Makedon dedem Stoyko Diamandieff’in anısına
Osmanlı’nın Balkanlar’daki son dönemlerinde azınlık statüsü tanıdığı için Grekler’in ve Bulgarlar’ın etnik saldırılarına maruz kalmış Arumenler hakkında fazla malumat sahibi olmayabilirsiniz.
Kadın yönetmen Alexandra Gulea, son eseri Maia – Ellerle portre (Maia – Portret cu mâini/Maia - Portrait avec mains/Maia – Portrait with hands) adlı filmde etnik grubun hikâyesini, ana dili Ulahça’dan başka dil bilmeyen büyükannesinin üzerinden layıkıyla aktarıyor.
Asırlar boyunca günümüzdeki Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya hudutları içerisinde yaşamış olduğu bilinen yarı göçebe topluluk Arumenler’in bilhassa 20. asırda başına gelenleri adeta büyülenerek izliyoruz. Filmin azimli yaratıcısı bize öylesine şiirsel, öylesine lirik, öylesine deneysel bir estetikle ulaşıyor ki kendimizi bir koreografinin, teatral bir performansın, devinim içindeki bir enstalasyonun içinde hissetmememiz ne mümkün!
2024 Romanya, Almanya, Fransa ortak yapımı 90 dakikalık filmde antropoloji, etnografi, mitler, sözlü tarih iç içe giriyor, rüyalar, semboller, eşyalar, maskeler, heykeller, kostümler, şarkılar bizi adeta bir şaman ritüeline dahil ediyor.
Geçtiğimiz günlerde Montreal’deki RIDM festivalinde yarışan eserin dünya prömiyeri senenin başında Rotterdam Uluslararası Film Festivalinde gerçekleştirilmişti.
Osmanlı’nın ilk filmcileri olarak kabul edilen Manaki kardeşlerin çektikleri dahil olmak üzere muhtelif arşiv görüntüleri canlandırmalarla peş peşe sıralanıyor, farklı farklı görüntü teknikleri monotonluktan uzak bir ritim oluşturuyor.
Bir kültür sağanağı
Karşımızda folklorik tonda, bildik televizyon estetiğinde bir belgesel olmadığı muhakkak. Zaten filmin yaratıcısı, adaşı olan büyükannesi hakkındaki somut malumattan çok içgüdülerine güvenerek çıktığı bir keşif seyahatine hepimizi coşkuyla dahil etme çabası içinde. Tüm duyularımızın mümkün olan en üst seviyede tahrik edildiği bu süreçte, ilmek ilmek örülen bir kilimin parçası oluyoruz. Sinemacı babasının aksine, dramaturjiye yaslanmamayı tercih eden Alexandra Gulea’nın bizi klasik bir tarih belgeseline dahil etmek istemediği de kesin. Dolayısıyla her ne kadar baştan sona bir izleğe sadık kalsa da filmin birçok sekansını bize hissettirdikleri çerçevesinde birebir değerlendirmek sanki daha isabetli.
Büyükannesine, ana diline, dahil olduğu etnik gruba ve hatıralarına hürmetini ifade etmeye çalışırken, pasif seyirciler olsak da obsesif şekilde tekrar edilen isimlere, kelimelere, seslere, tınılara birer mantraymış gibi takılmak bizim için hiç de zor değil.
Travmatik olarak hafızalarda yer etmiş acılı anekdotlar, azınlık ve farklı olmanın ağır bedelleri, göçler ve katliamlar ecdadımızdan hepimize kalan mirasın ta kendisi zaten.
Eleştirmenler ne diyor?
Il Manifesto’dan Donatello Fumarola’nın yazdığı gibi karşımızda bir kültürü aktarmak için sıradan bir kadının seçilmiş olması manidar. Hatta “güçlü” dünya liderlerine veya 20. yüzyıl öncesinde olduğu gibi kraliyet aileleri fertlerine obsesif şekilde tapınmanın ihtiyaç haline geldiği günümüzde Alexandra’nın seçimi hakkında radikal ve devrimci sıfatı boşuna kullanılmamış. Fumarola insanlığın uğruna savaştığı, zulmetmekten geri durmadığı farklı kökenler hakkında filmin bizi tefekküre yönlendirdiğini belirtirken, baskın iktisadi propagandanın aksine şahsi olanla kolektif olanın birbirinden ayrılamayacağını bize layıkıyla hatırlatıyor.
Eleştirmen Victor Morozov ise filmi mühim bulsa da son zamanlarda fazlasıyla popüler olan bunun gibi deneysel filmlerin yeni estetik ufuklara doğru yol almaları gerektiğini ifade etmiş.
Yönetmenin millî devlet politikalarının normalde inkâr ettiği etnik gruplara folklorik değil de polemiğe dayalı bir tavırla eğilmesini ise manidar bulmuş. Alexandra’nın mümkün olduğunca kendini soyutladığı ve merkezî Romanya yönetimin kanatları altına girerek kariyer edinmiş asimile babasının, köyüne döndüğünde topluca söylenen bir halk şarkısını bilmediği için şaşırmasını da hatırlatıyor bize Morozov. Günümüzde esas çaba global olmaya yönelik olduğundan etnik köken, etnik kimlik, etnik ruh gibi olgular nedense tukaka sayılabiliyor.
Sinemacı kimliği dışında ressam olarak da faaliyetlerini sürdüren Alexandra’nın gözlerimizi sanatın envaiçeşit şekilleriyle okşamış olduğu muhakkak. Genel olarak eskitilmiş görüntülerde zor yakalanabilen inandırıcılık bu filmde itinayla kullanılmış teknikler sayesinde seyirciyi zaman tüneline daldırmakta kesinlikle muvaffak oluyor. Yönetmen aynı zamanda çağlar arasında görsel bindirmelerden de kaçınmıyor ve bunu yaparken seyirciye tarihsel bir beyin jimnastiği yaptırmayı ustalıkla başarıyor. Büyükannesiyle kendi hayat tecrübesini adeta birleştiriken Alexandra mazinin ruhuyla bütünleşip onu günümüze taşımış oluyor.
Bu arada büyükanne Maia’nın olgunluk dönemlerini canlandırmış olan Emilia Dobrin’den Suna Selen enerjisi aldım desem yalan olmaz. Çarpıcı dans sahnelerininin koreografisini üstlenmiş ve aynı zamanda dans etmiş olan Vava Ștefănescu’nun filme iştirakı da kayda değer.
Filmin şimdiye kadar yayınlanmış olan fragmanının yeterince sansasyonel olmadığını belirtmeden de edemeyeceğim.
Kuruluşundan itibaren halkın tek kimlik, tek dil, tek din dayatmasına maruz bırakılmış olduğu Türkiye’de filmin muhakkak ki gösterilmesini diliyorken, kahramanlarıyla özdeşleşecek bilhassa kadınların sayıca yüksek olacağını tahmin ediyorum.
Ayrıca, Makedon dedemin coğrafya aracılığıyla bana fısıldadıklarını duymanız işten bile değil!
(RL/HA)