Faytonlu adalar arasında sicili en temiz sayılan Burgaz’da bile çoğu arabacının atlarına aşırı bir şefkatle yaklaştığını hatırlamıyorum. Belki bir elin parmağı kadar faytoncu hayvanlarına hak ettikleri ihtimamı gösterirken diğerleri hayatlarındaki örselenmişliği sanki atlara öfke kusarak telafi etmeye çalışırdı. Yük beygiri olmadıkları için kapasitelerini zaten katbekat aşmaları bir yana, hipodrom gibi tecrübelerde sakatlanarak İstanbul’un Prens Adalarını boylamış oldukları için atlar adeta işkenceye tabi tutulurdu.
Mevzubahis piyasayı denetlemek, şartlarını iyileştirmek, hatta adaların nadide imajını cilalamak üzere faytonları mesleğe uygun koşum atlarıyla donatmak mümkünken aceleci yetkililer en kolay, en ucuz ve en korkakça çareye başvurmuştu. Faytonlar iptal edilmiş, yerlerine her geçen gün büyüyen, ada yollarıyla fazlasıyla uyumsuz araçlar getirilmişti. Bilhassa kış mevsiminde iyice boşalan sokaklarda adayla alakasız “delikanlı” şoförlere hız limitine dikkat etmeleri gerektiğini söyleyecek herhangi bir otorite var mıydı?
Uzun zamandır üzerinde sinsice çalışıldığı belli olan projede hayvan hakları koruyucuları bu arada en iyi ihtimalle yetkililerin oyununa getirilmiş, atlar çoktan kaderlerine terk edilmişti. Ahırlarda hapis kalıp telef olanlar bir yana, sucuk etine dahil edilenler hakkındaki haberler aynı hayvanseverlerin radarına ta başından beri girmiyor gibiydi. Serbestçe yaşayabilecekleri herhangi bir coğrafyanın artık pek kalmadığı dünyamızda, insanlık kadar eski olan atlarla ilişkimiz, işimize yaramadıkları zaman atların yok olmasıyla zaten bitecekti, ama kimin umurundaydı?
Yeter ki hipodromlarda işler tıkırında olsundu!
Ucuz kitle turizminden tembelce medet umanlar bir yana, Prens Adalarının bilhassa şanlı azınlık mazisine inat, ada demografisini baştan şekillendirme teşebbüslerinin pis kokuları çam kokularını şimdiden bastırmıyor muydu?
Yük beygiri başkadır…
Slovakya’nın kasvetli ormanlarında kerestecilerin en yaygın olarak saldığı koku içinse keyif verici maddelerden alkolün kokusu ön planda diyebiliriz. Muhakkak ki ağır şartlarda ağır bir iş yapıyorlar fakat bu, Kubo en başta olmak üzere işi paylaştıkları gayet güçlü yük beygirlerine kötü davranmaları için mazeret oluşturmuyor; en azından kamera karşısında öyle!
Yönetmen, prodüktör, sinematografi, montaj, müzik ve ses hanelerinde adını gördüğümüz Peter Hošták filmine Béla Tarr havası vermiş desem yalan olmaz.
2024 Film Fest Gent’in dışında Sheffield Doc Fest’in de programında yer alan Soğuk ve karanlık (Zima a tma/Cold and dark) adlı belgesel siyah beyaz görüntülerin tesirini bir kez daha ispatlıyor. 2024 Slovakya yapımı 29 dakikalık filmde Rusya’nın doğal gaz tedarikiyle yaşayan memleketin, sözkonusu enerji kaynağının kesilme ihtimali baş gösterdiğinde geleneksel kaynaklarına, üstelik unutulmamış ananevi tekniklerle sığınışına şahit oluyor ve ibret alıyoruz.
Ayılar bastı!
İnsan gezegenin neredeyse tümünü varlığıyla şereflendirdiği için yaban hayat alanlarını da fazlasıyla daraltmış vaziyette. Ahalinin hayat tarzında fazla bir değişiklik yapmayarak, neo-liberalizmin önde gelen temsilcilerinden Avrupa Birliği kapsamında, sanki çevrecilerin ağzına bir parmak bal çalarcasına Alp dağlarına ayıları salmak da pek hayırlı olmadı gibi.
2023 Nisan ayında İtalya’nın Dolomiti mıntıkasında 26 yaşındaki Andrea Papi uğradığı ayı saldırısından ötürü hayatını kaybedince kıyamet kopmuş, çevrecilerle yerli halk arasındaki gerginlik çatışmalara dönüşmüştü. Tehlikeli yakınlık (Gefährlich nah – Wenn Bären töten/Dangerously close) adlı belgeselde yönetmen Andreas Pichler meseleyi mümkün olduğunca objektif bir bakış açısıyla işlemeye çalışıyor. DOK.fest München’e katılmış 2024 Almanya, İtalya ve Avusturya ortak yapımı 57 dakikalık belgeselde her iki tarafın argümanlarıyla teferruatıyla donatılmamıza rağmen işin içinden pek çıkamıyoruz. Ayıların tabii ortamlarına dönme hakkını savunan bilim insanlarının engin liyakatlarını, devletin projeye sunduğu sonsuz imkânların gerekliliğini sorgulamak mümkün değil fakat sıra yabani hayvanlarla yerel halkın çıkar çatışmalarına geldiğinde sanki bir akıl tutulması yaşanıyor. Hukuki olarak da iktidar gerekli tedbirleri almakta epeyce zorlandığından halk şahsi imkânlarını seferber ederek çare üretmeye başlayabiliyor; her fırsatta bilhassa üniformalılar tarafından yüzümüze vurulan “Kendi güvenliğiniz için!” telkini yoksa altüst mi ediliyordu?
Televizyon estetiğinde habercilik kokan bir belgesel izliyor olsak da, çözümsüz görünen bu vaziyet sanki ahalinin geleneksel hayatta kalma metodlarıyla asırlardır tutunduğu çetin coğrafyayı terk ederek şehirlere göç etmesine ve kısmi de olsa bağımsızlıklarını kaybederek kapitalist sistemin köleleri arasına girmelerine yönelik projenin direkt yansıması gibi…
Bir zamanlar bilhassa Dolmabahçe Sarayı’nın önündeki açıklıkta ve bazen de Cihangir sokaklarında burunlarına zincir geçirilmiş ve baston tehdidiyle dans ettirilen ayılara kıyasla çok daha mutlu görünen hür ayıların tabiat içindeki muhteşem varoluşlarını izlemek her hâlükârda büyük zevk!
Kurtlar diyarı
Yok oluşlarının 100. yıldönümünde kurtlar Avrupa’nın en kalabalık ve endüstriyel realitesine sahip Almanya’ya geri dönüyor! Heyhat, İtalya’daki ayı meselesinde olduğu gibi bu gayet demokratik diyarda da yırtıcılığıyla tanınan bu hayvanlarla insanlar aynı coğrafyayı paylaştığında karşılaşılacak müşkülatı önceden kimse kestiremiyor.
Mühim olan insanın dönüp kendine bakması, gezegenin tek ve kesin muktediri rolünden çok daha “hoşgörülü” ve başka yaşam çeşitleriyle yaşam alanlarını paylaşan “bonkör” bir imaj sergilemesi. Bilimsel hazırlıklarda altyapı inanılmaz teferruatla donatılıyor ama iş pratiğe geldiğinde fena halde tıkanıyor. Proje hakkında adeta mastürbatif bir tavır sergileniyor, yalnız Almanya’da değil, tüm dünyada idealist adımlar usul usul yeni kurt katliamlarına dönüşebiliyor.
Avrupa’nın bilhassa kendi coğrafyasında teşhir etmeye çalıştığı çevreci vitrine halel geliyor çünkü aslında çoğu yıkımın müsebbibi neo-liberalizm vahşetine dünya çapında dur demek kimsenin aklına gelmiyor.
Yönetmen ve senaryo hanesinde adını gördüğümüz Ralf Bücheler mevzuyu mümkün olduğunca geniş bir spektrumla, seyircinin dikkatini daima ayakta tutarak işlemeyi başarmış. IDFA dışında DOK.fest München’de seyirciyle buluşmuş olan 2023 Almanya yapımı 102 dakikalık Kurtlar diyarında (Im land der wölfe/In wolf country) belgeseli kurtların bilhassa hayvan üreticileriyle başlarının belaya girişini layıkıyla aktarıyor. Kurtların normalde insanlarla bir alıp veremediklerinin olmadığını, birçok halk kültüründe imajlarının korku unsuru olarak çarpıtıldığını hatırlarken bilhassa kurt yavrularının şirinliğine doyamıyoruz. Bu arada hayvan hakları savunucuları, bilim insanları, çobanlar meseleyi uzun uzadıya tartışırken, bürokrasi çukurunda çözümsüzlüğün nasıl şahlandığına bir kez daha şahit oluyoruz.
Bu vesileyle bir zamanlar Burgaz Adasına (Rumcası Antigone) gelmiş bir Alman ziyaretçinin tasmayla dolaştırdığı kurdunu bir kez daha anmak istiyorum. Ormanda sahibinden kaçarak adada panik yaşanmasına sebep olmuş kurdu yakalamak için kalabalık av seansları düzenlenmiş ve sonunda kurt öldürülmüştü. Fakat arada adalı bir köpekle çiftleşmiş olduğu için iki yavru dünyaya gelmiş, kardeşlerden biri yıllar boyunca uzun bir zincirin ucunda bir villanın bekçiliğini ister istemez yaparken içgüdülerine uygun olarak yerinde hiç duramamıştı.
Filler ve selfiler
Hayvanat bahçelerinin dünya çapında riayet etmesi gereken kurallardan bağımsız olarak genelde “Safari Park” adıyla anılan müesseseler birbirinden zorlayıcı hayvanlı atraksiyonlar sundukları gibi ziyaretçilerle beraber hatıra fotoğraf çekilmesini sağladıkları hayvanlara resmen eziyet etmeyi sürdürüyor.
Yasadışı hayvan ticaretinin izini süren Karl Ammann araştırmacı gücünü bir kez daha Laurin Merz’le birleştirip fillerin başına gelenleri gayet çarpıcı görüntülerle seyirciye ulaştırıyor. Devleri çalmak (Stealing giants) adlı 2024 İsviçre yapımı 88 dakikalık belgesel Zürih Film Festivaline katılmıştı.
Laos ve Namibya’dan kaçırılıp Çin’e kaçak yollarla sokulmaları sırasında hayvan hakları hususunda gayet aktif kahramanlarımız kurtarmaya giriştikleri iki fil için seferber oluyorlar. Normalde hiç işletilmeyen bürokrasi birden şahlanıyor ve esasen tüm sistem bileşenlerinin dahil olduğu çürümüşlük kendini teferruatıyla teşhir etmiş oluyor. Aslında projenin gerçekleşmemesi ve Çin’de sayıları her geçen gün fazlasıyla artan mevzubahis parkların asla kaynaksız bırakılmaması ülküsüyle, bu işten nemalanan bürokratların direnişidir karşı karşıya olduğumuz.
Nihai amaç da zaten gezegen çapında güruhların çocukça eğlencelerle oyalanarak uyuşturulması değil midir?
Dolayısıyla heyecanla izlenen belgeselde bu vesileyle rüşvet çarklarının işletilmesi de gecikmiyor ve iş yokuşa sürülüyor. Bu arada seyirci fillerin maruz bırakılmış olduğu kanlı eğitim sekanslarına da şahit oluyor ve film aslında bizi gayet karanlık bir manzarayla baş başa bırakıyor.
Gene araştırmacı-gazeteci tarzında çekilmiş belgesel nesli tükenmekte olan hayvanlar hususunda sıradan insanların ne kadar bilinçsiz olduğunu ispatlarken gözünü hırs bürümüşlerin acımasızlığını da ortalığa saçıyor.
Aklıma Burgaz Adasında 70’li yıllarda açılmış hayvanat bahçesi geliyor. Dönemin çocukları olarak bizi en çok tesir altında bırakmış olan aslan çiftinin kötü muameleye tabi tutulduğuna dair aslında herhangi bir malumatımız olmadı. O zamanlar bize muhtelif hayvanların teşhir edildiği alanın Rum bostancılar Taso ve Foti’nin yıllar boyunca sebze yetiştirdikleri vakıf arazisi olduğuna ve el değiştirdiğine dair şuurumuz da düşüktü. İddialı hayvanat bahçesinin üzerine oturtulduğu, Rum vakfına ait arazinin aslında Rum eşi aracılığıyla Turgut Egemen’e tahsis edildiğini de yıllar sonra duyacaktık.
Acaba günümüzdeki olağanüstü vakıf kiraları zammından ötürü, sonradan Cemevinin de dahil olduğu mıntıkada inşa edilmiş muhtelif binaların el değiştirmesi suretiyle yeni bir toplum mühendisliği şahikasına mı şahit olacağız?
Yoksa Antigone lanetinin bir ejderhaymışçasına şahlanarak, antik dönemlerde adanın fiyordu olup alüvyonlarla dolmuş mıntıkayı bir tufanla yerle yeksan etmesini çaresizce izleyecek miyiz?
(MT/HA)