KURTLU KUYU
Günaydın memur bey
Uzun zamandır hasretim
Hem güneşten, hem tenimden, nefesimden
Mahrumum hepsinden
Günaydın memur bey
Simsiyah bir çukur
Tıkıldığım sıkıştığım
Kemiklerimi saydığım
Dünya seyretti ben giderken
Erimiş cesedim ne fayda
Islak yağmuru emdim de
Kurtlara yem oldum
Biraz dur memur bey
Ahir zaman cevaplarım hazır değil
Yaşanmadan bitti seyir
Sorular kuyumda
Düşün sen memur bey
Akıl almaz
Nasıl bir karanlık getirdi bak
Eritti yaktı kapattı
Dünya yıkıldı ben giderken
Erimiş cesedim ne fayda
Islak yağmuru emdim de
Kurtlara yem oldum
Dünyam şu naylon torbalarda…
Dünyam şu naylon torbalarda…
Dünyam şu naylon torbalarda…
Dünyam şu naylon torbalarda…
Onur Özdemir’in yazıp bestelediği ve Sezen Aksu’nun seslendirdiği bu şarkının kim için yazıldığını bilen var mı? 1995 yılının 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda Dargeçit’teki evinden 4’ü çocuk 6 akrabasıyla birlikte jandarma tarafından gözaltına alınan ve kendisinden bir daha haber alınamayan Seyhan Doğan için yazıldı bu sözler, hatırlayan olur mu?
Doğan’ın kemikleri 18 yıl sonra taşla doldurulup üzerine asit dökülmüş bir kuyuda bulundu. Dehşet verici gibi geliyor ama yaşananlar karşısında sönük kalıyor.
Sadece 13 yaşındaydı Seyhan. Dargeçit’in Dilan köyünde çobanlık yapıyordu. Bir gece ansızın jandarma tarafından kapısı çalındı ve bir daha o kapıya dönmedi. Annesi Asiye Doğan hiç yılmadan aradı yavrusunu. Onu bulmak için gittiği her kapıdan geri çevrildi. “Dilin çok uzun” denerek, gözaltına alındı, dayaktan geçirildi. Hatta bir seferinde gözaltına alındığı kabul edilmedi, 35 gün ortadan kayboldu. Mardin’de işkence gördüğü ortaya çıktı. Akrabaları “Asiye kahrından deli oldu” dediler. Hayatı boyunca köyünün dışına çıkmayan Asiye, kucağında oğlunun fotoğrafıyla son nefesini verene kadar Galatasaray Meydanı’ndaki beyaz tülbentli kadınlardan biri oldu.
Oğlu onu kuyuda beklerken, kemiklerine kavuşamadan yaşamını yitirdi. Ne kaybedilen Seyhan Doğan ölebildi ne de onu aramakla, ismini sayıklamakla ömür tüketen annesi yaşayabildi. İkisi de arafta kaldı. Tıpkı aynı operasyonla gözaltına alınıp kaybolan Abdurrahman Coşkun’un annesi Hediye Coşkun gibi.
Dünya yıkılmadı onlar giderken, seyretmedi bile. Sadece kaybedilen 7 kişi değil onları aramakla yaşamaya çalışan onlarca kişi de beraberinde cezalandırıldı. Hep bir belirsizlik, umut ve umutsuzlukla dipsiz bir kuyuda geçirdiler ömürlerini. Yıllarca yeni kıyafet giymediler, gülmediler, eğlenmediler, üretimden koptular. Çocuklarının bir mezar taşı olmadığı ve onlarla vedalaşamadıkları için sağlıklı yas sürecini başlatamadılar. Kemik arama sürecinde kazı çalışmalarını izlediler, yetmedi, kuyulara girdiler, kendi elleriyle iğneyle kuyu kazarak çocuklarına ulaşmaya çalıştılar.
Yönetmen Veysi Altay bu 7 kişinin ailesinin kemik arama mücadelesini, kayıt altına alarak Bîr (kuyu) adlı belgesel filme dönüştürdü.
Film, oğlunun akıbetini sormak için köyünden İstanbul’a gelip aynı yazgıyı paylaşanlarla birlikte her hafta Galatasaray Meydanı’na gelen Hediye Coşkun’un sözleriyle başlıyor:
“Kaç zamandır buraya geliyoruz, bu insanlar neden burada diye sorulmuyor. Dans etmeye mi geliyoruz buraya yoksa eğlenmek için mi? Yanan yüreklerimiz bizi buraya getiriyor. Bu betonun üzerinde yazın sıcaktan pişiyor, kışın soğuktan donuyoruz. Kimse neden burada olduğumuzu sormuyor ama sonuna kadar o kemiklerin peşinde olacağız. Bu bir film değil, biz de oyuncu değiliz. Bunlar bize devletin yaşattığı acı gerçekler ve bunların mağduruyuz.”
Coşkun oğlunu son görüşünü ise şöyle anlatıyor. “Saat sabahın üçüydü. Kapı çalındı. Oğlum benden önce uyandı “kim o?” diye seslendim. Türkçe “kapıyı aç!” dediler. Çatının üstünde dolaşanlar vardı. Evin etrafını sarmışlardı. Oğluma “ne oluyor?” diye sordum. “Ben de bilmiyorum” dedi. İçeri girdiler. Ne evi aradılar ne de başka bir şeye karıştılar. Diğer oğlum da uyuyordu ona da karışmadılar. Sanki Abdurrahman’ı tanıyor gibi yanına gidip ellerini bağladılar. Hava sıcaktı. İç çamaşırlarıyla uyuyordu.
“Allahaşkına oğlumu iç çamaşırlarıyla nereye götüreceksiniz?” diye feryat ettim. Bunu söylerken askerin biri göğsüme dipçikle vurdu, yere düştüm. Bir daha Abdurrahman’ı görmedim.”
Abdurrahman Coşkun diğer akrabaları Süleyman Seyhan, Abdurrahman Olcay, Mehmet Emin Aslan, Davut Altunkaynak ve Nedim Akyön ile birlikte gözaltına alındı ve bir daha onları gören olmadı.
Çocuğumun günahı neydi? Kürt olmak mı?
Bir süre sonra 67 yaşındaki Süleyman Seyhan’ın yanmış cesedi bir kuyuda bulundu. Kızı TV’deki telefon bağlantısında, “Babamı yakıp kuyuya atmışlar. Babamın cenazesine ulaştığım için memnunum” diyordu. Oğlunu her yerde arayan Asiye Doğan ise “Gözüne kurban olayım arıyoruz, soruyoruz. Oğlum çobanlık yapıyordu. Daha 13 yaşındaydı. Sakalları bile çıkmamıştı. 13 yaşındaki çocuğumun günahı neydi? Kürt olmak mı?”
Hepimiz kemiğe dönüştük
Oğlunun kemiklerini arayan Hediye Coşkun, “Babasını devlet öldürdü, gömebildik. “Herkesin kocasını öldürüyorlar” deyip bu kadar üzülmedim. Oğlum da kimseden değerli değil ama gömebilseydik bari. Bir parça kemigini bulup gömebilseydim. Mezarı budur diyecektim. Ölülerini gömebilen insanlara imreniyorum. Keşke biz de gömebilseydik diyorum. Biz Kürtler hepimiz kemiğe dönüştük. Oğlumu canlı görmeyeceğimi biliyorum. Kemiklerini bulunca canlı bulmuş gibi sevineceğim. Neredeler, bari hangi şehirde olduklarını bilseydik.”
Kardeşinin bulunduğu kuyunun başında oturan Hiznî Doğan görünüyor ekranda, “Bu kuyuda karşılaştığım hiçbirşeyi yaşamım boyunca unutmayacağım. Çünkü kardeşim yıllarca bu kuyuda yattı. Seyhan sürekli gözümün önünde. Kardeşim o benim. Hayalimde, kalbimde. Güzel olan her şeyi bu kuyu altüst etti.” diyor.
Kurt sürüye dalsa 7 koyun boğazlamaz
Oğlunun kemiklerinin DNA sonucunu yönetmen Veysi Altay’dan duyan Hediye Coşkun,
“Bana büyük bir müjdeli haber verdiniz. Sağ bulamayacağımı biliyordum. Bize bu acıyı yaşatanların yüreği de dilerim aynı şekilde yanar. 20 yıldır bize bu acıyı yaşattılar. Yedi insan. Kurt sürüye dalsa yedi koyun öldürmez. Yedi insanı götürüp iki günde kaybettiler. Göz pınarlarım kurudu artık. Gün geçtikce umudumu yitiriyordum. Şükürler olsun ki kemiklerimize kavuştuk. Artık bir mezarı olacak ve ziyaretine gidebileceğiz.” Ve kefene sardığı oğlunun kemikleriyle vedalaşarak uğurluyor.
1999 yılından beri insan hakları alanında çalışma yürüten Veysi Altay, Galatasaray Lisesi, Cizre ve Batman’daki Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın ve hikayelerinin takipçisi oldu. Özellikle Türkiye’de linç kültürü, göç ve kayıplar üzerine çalışmalar yürüttü. Fotoğraf çalışmaları hikaye toplamalarıyla devam etti. 2011’de 100 fotoğraf 100 hikaye şeklinde “Kaybolan Biz” adında bir foto albüme dönüştürdü. Cizre’deki faili meçhul cinayetleri anlatan “Faili devlet” adlı belgesel çalışmayı yaptı. Altay, “Cizre’de devlet çok şeffaf bir şekilde çalışmıştı ve kendini gizlemeye, bir derin devlet modeline girme gibi bir arayışa girmemişti. Çok açık ve kendini göstere göstere yapmıştı bu kayıp ve infaz vakalarını. O yüzden filmin adını fali devlet koydum. 50 aileyle görüşüp hepsini kayıt altına aldım ama 5 ailenin hikayesi üzerinden anlattım”.
Sonrasında mayın mağdurlarıyla ilgili “Sessiz Yaşamlar “ adlı çalışmayı yaptı. Gözaltında kaybedilen oğlu Cemil Kırbayır’ı 33 yıl arayan Berfo Ana’nın belgeselini çekti.
2013 yılında üç ay gazeteci olarak kaldığı Kobani savaşındaki tanıklıklarını Nûjîn adlı belgesele dönüştüren Altay, eş zamanlı olarak Dargeçit kayıplarıyla ilgilendi.
5 yıl süren çalışma sonucunda Dargeçit’teki kayıpları Hediye Coşkun’un mücadelesi çerçevesinde kayıt altına alan Altay, “Hediye Anne’nin mücadelesi Dargeçit’te hepsinin ortak acısını yansıtan bir hikayedir. 95 yılında 4’ü çocuk 7 kişi gözaltına alındı. Bunlar kaybedildiler. 6 ay sonra bir kişinin cenazesi bulundu. Bir kuyuda ve kafası kesilmiş, vücudu ateşe verilmiş şekilde. Süleyman Seyhan’dı. 6 kişinin cenazesi bulunmadı. Ta ki 2013’e kadar. Ailelerin arayışı 2014’e kadar devam etti ve o 6 kişiye ait kemikler bulundu. Dargeçit’e iki km uzaklıkta, bizzat benim de kazı çalışmasına katıldığım bir kuyuda iki kişiye ait kemikler bulundu. Köye yakın bir yerde 2014’te bir mağarada Davut Altunkaynak’la Nedim Akyön’ün kemiklerine ulaşıldı. Nusaybin’de yani gözaltına alındıkları yerin 200 km uzağında bir su kuyusunda Abdurrahman Coşkun’la Abdurrahman Olcay’ın kemikleri bulundu.”
Zorlu ve uzun bir süreç
Ailelerin kemik arama mücadelesine tanıklık eden Altay, iki karakter üzerine yoğunlaştı:
“Bazen birlikte kuyulara girdik. Zorlu ve uzun bir süreçti. Ara ara röportaj yapıyorduk. İki karakter üzerinde yoğunlaştık. Hizne, Seyhan Doğan’ın kardeşi. Seyhan gözaltına alındığında 11 yaşında olan Hizne’de alınıyor birlikte. Aynı yerde kalıyorlar. Hizne kardeşine yapılan işkenceye bizzat şahit oluyor. Hatta kendisi uzun işkenceden geçirilip baygınlık geçiriyor. Daha sonra onu serbest bırakıyorlar. Hizne de Seyhan’ı aramakla geçiriyor ömrünü. Hediye Coşkun da mücadelesini aralıksız sürdüren bir anne. 2000’de İstanbul’a taşınıp Kanarya’da yaşamaya başlıyorlar. Hediye Anne arabaya binemiyordu. Her cumartesi hastalığını erteleyip trenle Sirkeci’ye gelip, Galatasaray’a yürüyordu. Eve dönüp tekrar yatağına giriyordu. Hediye Anneye oğlunun kemiklerinin bulunduğu haberini ben vermek zorunda kaldım. Son olarak cenaze törenlerini de kayıt altına alarak filmi tamamladık. Bu arada Hediye Anne de kemikler bulunduktan bir süre sonra yaşamını yitirdi.”
Kuyular yaşam kaynağı
Filmin adının Bîr (Kuyu) olmasını ise şöyle açıklıyor Altay, “Hemen hepsinin kemikleri su kuyularında bulundu. Kuyular bir yanıyla yaşam kaynağı. Kürdistan’da insanlar o kuyulardan su içiyorlar, bostanlarını sulayıp, hayvanlarına su veriyorlar. Ama o kuyular bir süre sonra mezara dönüştü. 10-17 bin arasında faili devletin büyük kısmı o kuyulara atıldı. Seyhanların bulunduğu alanda yaklaşık 50’ye yakın su kuyusu var. O kuyulardan bir tanesi açıldı. Diğerleri açılmadı. Muhtemelen onların bir çoğunda kemikler halen duruyor. O köy uzun bir süre JİTEM üssü olarak kullanıldı. İşkence merkezi olarak. Onlar da açılırsa eminim bir çok kişinin kemiğine ulaşılacak.”
Bu meselede profesyonel değil, tarafım
Filmin çekim aşamasındaki duygularını ise Altay şöyle anlatıyor:
“Böyle bir durumda profesyonel olmak istemem. Sinematografik olarak belki daha farklı bir pencereden bakabilirim ama meselenin tarafı olarak kendimi görüyorum. Bir parçası, onu yaşayan, o arayış içerisinde o acıyı hisseden kayıp yakınlarının tarafındayım. Böyle bir konu içerisinde “tarafsızlık” saçmalığına girilmez. Herşeyi elinden almış bir devlet var. Diğer tarafta her şeyini kaybetmiş umudu ve direnişi kalmış insanlar var.
Sonuç itibariyle kayıp meselesi yaşanan en büyük acılardan bir tanesi. Çünkü çok büyük bir acı yaşarsın ama bir süre sonra normalleşir, rutinleşir. Herkes için olmasa da çoğunluk için bu böyledir. Ama kayıp meselesi öyle bişey değil. Sistemlerin insanlara bilinçli bir şekilde yaşattığı uzun vadeli bir yas sürecidir. Sonraki nesli cezalandıran yas sürecini aktaran bir durum. Kayıplar ölmüyor, kalanlar yaşamıyor. Cenazenin o kadar önemli olduğu bir toplumda o rutini gerçekleştirmediği, üzerine dua okumadığı ya da kendi inançsal rutüeliyle onu defnetmediğinde onu ölmüş saymıyorsun. Hatta Kürdistan’da bir cenaze yoksa onun yası bile tutulmaz. Aile cenazeyi bulana kadar taziyesi kurulmaz. Öyle bir toplumda cenazenin olmaması ve o rutinin gerçekleşmemesi nesilden nesile geçen bir acının tarifi oluyor.
Hediye anne 20 yıl yirmi yıl boyunca hiç gülmemiş, kıyafetini bile değişmemiş. Sadece gündemi o. Berfo ana 103 yaşındaydı. Konuştuğunda geldiği yer Cemildi. Bu yas süreci bilinçli şekilde yapılıyor. Bunu anlatabilmek benim için çok önemliydi. Onların yaşadıklarının benimkinin yanında sözü bile edilemez. Ama ellerinle insan kemiği aramak, onlarla birlikte bunun takibini yapmak çok zorlayan bir şeydir. Ama heralde gördüklerimiz ve yaşadıklarımız bizde içgüdüsel olarak koruma mekanizması geliştirmiştir. Belki de farkında olmadan o travmayı yaşıyoruz, çünkü günlük rutinimizde ne yaparsak yapalım bu konulara geliyoruz.”
Film dört ödül aldı
Film bittikten sonra uluslararası festivallere gönderen Altay, Türkiye’deki festivallere ilkesel olarak film göndermiyor. “Çünkü bu toplumun büyük bir kısmının festivaller de dahil bu suçun ortağı olduğunu düşünüyorum. Bu kolluk güçleri tarafından işlenen bir suç ama toplum tarafından sessiz kalınarak onaylanan bir suç olduğunu görüyorum. Festivallerin büyük kısmının da bu çerçevede meseleye baktığını düşündüğüm için filmlerimi devlet gibi düşünen festivallere göndermiyorum.” diyor.
180 festivale gönderilen film 4 ödül aldı. La Paz Uluslararası Film Festivali'nde en iyi belgesel, Hindistan’da yapılan Lakecity Film Festivali’nde en iyi öykü, Colombia Atlantik Uluslararası Film Festivali En iyi belgesel,Tryon-18 International Film Festivali, özel juri ödülü aldı.
Bîr belgeselinin Türkiye’de İstanbul ve Diyarbakır’da galası yapılacak. (BD/AS)