* Fotoğraflar: AA ve bianet (Bosna Hersek ve Hasköy)
"1915'ten günümüze ölü bedenlere yönelik işkence sürüyor... Elbette bu şiddet Türklük kimliğine karşı direnenlere yönelik daha çetin bir hal alıyor. Ancak, bu gruplara yönelen şiddete yönelik rıza üretilip şiddet normalleştiriliyor, bütün topluma yayılıyor."
Kurulduğundan bu yana Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi Eş Sözcüsü olan Derya Aydın, Türkiye'de ölülere, mezarlıklara ve farklı grupların kutsallarına yapılan saldırıları kısaca bu sözlerle özetliyor.
8-9 Ekim tarihlerinde İstanbul'da gerçekleştirilecek konferans öncesinde Türkiye'de ölüye, mezarlıklara ve farklı grupların kutsallarına şiddetin tarihi ve Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'nin çalışmaları hakkında bianet'e konuşan Derya Aydın, "Ölülere yönelik şiddet Türkiye tarihinin bir parçası, ama bu hakikat açığa çıkarılmış değildir" diyor ve ekliyor:
"Bu gerçekle yüzleşilmiş değil. Bu gruplara yönelik şiddet gibi ölü bedenlerine yönelik şiddet de inkâr ediliyor. Bu inkâr ölülere yönelik yeni şiddet vakalarının yaşanmasına zemin hazırlıyor."
Bu saldırılarla "yok edilmek istenenin bütün topluma yayılan bir imge" olduğunu kaydeden Derya Aydın, "Mezarın tahrip edilmesi o ölünün hak ettiği saygının elinden alınmasıdır. Ölümde, yasta bir değer hiyerarşisinin kurulmasıdır. Ölümde ve yasta ayrımcılığın inşa edilmesidir. Ölümle insanların eşitlenmesine şiddetle karşı çıkmaktır" diyor:
"Bu şiddete dair hakikatin ortaya çıkarılmasının, kaydedilmesinin, kamusal alanda bu şiddetin doğru bir dille ifade edilmesinin bu şiddetin son bulmasında önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü kaydedilmeyen, doğru ifade edilmeyen, görünmeyen şiddet toplum tarafından kanıksanabiliyor, normalleşebiliyor ve bu da şiddetin süreklileşmesini beraberinde getiriyor."
Türkiye'de ölülere, mezarlıklara ve farklı grupların kutsallarına yapılan saldırıların ve Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'nin dününü ve bugününü İnisiyatif Eş Sözcüsü Derya Aydın'ın kendisinden dinleyelim...
"İnşa edilen ideal kimliğin dışındakilere yönelik"
Türkiye'de ölülere, mezarlıklara ve farklı grupların kutsallarına yapılan saldırılar hiç olmadığı kadar arttı. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi olarak siz bu saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ölülere yönelik şiddet ne yazık ki Türkiye tarihinin bir parçası. Zaman zaman belli vakalarla gündeme gelse de yaygın biçimde yaşanıyor. Ölü bedenlere, mezarlıklara, farklı inançlar ve toplumlar tarafından kutsal kabul edilen mekanlara yönelik saldırılar sürekli bir biçimde saldırıların hedefinde aslında.
Bu şiddete maruz kalan gruplar ve kişiler Türk, Sünni ve erkek kimliği dışında, oldukça geniş bir yelpazede yer alıyor. Yani esasen söz konusu olan, Cumhuriyet tarihi boyunca inşa edilen ideal Türk kimliği dışında kalan, yok sayılan, baskılanan ve şiddete maruz kalan grupların ölüleri.
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi olarak yaklaşık iki yıldır yürüttüğümüz çalışmada ölü bedenlere ve onların hatırasına yönelik şiddetin nasıl geniş bir skalada karşımıza çıktığını gördük.
Geçtiğimiz yaz İstanbul Hasköy'de bulunan Yahudi Mezarlığı'na ilişkin saldırı sonrası her ne kadar devlet sözcüleri bu saldırıya ilişkin açıklamalar yapmış, saldırıyı kınamış ve sorumlular hakkında işlem yapılacağını duyurmuş olsa da ölülere yönelik şiddet vakalarının hiçbiri yapılan resmi açıklamalarda ifade edildiği gibi "münferit" birer vaka değil. Zaten biliyorsunuz akabinde 2016'da Sur'da yaşamını yitiren Hakan Arslan'ın cenazesinin babasına bir torbada verilmesi vakası yaşandı.
Dolayısıyla, bu şiddet oldukça yaygın ve bu ülkede uzun bir tarihe sahip bir şiddet biçimi.
Türkiye'de ölüye şiddetin "uzun tarihi"
Ölüye şiddetin bu "uzun tarihini" nasıl özetlersiniz?
1915'ten günümüze ölü bedenlere yönelik işkence sürüyor.
Ölüyü yerde bırakma, ölünün beden bütünlüğünü bozma, cenazelerin uzun süre morglarda bekletilmesi, cenaze merasimlerinin engellenmesi, taziyelerin yasaklanması, naaşların kimsesizler mezarlıklarına gömülmesi; mezarlıkların tahrip ya da ihmal edilmesi, farklı gruplarca kutsal kabul edilen mekanlara saldırılması... Tüm bunlar ölüye ve hatırasına, geride kalan sevenlerine yönelik şiddet ve çok uzun yıllardır yaygın olarak yaşanıyor.
Elbette bu şiddet Türklük kimliğine karşı direnenlere yönelik daha çetin bir hal alıyor. Ancak, bu gruplara yönelen şiddete yönelik rıza üretilip şiddet normalleştiriliyor, bütün topluma yayılıyor.
Tarihsel olarak baktığımızda, 1915'ten tutalım Dersim Soykırımı'na, Zilan Katliamı'ndan Newala Qesaba'ya ve 1990'lı yıllar boyunca devletle PKK arasında yaşanan çatışmalara kadar, ölülere yönelik şiddet sürekli olarak devam etmiştir. Bu katliamlarda hayatını kaybedenlerin hiçbiri ne layıkıyla defnedilebilmiş ne de bu ölü bedenler ve hatıraları gerekli saygıyı görmüştür.
Bu açıdan ölülere yönelik şiddet Türkiye tarihinin bir parçası, ama bu hakikat açığa çıkarılmış değildir. Bu gerçekle yüzleşilmiş değil. Bu gruplara yönelik şiddet gibi ölü bedenlerine yönelik şiddet de inkâr ediliyor.
Bu inkâr ölülere yönelik yeni şiddet vakalarının yaşanmasına zemin hazırlıyor. Muhaliflerin, siyasetçilerin, sanatçıların, erkekler tarafından öldürülen kimi kadınların, transların ve daha birçok kişinin ölü bedeni ve mezarı saldırıya uğramıştır. Bu anlamıyla ölülere yönelik şiddet geçmişten bugüne uzanan, büyüyen, bütün ülkeye yayılan bir şiddet biçimi.
2015 ve sonrası
Bu tarihsellik içinde ölülerin yerlerde sürüklendiği, sokak ortasında bekletildiği 2015 ve sonrasını nasıl görüyorsunuz?
90'lı yıllardan günümüze kadar Kürtlerin ölüleri bu şiddetin hedefi halindedir. Kürdistan'da çatışmaların sürdüğü bütün dönemlerde yaşayanlara yönelik şiddetin bir benzeri ölülere yönelik de yaşanmıştır.
2015 yılının ikinci yarısından itibarense ölülere yönelik gerçekleşen şiddet vakalarının imgesi dehşet verici boyuttadır. Ölülerin yerde kalması, çıplak biçimde teşhir edilmesi, toplu olarak mezarlıklardan çıkarılması, kargo ile gönderilmesi, cenazelerin yerden sürüklenmesi, mezarlıkların havadan bombalanması imgeleri Türkiye kamusal alanında oluşmuş bu türden imgelerdir. Bu vakaların neredeyse tamamı devletin merkezi kararları sonucu meydana gelmiştir. Yine "hainler mezarlığı" gibi bir mezarlık bizzat iktidar tarafından kurgulanmış ve inşa edilmiştir.
Ancak, Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi olarak son iki yılda şu hakikati de bir kez daha gördük: Ölülere yönelik şiddetin tek faili devlet değildir. Devletin faili olduğu vakalar bütün topluma yayılıyır ve bu şiddeti çok failli bir hale getiriyor.
"Şiddetin tek faili devlet değil"
Nasıl?
Örneğin, devletin ölülere yönelik en çetin savaşı yürüttüğü Kürdistan'da bazı Kürtler Müslüman-Kürt olmayan halkların mezarlıklarını tahrip edebiliyor. Ermenilerin, Êzidilerin, Süryanilerin ve Alevilerin mezarları ve kutsal kabul ettikleri mekanları ya tahrip edilmiş ya da ihmal edilmiştir.
Yine kadınların, LGBTİ+ların ve mültecilerin cenazeleri sahipsiz kalıyor, çoğunlukla kimsesizler mezarlıklarına defnediliyorlar. LGBTİ+'ların cenazeleri imamlar tarafından yıkanmazken, cenazeleri de Cemevlerine sokulmayabiliyor.
Kısacası, Tekirdağ'dan Bursa'ya, Çanakkale'den Denizli'ye, İzmir'den Ankara'ya, Uşak'tan Kocaeli'ne, Muğla'ya ve hatta Paris'e (Ahmet Kaya'nın mezarı) kadar Türkiye'nin birçok yerinde -Hristiyan ve Museviler başta olmak üzere- farklı halkların ve kişilerin ölü bedenleri şiddetin hedefi haline gelmiştir. Bu açıdan Musevi Mezarlığı'na ve Hakan Arslan'ın cenazesine yönelik saygısızlığa güçlü biçimde karşı çıkmak çok olumlu; ancak, bu vakaları münferit birer vaka olarak okuyarak bu ülkedeki ölülere yönelik şiddetin geçmişini, yaygınlığını ve hakikatini gizlemek bu şiddetin son bulmasına değil büyümesine zemin sunacaktır.
Amaçlar
Neden ölü bir bedene zulmedilir? Bu saldırılarla amaçlanan ne?
Öncelikle ölülere yönelik şiddetin siyasetin bir parçası olduğunu unutmamamız gerekiyor. Farklı toplumlar ve kişiler özelinde gerçekleşen bu saldırılar belli bir siyaset tarafından tertip ediliyor. Şiddetin yöneldiği grupların ve kişilerin direnişçi Kürtler, muhalifler, hak talep edenler, azınlık haline getirilmiş gruplar, kadınlar, mülteciler, LGBTİ+lar olması bunun en açık kanıtı.
Benzer şekilde, bu şiddetin faillerinin çoğunlukla devletin kolluk gücü olması, faillerin cezasız bırakılması bunun bir politika şeklinde tesis edildiğini gösteriyor. Yine kamusal alanda hâkim dilin, devlet kurumlarının yaklaşımının, iktidar sözcülerinin söylemlerinin neredeyse tamamı bu şiddeti normalleştiriyor. Anaakım medya ölülere yönelik her türden şiddeti normalleştiren bir dil kullanıyor. Yine yargı bu konuda şiddeti engelleyici hiçbir karar alamıyor.
İçişleri Bakanı her ne kadar Musevi mezarlığına yönelik şiddete karşı bir açıklama yapmış olsa da Aysel Doğan'ın cenazesine yönelik saldırıyı doğrudan sahiplenmişti. Ayrıca aynı gün, Sur'da 2016'da yaşanan çatışmalarda, 17 yaşındayken hayatını kaybetmiş Çekwar Aliş Çubuk'un Diyarbakır Yeniköy Mezarlığı'nda yer alan mezarı tahrip edildi ama buna ilişkin tek bir açıklama yapılmadı. Yine Bitlis'te yer alan Garzan Mezarlığı'ndan 300'e yakın cenaze çıkarılıp İstanbul'a gönderildiğinde, çok kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı Bitlis'te yaptığı konuşmada "o sahte mezarlar nerede, illa cehenneme zümera (kafirler cehenneme grup grup sürülür)" ifadesini kullandı.
Biliyorsunuz, çatışmalarda hayatını kaybetmiş kişilere ait mezarlıkların tamamı kolluk gücü tarafından yıkıldı. Yine kargo ile cenazeleri ailelere gönderen de devlet kurumlarıdır.
Dolayısıyla yaşatmaya dönük bir siyaset söz konusu olmadığı gibi ölülere yönelik şiddet politikalarıyla ölümlü varlıkların ölümü de elinden alınmak istenmektedir.
2010'da Ayşe Hür, "şehitlik" kavramını merkeze alarak PKK'lilerin ölüm algısı ile devletin ölüm algısı karşılaştırmasını yaptığı yaptığı bir yazısında çok önemli bulduğum bir tespit yapıyor. Hür, "devlet PKK'lileri iki kez öldürüyor hem fiziksel olarak hem de simgesel olarak" diyor.
PKK'lilerin ölümlerine yönelik bu belirleme Türk-Sünni-erkek kimliği dışında kalan neredeyse her gruba yönelik gerçekleşiyor. Çünkü devlet ölü bedenlerin siyasal bir yaşamı olduğunu çok iyi biliyor. Ölülerin bir geçmişle önümüzde durduğunu çok iyi biliyor. Varlığını kabul etmediği, inkâr ettiği, baskıladığı, değiştirmek istediği bütün kimlikleri fiziken de sembolik olarak da ortadan kaldırmak istiyor. İmgelerini yok etmek istiyor. Bu imgeleri toplumsal hafızadan kazımak istiyor. Çünkü ölümün bütün toplumlarda en güçlü imge olduğunu en iyi devletler biliyor.
Bu saldırılarla yok edilmek istenen imgedir. Bütün topluma yayılan imge... Kimi zaman bu direniş imgesi, kimi zaman farklı bir yaşam tahayyülünün, özgürlük ve hak talebinin, hakikat arayışının imgesidir. Yok edilmek istenen budur. Bu imge ya da imgelerin ortadan kaldırılması aynı zamanda o hafızanın da yok edilmesidir. Mezarın tahrip edilmesi o ölünün hak ettiği saygının elinden alınmasıdır. Ölümde, yasta bir değer hiyerarşisinin kurulmasıdır. Ölümde ve yasta ayrımcılığın inşa edilmesidir. Ölümle insanların eşitlenmesine şiddetle karşı çıkmaktır.
Kısacası, bir arada yaşanacaksa, ki ulusa devletin en temel derdi büyük nüfusları kontrol etmektir, bütün farklılıkların bir potada eritilerek Türk kimliği benimsenerek yaşanması arzusundan ileri gelmektedir. Bu kimlikten taşmaya/aşmaya dair bütün varoluş çabaları, talepler ve imgeler ölülere ait olsa dahi şiddetten nasibini alırlar.
Saldırılarla verilen mesajlar
Ölüye şiddetin siyaset tarafından "tertip edildiğini" belirtiniz. Bu tür saldırılarla kime, ne mesaj veriyor o siyaset?
Öncelikle ölü bedenlerin bir politik hayatları olduğunu unutmamız lazım. Ölü olsalar da bir yaşamla hatırlanırlar. Geçmişleri bugünde canlı biçimde durur. Bu açıdan ölüye yapılan şiddet aynı zamanda geri kalana yönelik şiddetin bir biçimi. Burada çifte bir nefret ve hınç söz konusu. Hem ölünün siyasal yaşamına hem de geride kalana. Ölülere yönelik şiddet bütün topluma şiddetin sınırını ve failin gücünü hatırlatmak ister.
Bu bir eşik esasında, bir sınır, adeta şiddetin son sınırı. Ölüyü bir kez daha öldürme girişimi. Ölülere yönelik şiddetin diğer bütün şiddetin biçimlerinden bu açıdan farklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü inancı ne olursa olsun, tek tanrılı dinlerden pagan topluluklara kadar tarih boyunca ölüm kutsal bir yere sahip ve toplum üzerinde ciddi bir etkisi var.
Ölüm zannettiğimizden daha fazla bir güce sahip. Öyle ki, ilk toplulukların, ilk inançların, ilk kentlerin oluşmasında önemli bir role sahip ölüm. Her ne kadar modernizmde mekanik bir sürece indirgenmişse de ölüm metafizik alana ait. Soyut düşüncenin oluşumunda önemli bir etkisi var. Bu nedenle de felsefenin temel uğraşlarından biri olagelmiştir.
Öte taraftan, ölüm yaşamın kesintiye uğramasıdır. Bir dehşet anıdır. Çünkü deneyimlenen bir şey değil. İnsan başkasının ölümüne şahit olarak ölümlü olduğunu hatırlar ve sarsılır. "Başkasının ölümüne tanık olan bir insan kendini sorumlu hisseder" der Levinas. Hele söz konusu politik ölümler olunca bu sorumluluk daha da belirgin bir hal alır.
Bununla birlikte kaybetmek, bir insanın artık olmayacağını bilmek, sesini, kokusunu, soluğunu, imgesini göremeyecek olmak oldukça sarsıcıdır. Hiçbir ölüm normal değil, ama normal seyri içerisinde gerçekleşen ölümler için durum bu iken politik ölümler söz konusu olduğunda toplum daha büyük sarsıntı yaşar. Ölüme tanıklık anı muhtemelen yaşamın en kırılgan anıdır. Ancak devlet tam da bu anda seni yakalar. Üstelik tanığı olduğun, ölümüne şahit olduğun ölü bedene çevirir şiddeti. Kendini en sorumlu hissettiğin anda bunu yapar üstelik.
Kaybettiğin o imgeye yöneltir şiddeti. Onu artık öldüremez ama sen o şiddetle başka bir biçimde o ölümü deneyimlersin. Burada bir güç savaşı söz konusu. Ölümün gücüne karşı iktidarın gücü.
TIKLAYIN - Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi panelleri
İnisiyatifin çalışmaları
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi olarak bu saldırılara karşı neler yapıyorsunuz?
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi olarak öncelikle Türkiye'de yaşanan ölüye yönelik şiddeti açığa çıkarmaya, kaydetmeye, anlamaya, doğru bir dille anlatmaya, bu şiddet karşısında bir araya gelerek örgütlenmeye ve bu şiddetin son bulması için mücadele etmeye çalışıyoruz.
Türkiye'de her gün farklı vakalarla karşımıza çıkan ölülere yönelik şiddetin bu ülke tarihinin bir parçası olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Bu şiddetin yaygın olduğunu, geniş bir spektrumda karşımıza çıktığını, bir siyaset çerçevesinde tertip edildiğini, devletin ölüm siyasetinin bütün topluma yayıldığını ve karşısında durmak için ortak mücadele hattının oluşması gerektiğini ifade ediyoruz.
Benzer şekilde, ölülere yönelik şiddetin devletin resmi söylemleri ve hukuk, adli tıp, medya gibi aygıtları tarafından normalleştirilmek istendiğini ifade ediyoruz. Yine ne ulusal ne de uluslararası mevzuatta ölülerin haklarına ilişkin yeterli düzenlemelerin olmadığını ve bunun için yeni yasalar inşa etmenin bir ihtiyaç olduğunu ifade ediyoruz.
Ayrıca ölülere yönelik şiddetin kaydedilmediğini, bu süreçlerde yargının işlemediğini ve hatta cezasızlık politikalarıyla bu şiddetin teşvik edildiğini ifade ediyoruz. Öte taraftan sadece ölü bedenlerin değil bunlara sahip çıkanların da şiddetin hedefinde olduğunu göstermeye çalışıyoruz.
Kuruluş ve tanım
İnisiyatif ne zaman, nasıl kuruldu? Nasıl tanımlarsınız inisiyatifi?
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi en temelde ölülere yönelik şiddetin karşısında durmaya çalışan bir inisiyatif. Bunun için öncelikle bu alanda uzun süredir mücadele eden kurumlarla yaklaşık iki yıl önce, Ocak 2021'de bir araya geldik. Yakınlarının, akrabalarının, evlatlarının, arkadaşlarının, yoldaşlarının, sevdiklerinin ölü bedeni şiddetin hedefi haline gelmiş kişilerin bu ülkede uzun soluklu bir mücadelesi var.
Bu kişiler ölülere yönelik saldırıların son bulması için uzun zamandır mücadele ediyorlar. Bunun için örgütlendiler. Mücadele platformları ve kurumlar inşa ettiler. Ancak hem çok az kurum var bu alanda çalışan, hem de bu kurumlar da sürekli bir biçimde şiddetin hedefi halinde. Haklarında sürekli işlemler yapılıyor, çalışmaları engelleniyor. 1995'ten beri soluksuz bir mücadele yürüten Cumartesi Anneleri hala şiddetin hedefinde. Eylemleri engelleniyor, haklarında davalar sürüyor. Kurumların bir kısmı KHK'lerle kapatıldı.
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi bu kişiler ve kurumların bir araya gelmesi ve ortak talepleriyle inşa edildi. Özellikle 90'lı yıllar itibarıyla örgütlenen bu gruplar ölü bedenlerin layıkıyla defnedilmesini, hak ettikleri saygıyı görmelerini ve bu alanda adaletin sağlanmasını talep ediyor.
Cumartesi Anneleri, MEB-YADER ve AN-YAKAYDER bu amaçla örgütlenen, uzun zamandır bu talepleri kamusal alanda dile getiren ve ölülere yönelik şiddetin son bulması için çalışan kurumlar. Yine İHD, ÖHD, THİV, TOHAV gibi birçok hak örgütü ölülere yönelik şiddetin kaydedilmesinde ve hukukun bu süreçte işlemesinde emek veren kurumlar.
Bununla birlikte ölülere yönelik şiddet Kürt basını başta olmak üzere özellikle 2000'li yıllar itibariyle muhalif basının da çokça gündeme getirdiği bir şiddet biçimi. Benzer şekilde kadın örgütleri, inanç grupları, Aleviler, Ermeniler, Süryaniler, Êzidîler; LGBTİ+'lar, mülteciler, siyasetçiler ve akademisyenler son yıllarda ölülere yönelik şiddetin artmasıyla birlikte ölüm siyaseti üzerine düşünmeye başladılar. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi olarak bütün bu kesimlerle bir araya geldik ve bu şiddetin son bulması için birlikte mücadele etmenin önemine dikkat çektik.
İnisiyatifin iki yılı
İki yıl içinde neler yaptınız?
Son iki yıldır, uzun zamandır ölülere yönelik şiddete karşı mücadele eden birçok kurum, platform ve kişiyle bir araya geldik. Çeşitli toplantılar yaptık. Kurumlarla ve kişilerle tek tek görüşmeler yaptık.
Dünya deneyimlerine bakmaya çalıştık. Biliyorsunuz, ölülere yönelik şiddet sadece ülkemizde yaşanan bir şiddet değil. Çatışmaların yaşandığı ülkelerin neredeyse tamamında var. Yanıbaşımızda, İsrail yıllardır Filistinli ölü bedenlere şiddet uyguluyor. Arjantin, Kolombiya, Şili, İspanya, Cezayir gibi birçok yerde günümüzde ve geçmişte ölü bedenlere yönelik çetin bir savaş söz konusu. Buna karşı mücadeleler de elbette var.
Ancak şöyle bir durum var: Bu şiddet çoğunlukla çatışmalar sürdüğünde yeterince gündeme gelmiyor. Mesela İspanya'da savaştan sonra üçüncü kuşak dönüp "dedelerimize ne oldu?" diye sormaya başladı ve mezarlar açılmaya başladı.
Öte taraftan, Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi gibi bir inisiyatife hiçbir dünya deneyiminde rastlamadım. Hak ihlalleri, yaşanan ölümler ve kayıplar için adalet talep eden, kadına yönelik şiddete, ekolojik yıkıma karşı mücadele eden elbette dünyada birçok koalisyon var. Ancak ölülerin hakkını savunan, üstelik kimliği, inancı, toplumu, cinsiyeti ne olursa olsun bütün ölü bedenlere yönelik şiddetin karşısında duran bir mücadele hattı deneyimine denk gelmedim. Bu açıdan Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'nin biricik olduğunu ileri sürmek abartılı olmaz.
Dünya deneyimlerinin neredeyse tamamında zaten çatışmalar bittikten sonra ölülere ne olduğu sorusu gündeme gelebiliyor. Çünkü çatışma esnasında şiddeti kaydetmek kolay olmuyor.
Bazı durumlarda da ölülere yönelik şiddet müzakere süreçlerinde bir başlık olarak kendine yer bulamıyor. Örneğin, Kolombiya'daki çatışmalara ilişkin şimdilerde hazırlanan raporlar "ölülere yönelik şiddet" başlığı kendine bir yer bulmuş değil. Ölümler "hak ihlalleri" başlıkları altında yer alıyor. Ancak, "ölülerin hak ihlalleri" şeklinde bir haktan ve buna ilişkin hazırlanmış bir rapordan söz etmek de mümkün değil.
Bu nedenle ırkçılığın, ayrımcılığın, nefret söylemlerinin, kutuplaştırmanın ve en önemlisi, çatışmanın sürdüğü bir dönemde Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'nin ölülere saygı ve adalet talebiyle ve bu amaçla yürüttüğü çalışmalar oldukça önemli, ama bir o kadar da zor bir çaba.
Yas üzerinden kurulan bir müşterek
Bu şiddet sarmalında devletin sayısal verilere döktüğü ve hatta kimi zaman rakamlarda dahi yer vermediği hayatların ikame edilemez hayatlar olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Bu kolay değil.
Yas üzerinden kurulan bir müşterek/mücadele hattı olarak biz esasen hem şiddeti kaydetmeye, dünya deneyimlerine bakmaya hem de buranın özgünlüğünü dikkate alarak örgütlenmeye çalışıyoruz. Bu açıdan bu çalışmanın hakikatlerin açığa çıkarılmasında, yüzleşmenin sağlanabilmesinde, barışın inşa edilmesinde ve adaletin tayin edilmesinde oldukça önemli bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi olarak ölü bedenlere yönelik şiddete karşı ortak bir mücadele cephesi oluşturmak için örgütlenerek Türkiye'de süregiden bu şiddeti bütün boyutlarıyla açığa çıkarmak için sekiz panel düzenledik. Siz bu panelleri zaten çok yakından biliyorsunuz. Hepsini deşifre ettiğiniz ve tek tek yayınladınız. Bu vesileyle inisiyatif adına bianet'e ve bu süreçte emek veren bütün bianet emekçilerine buradan teşekkür etmek istiyorum. Bu şiddetin kaydedilmesinde muazzam bir emek ortaya koydunuz.
Bildiğiniz gibi bu panellerde ölülere yönelik şiddetin boyutlarını, inançların bu şiddeti nasıl okuduğunu, hukukun ve adli tıbbın bu şiddete karşı konumunu, basında nasıl yer aldığını veya almadığını, tarih, hafıza, yas ve politikayla ilişkisini, ölülere yönelik şiddetin toplumsal cinsiyetini, bu şiddete karşı çıkan/duran kurumların mücadele deneyimlerini ve en önemlisi ölü bedeni şiddetin hedefi haline gelmiş kişilerin yakınlarının tanıklıklarına yer vererek, enine boyuna ölülere yönelik şiddeti anlamaya, açığa çıkarmaya ve anlatmaya çalıştık.
İnisiyatifimiz, hangi toplumdan, halktan, inançtan ve cinsten/toplumsal cinsiyetten olursa olsun ölü bedeni şiddetin hedefi haline gelmiş grupların bir araya gelmesini ve bütün bu grupların ölü bedenine yönelen şiddetin birlikte düşünülmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Farklı gruplara ve şahsiyetlere yönelik gerçekleşen şiddetin yenilerine kaynaklık ettiğine inanıyoruz. Bu nedenle ortak bir mücadelenin elzem olduğunu ifade ediyoruz.
Yine bu şiddete dair hakikatin ortaya çıkarılmasının, kaydedilmesinin, kamusal alanda bu şiddetin doğru bir dille ifade edilmesinin bu şiddetin son bulmasında önemli olduğunu düşünüyoruz.
Çünkü kaydedilmeyen, doğru ifade edilmeyen, görünmeyen şiddet toplum tarafından kanıksanabiliyor, normalleşebiliyor ve bu da şiddetin süreklileşmesini beraberinde getiriyor. Nitekim Türkiye'de yaşanan tam olarak bu. Bu şiddetin normalleşmesinin önüne geçmeye çalışıyoruz.
Yine bu alanda hukuki düzenlemelerin yapılması gerektiğine dikkat çekiyoruz. Ölülerin yalnızca hatırası ve yakınlarının hakkı değil, doğrudan ölülerin hakkına dair yasal düzenlemelerin inşa edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Adli tıbbın Türkiye'de devletin bir aygıtı olarak çalışması dolayısıyla bağımsız bir DNA bankasının kurulması gerektiğini ifade ediyoruz.
Özellikle LGBTİ+'lara yönelik şiddet seküler bir yas alanın imkanlarını tartışmamıza vesile oldu. Ayrıca, inisiyatifin içinde yer alan kişiler ve kurumlar ölülere yönelik şiddet vakalarının kaydedilmesini, medyada görünür olmasını, TBMM'de gündeme getirilmesini, hukuki süreçlerin işlemesini sağlamaya çalışıyor. Sözgelişi, Newala Qesaba'nın üzerinde inşaat çalışmasının karşısında durmak için Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'nin de içerisinde olduğu birçok kurum ortak bir açıklama yaparak siyasetçilerin bu konuda sorumluluk almasını talep etti. Burada çeşitli açıklamalar yapıldı. Yine her yeni şiddet vakasında kamusal alanda bu şiddetin görünür olması ve gerekli yasal sürecin işlemesinin takipçisi oluyoruz.
Beklentiler ve konferans
Bu hafta bir konferans yapıyorsunuz. Konferans hakkında bize bilgi verebilir misiniz? Kimler katılıyor, amacınız ve neklentiniz nedir?
Gerçekleştireceğimiz konferans için geniş bir konferans hazırlık grubuyla yoğun biçimde çalışıyoruz. Bu konferansta hem Türkiye'de ölülere yönelik şiddete tarihsel olarak ele alacağız. Burada farklı inançların, halkların, kadınların, mültecilerin, LGBTİ+ların ölü bedenlerinin nasıl şiddetin hedefinde olduğunu konuşacağız. Yine, bu şiddetin hukuki, politik ve etik yönüne odaklanacağız. Devamında yıllardır bu şiddete karşı mücadele kurumsal deneyimlere tek tek kurumlar özelinde yer vereceğiz.
Ayrıca ölülere yönelik şiddete dünya deneyimleri özelinde de bakacağız. Konferansımızın onur konuğu Nassera Dutour. Dutour, Zorla Kaybetmelere Karşı Avrupa Akdeniz Federasyonu (FEMED) Başkanı.
Konferansımızın uluslararası oturumunda Bosna Hersek'te tekil ve toplu mezarların açılması sürecinde çalışan antropolog Ewa Klonowski konuşucak. Aynı oturumda Güney Kürdistan'da zorla kaybetmeler ve karşı mücadeleyi Mohammad Kawthar aktaracak. Souhad Karam, Lübnan'da zorla kaybetme deneyimi konuşacak. Filistin-İsrail'den bir konuğumuz olacak, Umar al-Ghubari. Al-Ghubari Filistin'de ölü bedenlere yönelik şiddeti ve kendisinin çalıştığı hafıza üzerine çalışan Tel-Aviv merkezli Zochrot'un deneyimini aktaracak. Muazzam mücadeleleriyle dünya kadınlarına ilham olmuş Plaza de Mayo deneyimini Margarita Noia Arjantin özelinde zorla kayıplar mücadelesini anlatacak.
Bu hafta sonu İstanbul'da yapacağımız iki günlük bu konferansı esasen hem örgütlenme hem de kurumsallaşma konferansı olarak tanımlıyoruz. Bu nedenle burada bugüne kadar ulaştığımız bütün kesimlerle bir araya gelmeyi, ölülere yönelik şiddeti bütün boyutlarıyla ele almayı ve ölülere yönelik şiddete karşı ortak mücadele için kurumsallaşmayı planlıyoruz.
Bu amaç doğrultusunda son oturumumuz Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'nin ne yapması gerektiği, nasıl bir kurumsallaşma ile yoluna devam edeceğine ilişkin bir forum tartışmasıyla sonlanacaktır. Konferanstan sonra inisiyatifin kurumsallaşmasını planlıyoruz. Bunu da bir deklarasyon metniyle kamuoyuna duyuracağız.
Derya Aydın hakkındaYeditepe Üniversitesi'nde antropoloji ve felsefe eğitimi aldı. Sabancı Üniversitesi Kültürel Çalışmalar Programı'ndan, Cemeteries and Memorials: Violence, Death and Mourning in Kurdish Society (Mezarlıklar ve AnmaTörenleri: Kürt Toplumunda Şiddet, Ölüm ve Yas) başlıklı yuksek lisan teziyle 2017'de mezun oldu. Devlet şiddeti, şiddetin antropolojisi ve sömürgecilik çalışan Aydın'ın çalışma alanları arasında nekropolitika, yas, hafıza, ölüm ve ölülere yönelik çok yönlü şiddet bulunuyor. ZAN Sosyal Siyasal İktisadi Araştırmalar Vakfı yönetim kurulu üyesi olan Aydın, 2018 yılından beri Jineoloji Dergisi Yayın Kurulu üyesi olarak çalışıyor. Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'nin kurucuları arasında yer alan Aydın, 2021 yılından beri Ölüye Saygı ve Adalet İnisiyatifi'nin eşsözcülüğünü yapıyor. |
(APK/SD)