusu. Kürt kimliğinin tanınma mücadelesine bir toplum önderi -ve bir- muhabbet adamı. Silvan’dan başlayıp Ankara’da tıp fakültesi, Tatvan’da mecburi hizmet, Ankara Numune Hastanesi ve tabip odaları üzerinden, 2000 yılından beri Diyarbakır’da süren dopdolu bir hayat…”
Evet, kitap elinizde akıp giderken, yalnızca Dr. Selim Ölçer’in yaşamına değil, ülkenin toplumsal ve politik geçmişine de tanıklık ediyorsunuz. Ölçer, anlatımında oldukça samimi; hem öz eleştiri yaparken hem de birlikte mücadele ettiği insanları anlatırken içten bir dil kullanıyor.
1948’de Silvan’da doğan, 1962’de lise eğitimi için Ankara’ya gelen, 1972’de Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olan Ölçer, öğrencilik yıllarında iki arkadaşıyla birlikte Sosyalist Fikir Kulübü’nü kurdu. Mecburi hizmetini Tatvan’da yaptı, ardından 1977-1980 yılları arasında Ankara Numune Hastanesi’nde Kulak Burun Boğaz (KBB) ihtisası yaptı ve uzun yıllar burada şef muavini olarak çalıştı. 1993 yılında Türkiye KBB Vakfı’nın kurucularından biri oldu. 2000 yılında memleketi Diyarbakır’a döndü ve 2004’te emekli olmasına rağmen mesleğini icra etmeye devam etti.
*Dr. Selim Ölçer (Fotoğraf: Gazete Duvar)
Dr. Şükrü Hatun’un sunuş yazısından bir alıntı:
“O yıllarda içinde birçok insanın olduğu, bir tür beraberce büyük bir halaya durduğu sıra dışı bir topluluktuk ve beraber soluk alıp veriyorduk diyeceğimiz kadar birbirimize yakındık ama bu topluluğun kalbi Selim Abi’ydi. Belki daha doğrusu ve onun tercih edeceği şekilde söylersem ‘Hepimiz birlikte atan büyük bir kalptik.”
Dr. Selim Ölçer, 1986-1990 yılları arasında Ankara Tabip Odası (ATO) Yönetim Kurulu Başkanı, 1990-1995 yılları arasında TTB Merkez Konseyi Başkanı, 2000-2003 yılları arasında ise TİHV Genel Sekreteri olarak görev yaptı. Ölçer, hekim ve insan hakları mücadelesinde uzlaşmacı kimliğiyle öne çıkarak çalıştığını belirtip ekliyor:
“Kavga-dövüşü benimsemedim, hep uzlaşmacı, hep barıştırıcı kimliğimi kullandım, öyle öne çıktım. Bunu ‘böyle yapayım, iyi olur’ diye yapmadım. Ben böyle bir insanım çünkü ya…”
1995 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nden milletvekili adayı olan Ölçer, Diyarbakır’da Sarmaşık Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği ile Mezopotamya Vakfı’nın kurucuları arasında da yer aldı.
Kitabın 246. sayfasından bir alıntı:
“Velhasıl ben çok iyi şeyler de yaşadım, çok sıkıntılara da tanık oldum. Ama genel olarak iyi bir hayat yaşadığımı söyleyebilirim. Üzüntülerimle, sevinçlerimle… Zaten hayat tam da böyle bir şey değil mi? Kuşkusuz, ben de bir insanım. Hatalar yapmış olabilirim. Kimilerini üzmüş, kimilerini kırmış olabilirim. Kimilerine karşı ayıp da işlemiş olabilirim. Ama inan, hiçbir zaman asla bilinçli bir biçimde ben kimseye zarar vermedim, vermemeye çalıştım. Kimseyi kırmamaya çalıştım. Yalan söylemedim. İnsanların duygularını, ekonomik durumlarını asla ve kat’a sömürmeye çalışmadım. Bunları yaparken hep, işte o 68’deki inandığım şeylerle ayakta kalmağa çalıştım.
“Ben hala ‘o’yum aslında, biliyor musun? 68’in devrimcisiydim (…) Ben hep 68’in naifliğiyle hala ayakta duruyorum. Biz hayata çok güzel baktık. 68’in o naif, o insanları kırmayan, kavga dövüşe, şiddete, zulme eziyete karşı duran insanların, o devrimci naif tarafını hala kendi içimde taşıyorum (…) O zaman da demiştim, ‘Kahramanlıklara ve kahramanlara karşıyım,’ diye. Yani ben sadece kahramanlıklara ve kahramanlara inanmamakla kalmıyorum, aynı zamanda karşıyım.
“Eğer bir toplum kahraman üretiyorsa orada bir problem vardır. Orada insanların canını sıkan bir şey vardır. Yani onun için, mümkün olduğunca bu toplumda beraber, ortak, dayanışma içinde bir barış ikliminin kurulması ve yaşatılabilmesi için kendimce bir yaşam sürdüm. Ne kadar becerdim, bilmiyorum. Sürçülisan edip kimilerini kırdıysak, kimilerini üzdüysek de affola.”
Dr. Selim Ölçer kitabı, bellek tazelemek için önemli bir araç.
Özen B. Demir ve Onur Erden, Dr. Selim Ölçer: “Ne Kahramanlara Ne de Kahramanlığa İnanırım”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2025, 272 sayfa.
Sosyal Hizmet Uzmanı ve Kamu Yönetimi Uzmanı.. bianet'e yaşlılık ve diğer sosyal hizmet alanları ile hayatın sair ve şiir hallerine dair yazılar yazıyor. www.yasliyimhakliyim.com adlı kişisel web...
Sosyal Hizmet Uzmanı ve Kamu Yönetimi Uzmanı.. bianet'e yaşlılık ve diğer sosyal hizmet alanları ile hayatın sair ve şiir hallerine dair yazılar yazıyor. www.yasliyimhakliyim.com adlı kişisel web sitesi var.. Emekli.