Sağlık günümüzde mesleki etik değerler çevresinde sunulan bir sosyal hizmet olmaktan ziyade ayrılan bütçenin fazlalığı sebebiyle çerçevesi politik kararlarla sıkıca çizilen, Batı dünyasının ekonomisinde lokomotif rol oynayan sanayilerden bir tanesi haline geldi. (World Bank, Health Group) Kimin hangi sağlık kuruluşundan, ne düzeyde hangi hizmeti alabileceği de hep bu çerçevede düzenleniyor.
İlk yazımda bu haftaiçi İtalya'da düzenlenen 24. Uluslararası Sürdürülebilir Kalkınma Araştırmaları Konferansından edindiğim izlenimleri Türkiye'de sağlığın genel durumu üzerinden değerlendireceğim.
Bu “çerçeveli sağlık hizmetlerini” var eden ise büyük ölçüde ülkelere neoliberal sağlık politikalarını uygulamasını öneren yahut buyuran hep Birleşmiş Milletler organları olmuştur (Türkiye’de ve Avrupa’da Sağlık Politikaları, 2005). Sağlık hizmeti alıcılarının müşteri, vericilerinin tacir, kuruluşlarının ise ticarethane yerine koyulmasına sebep olan bu politikalar tüm dünyada hız kesmeden devam ederken bir yandan da Milenyum yahut Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri adı altında bir takım amaçlar tayin ediliyor (Birleşmiş Milletler, 2015).
17 adet olan Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri içerisinde sağlık başlığıyla ilişkilendirilen birçok hedef olsa da bir tanesi (3.) şu şekilde: Sağlığı ve iyilik halini her yaştan, tüm insanlar için geliştirmek. Kısa hali ise şöyle: Herkes İçin Sağlık! (Health for all).
Elbette bu hedefe nasıl ulaşılabileceğine yönelik anne ve çocuk ölümlerini azaltmak yahut AIDS ve Tüberküloz epidemilerini bitirmek gibi bazı alt başlıklar da var.
Çok farklı biçimlerde aşikâr olan bir gerçek var ki o da insanların sağlıklı ve iyi olma halinden uzaklaştıran temel faktör mevcut adaletsiz sistem ve onun yol açtığı gelir dağılımındaki dengesizlik. Durum böyleyken kamu-özel ortaklıkları altında fakirle zengin arasındaki uçurumu arttıran politikaları sağlık sisteminin tam göbeğine oturtmak olayı herkes için sağlık hedefinden “Kimin için sağlık?” sorusuna getiriyor.
Dünya’da artan refah, durmadan katlanan servet ve bilimsel ilerlemeler ışığında gelişmekte olan yeni teknolojiler makasın ucunun gittikçe açılmasına sebep oluyor. Etik ilkeleri gereği bundan etkilenmemesi gereken sağlık hizmetlerine, hükümetlerin genel harcamalardan ayırdığı payın sürekli olarak artması sebebiyle maddiyatın bozucu etkisi tüm kuvvetiyle etkisini gösteriyor.
Belirtmek gerekir ki Türkiye’de gelir dağılımındaki adaletsizliğin sınıfsal olmanın yanında bölgesel bir yanı da var. TUİK Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması gösteriyor ki, Güneydoğu Anadolu bölgesi yüzde 60’ın altı eşik değerine göre Türkiye yoksullarının 1/4’üne ev sahipliği yapıyor (Türkiye’de Eşitsizlikler, Ayşen Candaş, Volkan Yılmaz, 2012).
Sağlıklı olma hali tüm değişkenlerden çok gelir durumundan etkileniyorken bir yandan da Güneydoğu’da sağlık personeli sayısının Batı Anadolu’nun yarısından bile az olması durumu daha dramatik kılıyor (Sağlık İstatistikleri Yıllığı, 2016).
“Herkes İçin Sağlık” hedefinin bizim için bir hayalden ibaretmiş gibi görünmesinde Sağlıkta Dönüşüm Programı ile sağlık ocaklarını “dükkân”, oradaki hekimleri de “esnafa” dönüştüren iktidarla birlikte kazandığı para nedeniyle sesini çıkarmayan hekim yahut baş ağrısıyla üniversite hastanesine gidip, istediği doktoru seçebilmeyi bir lütuf olarak gören vatandaş da pay sahibi.
Ne yazık ki hem iktidara hem bazı hekim ve vatandaşlara güzel görünen bu sağlık sektörü piramidin en üstünde yer alan küçük bir kitle harici, tüm insanların hem cebindeki parasının hem de sağlıklı olma halinin en büyük düşmanı haline gelecek.
Bu yıkıcı etkiden korunmak için her mensubiyetten ve kimlikten insanlar olarak ayrıştırmayan, birleştiren; herkes için eşit ölçüde ulaşılabilir ve ücretsiz sağlık hizmetlerinin verildiği bir sistemin hayalini kurmalı, planını çizmeli, gidilen yolda çabalamalıyız. Daha eşitlikçi ve ulaşabilir hedefler doğrultusunda gerçek manada “Herkes için Sağlığa” erişebilmek ümidiyle… (AİN/HK)