Günaydın memur bey Uzun zamandır hasretim Hem güneşten, hem tenimden, nefesimden Mahrumum hepsinden
Günaydın memur bey Simsiyah bir çukur Tıkıldığım sıkıştığım Kemiklerimi saydığım
Dünya seyretti ben giderken Erimiş cesedim ne fayda Islak yağmuru emdim de Kurtlara yem oldum
Biraz dur memur bey Ahir zaman cevaplarım hazır değil Yaşanmadan bitti seyir Sorular kuyumda
Düşün sen memur bey Akıl almaz Nasıl bir karanlık getirdi bak Eritti yaktı kapattı
Dünya yıkıldı ben giderken Erimiş cesedim ne fayda Islak yağmuru emdim de Kurtlara yem oldum
Dünyam şu naylon torbalarda… Dünyam şu naylon torbalarda… Dünyam şu naylon torbalarda… Dünyam şu naylon torbalarda…
Onur Özdemir’in yazıp bestelediği ve Sezen Aksu’nun seslendirdiği bu şarkının kim için yazıldığını bilen var mı? 1995 yılının 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda Dargeçit’teki evinden 4’ü çocuk 6 akrabasıyla birlikte jandarma tarafından gözaltına alınan ve kendisinden bir daha haber alınamayan Seyhan Doğan için yazıldı bu sözler, hatırlayan olur mu?
Doğan’ın kemikleri 18 yıl sonra taşla doldurulup üzerine asit dökülmüş bir kuyuda bulundu. Dehşet verici gibi geliyor ama yaşananlar karşısında sönük kalıyor.
Sadece 13 yaşındaydı Seyhan. Dargeçit’in Dilan köyünde çobanlık yapıyordu. Bir gece ansızın jandarma tarafından kapısı çalındı ve bir daha o kapıya dönmedi. Annesi Asiye Doğan hiç yılmadan aradı yavrusunu. Onu bulmak için gittiği her kapıdan geri çevrildi. “Dilin çok uzun” denerek, gözaltına alındı, dayaktan geçirildi. Hatta bir seferinde gözaltına alındığı kabul edilmedi, 35 gün ortadan kayboldu. Mardin’de işkence gördüğü ortaya çıktı. Akrabaları “Asiye kahrından deli oldu” dediler. Hayatı boyunca köyünün dışına çıkmayan Asiye, kucağında oğlunun fotoğrafıyla son nefesini verene kadar Galatasaray Meydanı’ndaki beyaz tülbentli kadınlardan biri oldu.
Oğlu onu kuyuda beklerken, kemiklerine kavuşamadan yaşamını yitirdi. Ne kaybedilen Seyhan Doğan ölebildi ne de onu aramakla, ismini sayıklamakla ömür tüketen annesi yaşayabildi. İkisi de arafta kaldı. Tıpkı aynı operasyonla gözaltına alınıp kaybolan Abdurrahman Coşkun’un annesi Hediye Coşkun gibi.
Dünya yıkılmadı onlar giderken, seyretmedi bile. Sadece kaybedilen 7 kişi değil onları aramakla yaşamaya çalışan onlarca kişi de beraberinde cezalandırıldı. Hep bir belirsizlik, umut ve umutsuzlukla dipsiz bir kuyuda geçirdiler ömürlerini. Yıllarca yeni kıyafet giymediler, gülmediler, eğlenmediler, üretimden koptular. Çocuklarının bir mezar taşı olmadığı ve onlarla vedalaşamadıkları için sağlıklı yas sürecini başlatamadılar. Kemik arama sürecinde kazı çalışmalarını izlediler, yetmedi, kuyulara girdiler, kendi elleriyle iğneyle kuyu kazarak çocuklarına ulaşmaya çalıştılar.
Yönetmen Veysi Altay bu 7 kişinin ailesinin kemik arama mücadelesini, kayıt altına alarak Bîr (kuyu) adlı belgesel filme dönüştürdü.
Film, oğlunun akıbetini sormak için köyünden İstanbul’a gelip aynı yazgıyı paylaşanlarla birlikte her hafta Galatasaray Meydanı’na gelen Hediye Coşkun’un sözleriyle başlıyor:
“Kaç zamandır buraya geliyoruz, bu insanlar neden burada diye sorulmuyor. Dans etmeye mi geliyoruz buraya yoksa eğlenmek için mi? Yanan yüreklerimiz bizi buraya getiriyor. Bu betonun üzerinde yazın sıcaktan pişiyor, kışın soğuktan donuyoruz. Kimse neden burada olduğumuzu sormuyor ama sonuna kadar o kemiklerin peşinde olacağız. Bu bir film değil, biz de oyuncu değiliz. Bunlar bize devletin yaşattığı acı gerçekler ve bunların mağduruyuz.”
Coşkun oğlunu son görüşünü ise şöyle anlatıyor. “Saat sabahın üçüydü. Kapı çalındı. Oğlum benden önce uyandı “kim o?” diye seslendim. Türkçe “kapıyı aç!” dediler. Çatının üstünde dolaşanlar vardı. Evin etrafını sarmışlardı. Oğluma “ne oluyor?” diye sordum. “Ben de bilmiyorum” dedi. İçeri girdiler. Ne evi aradılar ne de başka bir şeye karıştılar. Diğer oğlum da uyuyordu ona da karışmadılar. Sanki Abdurrahman’ı tanıyor gibi yanına gidip ellerini bağladılar. Hava sıcaktı. İç çamaşırlarıyla uyuyordu.
“Allahaşkına oğlumu iç çamaşırlarıyla nereye götüreceksiniz?” diye feryat ettim. Bunu söylerken askerin biri göğsüme dipçikle vurdu, yere düştüm. Bir daha Abdurrahman’ı görmedim.”
Abdurrahman Coşkun diğer akrabaları Süleyman Seyhan, Abdurrahman Olcay, Mehmet Emin Aslan, Davut Altunkaynak ve Nedim Akyön ile birlikte gözaltına alındı ve bir daha onları gören olmadı.
Çocuğumun günahı neydi? Kürt olmak mı?
Bir süre sonra 67 yaşındaki Süleyman Seyhan’ın yanmış cesedi bir kuyuda bulundu. Kızı TV’deki telefon bağlantısında, “Babamı yakıp kuyuya atmışlar. Babamın cenazesine ulaştığım için memnunum” diyordu. Oğlunu her yerde arayan Asiye Doğan ise “Gözüne kurban olayım arıyoruz, soruyoruz. Oğlum çobanlık yapıyordu. Daha 13 yaşındaydı. Sakalları bile çıkmamıştı. 13 yaşındaki çocuğumun günahı neydi? Kürt olmak mı?”
Hepimiz kemiğe dönüştük
Oğlunun kemiklerini arayan Hediye Coşkun, “Babasını devlet öldürdü, gömebildik. “Herkesin kocasını öldürüyorlar” deyip bu kadar üzülmedim. Oğlum da kimseden değerli değil ama gömebilseydik bari. Bir parça kemigini bulup gömebilseydim. Mezarı budur diyecektim. Ölülerini gömebilen insanlara imreniyorum. Keşke biz de gömebilseydik diyorum. Biz Kürtler hepimiz kemiğe dönüştük. Oğlumu canlı görmeyeceğimi biliyorum. Kemiklerini bulunca canlı bulmuş gibi sevineceğim. Neredeler, bari hangi şehirde olduklarını bilseydik.”
Kardeşinin bulunduğu kuyunun başında oturan Hiznî Doğan görünüyor ekranda, “Bu kuyuda karşılaştığım hiçbirşeyi yaşamım boyunca unutmayacağım. Çünkü kardeşim yıllarca bu kuyuda yattı. Seyhan sürekli gözümün önünde. Kardeşim o benim. Hayalimde, kalbimde. Güzel olan her şeyi bu kuyu altüst etti.” diyor.
Kurt sürüye dalsa 7 koyun boğazlamaz
Oğlunun kemiklerinin DNA sonucunu yönetmen Veysi Altay’dan duyan Hediye Coşkun,
“Bana büyük bir müjdeli haber verdiniz. Sağ bulamayacağımı biliyordum. Bize bu acıyı yaşatanların yüreği de dilerim aynı şekilde yanar. 20 yıldır bize bu acıyı yaşattılar. Yedi insan. Kurt sürüye dalsa yedi koyun öldürmez. Yedi insanı götürüp iki günde kaybettiler. Göz pınarlarım kurudu artık. Gün geçtikce umudumu yitiriyordum. Şükürler olsun ki kemiklerimize kavuştuk. Artık bir mezarı olacak ve ziyaretine gidebileceğiz.” Ve kefene sardığı oğlunun kemikleriyle vedalaşarak uğurluyor.
1999 yılından beri insan hakları alanında çalışma yürüten Veysi Altay, Galatasaray Lisesi, Cizre ve Batman’daki Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın ve hikayelerinin takipçisi oldu. Özellikle Türkiye’de linç kültürü, göç ve kayıplar üzerine çalışmalar yürüttü. Fotoğraf çalışmaları hikaye toplamalarıyla devam etti. 2011’de 100 fotoğraf 100 hikaye şeklinde “Kaybolan Biz” adında bir foto albüme dönüştürdü. Cizre’deki faili meçhul cinayetleri anlatan “Faili devlet” adlı belgesel çalışmayı yaptı. Altay, “Cizre’de devlet çok şeffaf bir şekilde çalışmıştı ve kendini gizlemeye, bir derin devlet modeline girme gibi bir arayışa girmemişti. Çok açık ve kendini göstere göstere yapmıştı bu kayıp ve infaz vakalarını. O yüzden filmin adını fali devlet koydum. 50 aileyle görüşüp hepsini kayıt altına aldım ama 5 ailenin hikayesi üzerinden anlattım”.
Sonrasında mayın mağdurlarıyla ilgili “Sessiz Yaşamlar “ adlı çalışmayı yaptı. Gözaltında kaybedilen oğlu Cemil Kırbayır’ı 33 yıl arayan Berfo Ana’nın belgeselini çekti.
2013 yılında üç ay gazeteci olarak kaldığı Kobani savaşındaki tanıklıklarını Nûjîn adlı belgesele dönüştüren Altay, eş zamanlı olarak Dargeçit kayıplarıyla ilgilendi.
5 yıl süren çalışma sonucunda Dargeçit’teki kayıpları Hediye Coşkun’un mücadelesi çerçevesinde kayıt altına alan Altay, “Hediye Anne’nin mücadelesi Dargeçit’te hepsinin ortak acısını yansıtan bir hikayedir. 95 yılında 4’ü çocuk 7 kişi gözaltına alındı. Bunlar kaybedildiler. 6 ay sonra bir kişinin cenazesi bulundu. Bir kuyuda ve kafası kesilmiş, vücudu ateşe verilmiş şekilde. Süleyman Seyhan’dı. 6 kişinin cenazesi bulunmadı. Ta ki 2013’e kadar. Ailelerin arayışı 2014’e kadar devam etti ve o 6 kişiye ait kemikler bulundu. Dargeçit’e iki km uzaklıkta, bizzat benim de kazı çalışmasına katıldığım bir kuyuda iki kişiye ait kemikler bulundu. Köye yakın bir yerde 2014’te bir mağarada Davut Altunkaynak’la Nedim Akyön’ün kemiklerine ulaşıldı. Nusaybin’de yani gözaltına alındıkları yerin 200 km uzağında bir su kuyusunda Abdurrahman Coşkun’la Abdurrahman Olcay’ın kemikleri bulundu.”
Zorlu ve uzun bir süreç
Ailelerin kemik arama mücadelesine tanıklık eden Altay, iki karakter üzerine yoğunlaştı:
“Bazen birlikte kuyulara girdik. Zorlu ve uzun bir süreçti. Ara ara röportaj yapıyorduk. İki karakter üzerinde yoğunlaştık. Hizne, Seyhan Doğan’ın kardeşi. Seyhan gözaltına alındığında 11 yaşında olan Hizne’de alınıyor birlikte. Aynı yerde kalıyorlar. Hizne kardeşine yapılan işkenceye bizzat şahit oluyor. Hatta kendisi uzun işkenceden geçirilip baygınlık geçiriyor. Daha sonra onu serbest bırakıyorlar. Hizne de Seyhan’ı aramakla geçiriyor ömrünü. Hediye Coşkun da mücadelesini aralıksız sürdüren bir anne. 2000’de İstanbul’a taşınıp Kanarya’da yaşamaya başlıyorlar. Hediye Anne arabaya binemiyordu. Her cumartesi hastalığını erteleyip trenle Sirkeci’ye gelip, Galatasaray’a yürüyordu. Eve dönüp tekrar yatağına giriyordu. Hediye Anneye oğlunun kemiklerinin bulunduğu haberini ben vermek zorunda kaldım. Son olarak cenaze törenlerini de kayıt altına alarak filmi tamamladık. Bu arada Hediye Anne de kemikler bulunduktan bir süre sonra yaşamını yitirdi.”
Kuyular yaşam kaynağı
Filmin adının Bîr (Kuyu) olmasını ise şöyle açıklıyor Altay, “Hemen hepsinin kemikleri su kuyularında bulundu. Kuyular bir yanıyla yaşam kaynağı. Kürdistan’da insanlar o kuyulardan su içiyorlar, bostanlarını sulayıp, hayvanlarına su veriyorlar. Ama o kuyular bir süre sonra mezara dönüştü. 10-17 bin arasında faili devletin büyük kısmı o kuyulara atıldı. Seyhanların bulunduğu alanda yaklaşık 50’ye yakın su kuyusu var. O kuyulardan bir tanesi açıldı. Diğerleri açılmadı. Muhtemelen onların bir çoğunda kemikler halen duruyor. O köy uzun bir süre JİTEM üssü olarak kullanıldı. İşkence merkezi olarak. Onlar da açılırsa eminim bir çok kişinin kemiğine ulaşılacak.”
Bu meselede profesyonel değil, tarafım
Filmin çekim aşamasındaki duygularını ise Altay şöyle anlatıyor:
“Böyle bir durumda profesyonel olmak istemem. Sinematografik olarak belki daha farklı bir pencereden bakabilirim ama meselenin tarafı olarak kendimi görüyorum. Bir parçası, onu yaşayan, o arayış içerisinde o acıyı hisseden kayıp yakınlarının tarafındayım. Böyle bir konu içerisinde “tarafsızlık” saçmalığına girilmez. Herşeyi elinden almış bir devlet var. Diğer tarafta her şeyini kaybetmiş umudu ve direnişi kalmış insanlar var.
Sonuç itibariyle kayıp meselesi yaşanan en büyük acılardan bir tanesi. Çünkü çok büyük bir acı yaşarsın ama bir süre sonra normalleşir, rutinleşir. Herkes için olmasa da çoğunluk için bu böyledir. Ama kayıp meselesi öyle bişey değil. Sistemlerin insanlara bilinçli bir şekilde yaşattığı uzun vadeli bir yas sürecidir. Sonraki nesli cezalandıran yas sürecini aktaran bir durum. Kayıplar ölmüyor, kalanlar yaşamıyor. Cenazenin o kadar önemli olduğu bir toplumda o rutini gerçekleştirmediği, üzerine dua okumadığı ya da kendi inançsal rutüeliyle onu defnetmediğinde onu ölmüş saymıyorsun. Hatta Kürdistan’da bir cenaze yoksa onun yası bile tutulmaz. Aile cenazeyi bulana kadar taziyesi kurulmaz. Öyle bir toplumda cenazenin olmaması ve o rutinin gerçekleşmemesi nesilden nesile geçen bir acının tarifi oluyor.
Hediye anne 20 yıl yirmi yıl boyunca hiç gülmemiş, kıyafetini bile değişmemiş. Sadece gündemi o. Berfo ana 103 yaşındaydı. Konuştuğunda geldiği yer Cemildi. Bu yas süreci bilinçli şekilde yapılıyor. Bunu anlatabilmek benim için çok önemliydi. Onların yaşadıklarının benimkinin yanında sözü bile edilemez. Ama ellerinle insan kemiği aramak, onlarla birlikte bunun takibini yapmak çok zorlayan bir şeydir. Ama heralde gördüklerimiz ve yaşadıklarımız bizde içgüdüsel olarak koruma mekanizması geliştirmiştir. Belki de farkında olmadan o travmayı yaşıyoruz, çünkü günlük rutinimizde ne yaparsak yapalım bu konulara geliyoruz.”
Film dört ödül aldı
Film bittikten sonra uluslararası festivallere gönderen Altay, Türkiye’deki festivallere ilkesel olarak film göndermiyor. “Çünkü bu toplumun büyük bir kısmının festivaller de dahil bu suçun ortağı olduğunu düşünüyorum. Bu kolluk güçleri tarafından işlenen bir suç ama toplum tarafından sessiz kalınarak onaylanan bir suç olduğunu görüyorum. Festivallerin büyük kısmının da bu çerçevede meseleye baktığını düşündüğüm için filmlerimi devlet gibi düşünen festivallere göndermiyorum.” diyor.
180 festivale gönderilen film 4 ödül aldı. La Paz Uluslararası Film Festivali'nde en iyi belgesel, Hindistan’da yapılan Lakecity Film Festivali’nde en iyi öykü, Colombia Atlantik Uluslararası Film Festivali En iyi belgesel,Tryon-18 International Film Festivali, özel juri ödülü aldı.
Bîr belgeselinin Türkiye’de İstanbul ve Diyarbakır’da galası yapılacak. (BD/AS)
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Özgür Gündem, Özgür Radyo, TRT, Star ve Esmer Dergisi'nde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Basın Sorumlusu olduğu görevindeki...
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. Özgür Gündem, Özgür Radyo, TRT, Star ve Esmer Dergisi'nde çalıştı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Basın Sorumlusu olduğu görevindeki iş akdi askıya alındı. bianet, Kültür Servisi ve Gazete TAZ’da yazıyor.
Talebi durdurmak. Sürekli tüketim çılgınlığının beslendiği bir dünyada sanılandan daha fazla anlam içeriyor. Her şeyin metalaştığı bir dünyada tüketim kültürünün, dolayısıyla sermayenin boyunduruğu altındaki insanın ortaya bir irade koyarak içinde bulunduğu yabancılaşma perdesini aralıyor. Değiştirme gücünü, paylaşımı, insansal özü geliştiriyor. Tek başına bir belirleyiciliği olmasa, pasif bir yönelim olsa ve asıl belirleyici üretimden gelen güç olsa da; bu tüketim çılgınlığı ortasında boykotun dünya çapında gündeme gelmesi hafife alınacak bir olay değil.
Kendi emeğine yabancılaşan insanlar borç içinde yüzerken bile bu tüketim ağının bir parçası olduğunda, tekeller her türlü aşağılamayı ve kitlelerin aleyhine olan her politikayı pervasızca savunuyor. Bunda şaşıracak bir durum yok. İşin doğası bu. Burada aslında en basit boykot çalışmasında bile bunun böyle olamayacağını göstermiş oluyor emekçi kitleler. Tanınmış kişilerden büyük firmalara herkes şöyle bir durup düşünmek, en azından kitleler önünde geri adım atmak zorunda kalıyorlar. 2010’larda İsrail’e karşı başlatılan kültürel boykot dünya çapında büyük yankı uyandırdı. “Dev” organizasyonlar iptal edilmek zorunda kalındı. Yazarların, sanatçıların politik konulara duyarsız kalma lüksünün olmadığı gösterildi. Ben ise boykot olayını, özellikle kültürel boykotu farklı bir yönüyle değerlendirmek istiyorum. Bu bir rol çalma değildir. Benim, ayrımcılığa karşı kesişimsel boykot gibi bir hayalim var. Hem de dünya çapında. En azından kültürel boykot. Tabii boykotu bir araç olarak gördüğümün altını çizeyim.
Sağlamcı içerik barındıran sitelerin boykotu
Mesela sağlamcı ve ayrımcı içerik barındıran sitelerin boykot edilmesi. Özellikle rap alanında ortaya çıkan cinsiyetçi, sağlamcı, ırkçı ve fobik sözler içeren şarkıların boykot edilmesi, gençlerin bu konularda bilinçlenmesinin önünü açabilir. Engelliliğin istismarı çok yaygın. Hatta bazı tanınmış kişiler, kendi işlerinden çok bu tür duygusal istismarlar üzerinden gündeme geliyor. Mesela yıllar önce “hayırseverliğiyle” ünlü bir rock müzisyeni, kör bir genç kadınla dans etme lütfunda bulunmuştu. Bunu da bir Yeşilçam edasıyla sosyal medya hesabından paylaşarak günlük dua ve övgü ihtiyacını karşılamıştı. Bir avuç aktivistin itirazları, popülizmin öğütücü boşluğunda kaybolmuştu. Nasıl kaybolmasındı? Sağlamcılık, sakatların bile en ince zerresine işlemişti. Hatta sağlamcılar değil, sağlamcılığa tepki gösterenler daha çok eleştirilmişti.
Bu devran böyle sürdükçe ne hak arama bilinci gelişti, ne de dişe dokunur bir hak kazanımı oldu. Yeti çeşitliliklerimiz birilerinin geçim kaynağı oldu. Ama bir engelli örgütü şöyle bir boykot başlatsa: “Erişilebilir olmayan sinema platformlarını boykot ediyoruz!” Elbette bu da caydırıcı olmaz; ama toplum bunu sahiplenip boykota katılırsa çok şey değişir. Aynı şekilde, cinsel yönelimi nedeniyle bir oyuncunun proje dışı bırakılmasına karşı da bir boykot örülebilir. Bu sansüre sadece LGBTİ+ ve kadın örgütleri değil; tüm ezilenler ortak tepki gösterse çok şey değişmez mi? Cinsiyetçi, sağlamcı, ırkçı ve fobik söylemlerde ısrar edenler, kitlesel bir tepki sonunda bu tutumlarına ne kadar devam edebilir?
Evet boykot bir amaç olmamalı. Kişisel bir intikam aracı da olmamalı; ama tepkisizlikten yeğdir ve birilerinin rahatça istediğini yapmasının önüne geçebilir. Milyonlarca takipçisi olan kibir abidelerinin sosyal medya hesaplarını bile kapatıp gittiğine tanık olmadık mı? Aşağılandığımız şeyi kabul etmemek en insani hakkımız. Hayat bizi ayrımcılıkların olmadığı bir yaşama zorluyor. Şimdi hep birlikte umuda tutunup yürüme zamanı. Bir parça umudu çoktan hak ettik değil mi? (BS/TY)
Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney,...
Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney, flüt gibi enstrümanlarla katkı sundu. Müzikal çalışmalarına Grup Devinim’de devam etmektedir. Edebiyatla, sanat sepet işleriyle haşır neşir olmak ve tembellik hakkını sonuna kadar kullanmak en büyük keyiflerindendir. Halen Engelsiz Erişim Derneği ve değişik platformlarda faaliyetlerine devam etmektedir.
Taleplerimizi toplumsal mücadeleden soyutlama devri geçti
Sloganların dahi zamanla anlamından soyutlandığı sosyal medyanın popülist dünyasında, sürekli paylaşılan Emma Goldman’a ait olduğu iddia edilen “Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir” sözünden esinlenerek “Ötekilerin kendisini ifade edemediği bir mücadele eksik kalmaya mahkumdur” diyorum.
Eşit yaşama talebimizi bilmem kaçıncı sıraya erteleme devri bitti. Çünkü hayat bütünlüklüdür. Sömürü bütünlüklüdür, aşağılanmak bütünlüklüdür. Sorunlarımızın kökeni sınıfsal ve bu gerçekliğin üzerinden atlayan hiçbir kesişimsel mücadele başarılı olamaz. Aynı şekilde ezilenlerin kesişimsel mücadelesini yıllarca olduğu gibi ütopik zamanlara öteleyip görmezden gelmek de artık imkansız.
20. yüzyıl mücadeleleri bunu defalarca gösterdi. Yıllarca alanlara girmesine burun kıvrılan LGBTQ+’ların artık alanda olması değil olmaması sorgulanıyor. Çünkü var olmalarının haklılığıyla cesaretle ileri atılıp ön yargı duvarının en sert kolonunda onarılmaz bir delik açtılar. Bunu kendi adıma, engelli hakları mücadelesi açısından örnek alırım. Sloganların dahi zamanla anlamından soyutlandığı sosyal medyanın popülist dünyasında, sürekli paylaşılan Emma Goldman’a ait olduğu iddia edilen “Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir” sözünden esinlenerek “Ötekilerin kendisini ifade edemediği bir mücadele eksik kalmaya mahkumdur” diyorum.
Bu eşyanın tabiatı gereği de böyle zaten. Bugün özellikle gençlerin geleceksizliğe karşı verdiği mücadele hiçbir ayrımcı kalıba sığamayacağı gibi, belli kesimlerin taleplerini yok sayma darlığına da düşemez. O nedenle “şimdi engelli haklarının zamanı mı” diyene kendini güncellemesi gerektiğini gösterecek hayat. Her alanda eziliyorsak, her alanda kendimizi ifade edebilmeliyiz. Toplumun duyarlılığının yükseldiği dönemlerde, dilden başlayarak her türlü ayrımcılığı gündeme getirmeliyiz. Dildeki sağlamcılığın farkında olmayan insanlara da bir ufuk açmış oluruz böylece. Mesela “ideolojik körlük, olaylara kör sağır kalmak” gibi ifadelerin ayrımcı ve sağlamcı olduğu tartışılmayacak bile yıllar sonra. Daha önce üzerine gidilmiş ayrımcılıklar gibi, kitaplarda kalacak. Tabii bu kendiliğinden olmayacak. Bugüne kadar değiştirdiğimiz her şeyde olduğu gibi, burada da belirleyici olan şey bilinç berraklığımız ve mücadelemiz olacak. O nedenle tarihe engelli hakları açısından yön veren bazı eylemleri buraya alıntılamak istedim.
Erişilemeyen kamu binaları, kısıtlanan hayatlar, yok sayılan insanlar… Sakatlar için hiç yabancı olunmayan durumlar. “Gelişmiş ülkelerde” farklı sözünü çok duyarız. Oysa her yerde aynıdır. Bir nebze kazanım varsa o da bilinçli kitlelerin öne atılması sayesinde olmuştur. Özellikle sosyal modelin yaygınlaşmasıyla bu mücadelenin seyri değişmiştir. 1977 yılında ABD’de federal binaların erişilebilir olmasını içeren rehabilitasyon yasasının 504. Maddesinin uygulanması için San Francisco’daki Sağlık, Eğitim ve Refah bakanlığı sakat aktivistler tarafından adeta işgal edildi. 28 gün sürdü oturma eylemi. Bu eylem sonucunda hükümet 504. Maddeyi uygulamak zorunda kaldı ve federal binalara erişilebilir olma zorunluluğu getirildi. ABD tarihinde federal bir binada yapılan en uzun eylemin altına imza atmak da eylemcilerin şanı oldu.
70’li yıllar Japonya’da da erişilebilirlik eylemlerine sahne oldu. Biz 2025 yılında daha tam olarak erişilebilir toplu taşımaya sahip değilken 70’lerde Japonya’daki güçlü engelli eylemleri sayesinde toplu taşıma tamamen erişilebilir hale geldi. Dünyada ve Türkiye’de benzer bir çok eylem gerçekleşti. Eylemlerin niteliğini dönemin koşulları da belirliyor. Mesela 2010’lerin ikinci yarısından itibaren tüm protesto hareketlerinde olduğu gibi engelli eylemlerinde de sosyal medya önemli bir araç haline geldi. Hem engelli aktivistler ve örgütlerin kendini güncellemesinde hem de kendilerini topluma anlatmalarında önemli bir rol oynadı. Yukarıda verdiğim eylem örneklerini neredeyse 50 yıl öncesinden seçmem bilinçli bir eylemdi. “Gelişmişlik” ya da kazanılmış haklar kendiliğinden oluşmuyor. Hepsi bir mücadelenin ürünü.
Son dönemde dünya çapında gelişen eylemlerin çoğu da tek bir talebe sınırlı kalmıyor. Sistemin birçok açıdan örselediği insanlar kendi taleplerini haykırıyor. Bu çok önemli bir avantaj. Bir kişiyi bile sağlamcılıkla yüzleştirmeye çalışırken, yüzlerce kişinin ilgisini bu konuya çekme olanağı doğuyor. Elbette ilgili mücadele neyse, onun ana konusunun odağını kaydırmadan yapmak gerekiyor bunu. Çünkü “şimdi sırası değil” diyen çok bilmişlerle “benim tek politikam” engelim diyenler aynı geri noktada birleşiyor. Aynı amaç etrafında farklılıklarımızı da savunarak, öğrenerek ve öğreterek yürümekten başka bir çare yok. Gerisini de hayat içindeki pratik öğretiyor. Yeter ki öğrenmek isteyelim.
Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney,...
Engelsiz Erişim Grubu’nun Ankara temsilciliğini yapmıştır. Müzikle yakından ilgilenmektedir. Bir dönem Grup Tepetaklak’ta bağlamacı olarak görev aldı. Farklı grup ve sanatçıların çalışmalarına bağlama, gitar, ney, flüt gibi enstrümanlarla katkı sundu. Müzikal çalışmalarına Grup Devinim’de devam etmektedir. Edebiyatla, sanat sepet işleriyle haşır neşir olmak ve tembellik hakkını sonuna kadar kullanmak en büyük keyiflerindendir. Halen Engelsiz Erişim Derneği ve değişik platformlarda faaliyetlerine devam etmektedir.