Diyarbakır 4. Kitap Fuarı'nda İsmail Beşikçi, Handan Çağlayan gibi isimlerin katıacağı söyleşi, panel, dinleti gibi bir dizi etkinlik de yer alıyor. Panel konuları arasında kadınların yazma serüveni de var.
Bu yıl 150 yayınevinin katılacağı fuarda geçen sene olduğu gibi bir dizi etkinlik düzenleniyor.
Konferans, söyleşi, panel ve şiir dinletilerinin yer aldığı fuar Surdibi Fotoğraf Sergisi’ne de evsahipliği yapacak.
Fuar kapsamında Modern Kürt Edebiyatının Oluşumunda Çevirinin Rolü başlıklı panel 14 Mayıs’ta saat 15.15’te başlayacak.
Aynı gün Kadınların Yazma Serüveni ve Diyarbakırlı Yazar Esma Ocak başlıklı panelin saati ise 17.45. Handan Çağlayan, Sevim Korkmaz Dinç ve Remzi Aslan konuşmacı olarak katılıyor.
Hakikati Algılama ve Yeniden Kurma Biçimi Olarak Belgesel Sinema başlığını taşıyan Ekrem Heydo, Îlam Bakır, M. Hadî Sumer’in katılımıyla gerçekleştirilecek panel ise 16 Mayıs’ta. Başlama saati 13.00.
Aynı gün Leyla Eren, Ahmed Kanî, Abdullah Esen, Dawid Yeşilmen’in katılacağı Kürt Romanında Geç Modernite, Sürgün ve Eleştiri temalı bir panel daha yapılacak.
Emine Uçak Erdoğan’ın konuşacağı “Zorunlu Göç Anlatıları” da aynı gün 15.45’te.
İsmail Beşikçi’nin Yakın Doğu Halkları ve Yaşadıkları başlıklı söyleşisi ise 18 Mayıs’ta.
Fuar programında Çözüm Sürecinde Anadil ve Dil Politikaları, Kürt Fokloru, Klasik Kürt Edebiyatında Biyografik Eserlerin Yokluğu Problemi, Uygarlık ve Milliyetçilik, Türkiye Ermenileri Dün Bugün Yarın, Diyarbakır Efsanelerinin Gizli Dili gibi başlıklar altında birçok panel ve söyleşi daha bulunuyor.
Ayrıca Tiyatro Kumpanyası’nın sahnelediği Ahmed Arif’in şiirlerinden oluşan Hasretimden Prangalar Eskittim adlı oyun ilk kez Diyarbakırlı seyircilerle buluşacak. Oyun 15 Mayıs’ta Diyarbakır Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenecek.
Diyarbakır Fuar ve Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek fuara giriş ücretsiz.
Kitap Fuarı 14-19 Mayıs 2013 arasında 10.30-19.30 saatleri arasında ziyaret edilebilecek. (YY)
Diyarbakır Kitap Fuarı’nın programına ulaşmak için tıklayınız.
36. Trieste Film Festivalinde gösterilen “Yarınların 11’leri: Berlinale futbolla buluşuyor” adlı belgeselin Fas’taki futbol hastalığıyla alakası var mıdır?
Fas’ta kısa bir süre önce geçirdiğim bir ay boyunca kadınların bir kısmının başının açık, bir kısmının ise kapalı olduğunu gözlemledim. Büyük kentlerde başı açık olanlar daha çok dikkatimi çekerken, taşrada alınlarındaki saçları tamamıyla kapatmasa da başını örtenlerin sayısı fazlaydı.
Sahra çölüne doğru yol alırken kırsal kesim olarak adlandırabileceğim coğrafyada kadınların başını ve tüm vücudunu kaplayan çarşafımsı kumaşlar manzaranın esas unsurları halindeyken arada bilhassa kurumlarda çalışan bazı hemcinslerinin “Avrupai” görünüşlerini gururla taşıdıklarını da fark ettim.
Turist tuzaklarına asgari seviyede düşmek üzere Fas seyahatimin son iki haftasını huzur içinde geçirmeyi başardığım Zagora’da da vaziyet aynıydı.
Fakat benim için esas mesele sokakta kadınların tek tek veya grup halinde oldukları zaman bile benimle göz temasından kaçınmalarıydı. Ülkede kadına yönelik şiddetin, tecavüz ve cinayetlerin sık sık yaşanması bir yana, tanımadıkları bir erkeğe selam vermemek üzere adeta başlarını eğmeleri bence bariz bir baskının işaretiydi.
Onları rahatsız eden bir erkek figürü daha olmamak için İstanbul terbiyesinden kaynaklanan alışkanlıklarımı bastırarak kendimi sindirdiğim oluyor, fakat arada dayanamayarak kısaca “Selam Aleyküm”ü telaffuz ettiğimde bazılarının coşkulu “Aleyküm Selam”ına mazhar oluyordum.
Yüzlerinde güller açanlar bile olurken bazıları hızlı bir şekilde bir şeyler mırıldanıyor ve sanki “El âlemin erkeğine neden selam verdin?” suçlamasına maruz kalmamak için hızla uzaklaşıyordu.
Bu karşılaşmaların tümü muhtelif devlet dairelerinin, nezih La Palmaraie otelinin ve bilumum dükkânlarla restoranların bulunduğu kasabanın ana caddesindeydi ve “Beyaz Batılı turist” imajıma uygun olarak ülkenin sömürgecilerinden Fransızlar’ın “Bonjour”una bile bazen hiç cevap alamıyordum.
Anladığım kadarıyla daha çekingen olan Berberi kadınlar canlı renklerden müteşekkil işlemelerle süslü simsiyah kumaşları bedenlerine doluyor, Arap kökenli Faslı kadınlar ise bilhassa Moritanya malı kumaşların estetiğiyle beni cezbediyorlardı. Ülkeyi yönetenlerin mümkün olduğunca “hür”, “demokratik” ve “ilerici” bir toplum arzuladıkları kesindi, fakat cinsiyetler arasında “eşitlik” mevzubahis olduğunda sanki ataerkil gelenek ve kendini her fırsatta hissettiren din unsuru, kadını sessiz, silik ve itaaatkâr bir figür olarak görmeyi tercih ediyordu.
Oysa bilhassa sokaklarda yüksek bir yüzdeyle çoğunluğu oluşturan erkekler öyle miydi?
Tamam, sanki tümüyle turizme adanmış nadide Mağrip diyarında erkekler de fazla taşkınlık yapamıyor, mutlak otorite olan krala hürmetlerini daima koruyarak ülkenin imajına halel getirmemeye ihtimam gösteriyorlardı. Bu arada Batılı erkek kıyafetlerini kendine yakıştıranlarda geleneksel kıyafet giyenlere kıyasla sanki hafif bir üstünlük, benimle de denklik aurası yaydıklarını hissetmedim desem yalan olur!
Muntazaman öğlen yemeklerimi yediğim küçük restoranda müşteri skalası yukarıdakilerin adeta tümünü kapsıyor, menüden pek memnun olmasam da genelde tek turist olmanın ayrıcalığını doya doya yaşıyordum.
Bir de, ergenliğimden beri ilk defa bu kadar çok futbol karşılaşmasına maruz kalmama sebep olan devasa ekranlı televizyon vardı.
Akşam yemeği için dadandığım diğer mekânda da heyula gibi bir televizyon vardı; hatta mühim bir maç olduğunda müşteri çekmek üzere kaldırımdaki masalara oturanların izleyebilmesi için restoranın dışına taşınıyordu.
Futbol seyretmeyeli beri kamera cambazlıklarının ne kadar da ilerlemiş olduğunu hayranlıkla gözlemliyor, yalnız millî ligin değil, tüm gezegenden maçların neredeyse her gün televizyon yayınlarında ne kadar geniş zaman dilimlerini kapladığını şaşırarak fark ediyordum.
Kahvaltı ettiğim salonda bile erkekler sabah sabah futbol seyrediyor, gayet fiyakalı stüdyolarda kalantor bazı futbol yorumcuları, adeta Olimpos tanrıları edasıyla her bir pozisyonu didik didik ederek birbirinden prestijli maçların üzerinden geçiyorlardı.
Ülkedeki sefaleti unutturmak için futbol malum toplumsal afyonluğunu burada da yerine getiriyor, sanki dinle ulaşılamayan uçlara layıkıyla dokunuluyordu.
Televizyon stüdyosundaki futbol uzmanlarının arasında başı açık sunucu kadınlar da yok değildi; ne de olsa Fas Hollywood’u bile her an misafir edebilecek kadar “ilerici”, “cömert” ve “hoşgörülü” bir memleketti.
Fakat ne yalan söyleyim, Zagora’daki son günümde öğlen müdavimi olduğum mütevazı mekâna girdiğimde karşımda bir erkek futbol takımının soyunma odasını görünce etrafımdakilerin adına nedense ben utandım. Uzun zamandır kendi bedenim dışında çıplak insan vücudu görmemiş olduğum için olsa gerek, üstü çıplak futbolcuların yakın plan çekimine toslayınca gözlerim sanki yuvalarından fırladı. Mevzubahis topçular zafer sarhoşluğu içinde sevinçlerini hoyratça dışa vuruyor, kameraman uzakta pasifçe durmadığı gibi sanki aralarından sürtünerek geçiyordu.
Anlaşılmıştı: bu diyarda kadın mümkünse kapalılık geleneklerine uymakla mükellefken, erkek milletinin kaslı ve dövmeli eti millî yayın yapan televizyonda serbestçe teşhir edilebiliyordu…
Futbol birleştirici bir spordur
2024 Avrupa Futbol Şampiyonası ya da yaygın adıyla UEFA Euro 2024’ü Almanya’nın organize edeceği duyurulduktan sonra Berlin Film Festivali güdümünde çekilmiş belgeselde ise bir istisna hariç, çıplaklık dozu yok denecek seviyede. Ne de olsa 11 kısa filmin kahramanlarının çoğu ergen, hatta bazıları kız ve oğlan çocukları; mevzuya dair dünya çapında herkesçe ihtimamla korunması gereken hassasiyet ancak bir kez, genç erkeklerin soyunma odasında adeta eşikten döndürülüyor desem yeridir.
Yarınların 11’leri: Berlinale Futbolla Buluşuyor (Elf mal morgen: Berlinale meets fussball) adlı 2024 Almanya yapımı 108 dakikalık filmde Münih Üniversitesi Sinema Televizyon öğrencilerinden müteşekkil 11 küçücük ekip, yarınların büyüklerini istikballe alakalı en çok hayal kurdukları dönemde hassasiyetle filme alıyor. Dünyanın en yüksek sayıda futbol klübüne sahip olduğu söylenen “futbol” diyarlarından Almanya’nın muhtelif amatör kulüplerini bu mütevazı belgeseller aracılığıyla böylece tanımış oluyoruz.
Futbolun bir ortak payda, bedensel ve sosyal olarak gelişme arenası olarak görüldüğünü, gelecekteki bazı sağlam münasebetlerin temellerinin sözkonusu kulüplerde atılabildiğini hissediyoruz.
Enteresan olan, genç sinemacıların birçok filmde belki daha cazip buldukları, memleketin azınlıklarının kurduğu futbol kulüplerine eğilmeleri. Mesela Türkiyemspor Berlin 1978, K.S. Polonia Hamburg 1988, TSV Maccabi München, F.C. Espanol München veya ISC ALHilal Bonn.
Bu sonuncusunun uluslararası iddiasına ve Müslüman ağırlıklı olmasına rağmen ekibinde hiç Türkiyeli kız çocuğuna rastlamayışımız şaşırtıcı.
Türkiyemspor’da da, en azından filmin çekildiği dönemde Türkiyeliler’in azınlıkta olması neye delalet?
Belgeselin parçası olan bir diğer kısa filmde Polonya kökenlilerin kurduğu spor kulübüne, Rusya’nın işgaliyle başlayan Ukrayna savaşından ötürü bir çocuğun dahil olması aktarılıyor. Zamanla Ukrayna kökenlilerin kulüpteki varlığının artması sporun kapsayıcı ve birleştirici gücünü bir kez daha ispat ediyor.
Fakat ne yazık ki, belgeselin genelinde genç futbolcuların takım ruhunu ve enerjisini azami seviyeye taşımak üzere bir çember oluşturduklarında topluca haykırışları kulakları epey tırmalıyor.
Festival vesilesiyle Trieste’de hazır bulunan kadın yönetmenlerden biri Berlinale’deki prömiyer sırasında 11 film ekibi ve 11 futbol takımının buluşmasının ne kadar değerli bir an olduğunu hepimize layıkıyla hissettirdi.
11 bölüm içindeyse bence en manalısı, Almanya’nın yüzyıllardır asimile etmeye çalıştığı Sorblar’ın SG Croswitz 1981 adlı takımı hakkında olanıydı. Batı Slavları’na dahil halklardan Sorblar Surbi dilini konuşan ve devleti bulunmayan tek Slav topluluğu. Bilhassa Nazi döneminde kimlikleri yok sayılan, gittikçe küçülen bir azınlık topluluğu. Ana dillerini yavaş yavaş yitiriyorlar, okulları eskiye göre pek az.
Gayet ciddi, disiplinli ve çalışkan bir ergen oğlan eski çalıştırıcılarının özlü sözünü kameraya bakarak iletmekten çekinmiyor: “Herkes 11 kişiye karşı 11 kişi oynar, biz 11 kişiyiz ama 13 kişiye karşı oynarız: hakem ve seyirci de karşı takımın parçasıdır!”
Sahi, İstanbul’a futbolu tanıtan ve sevdiren azınlıkların şanlı spor kulüplerine ne oldu, alakadar olan, hatırlamak isteyen var mı?
Fotoğrafların tümü “Yarınların 11’leri: Berlinale futbolla buluşuyor” belgeseline aittir. (MT/TY)