Belki de otuz sene sonra 2008 yılının Diyarbakır’ını yazmaya kalkan bir edebiyatçı, Mine Söğüt’ün muhteşem kitabı “Şahbaz’ın Harikulade Yılı 1979”u örnek alıp, benim de çok tuttuğum bu “kale savaşı” mevzuunu epeyce ilgi çekici bulup bunun edebi hikâyesini yazacak…
Erken başlamış bir yerel genel seçim hesaplaşmasının, bir şehir üzerinden yansıyan yüzüydü 2008 kanımca! Genel Kürt politikasının siyaseten Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarınca alaşağı edilmek istenmesinin, ya da çok bilinen adıyla bir kez daha Kürt meselesinin “güvenlik politikalarına” teslimiyetinin tezahürüydü 2008.
Bizzat “Diyarbakır’ı alacağız” diyordu AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayip Erdoğan. Biliyordu ki; dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın bilcümle Kürt’ün, siyasi “Kâbesiydi” Diyarbakır! Kürtler, yüzlerini Diyarbakır’a dönüp politika yapıyorlardı. Diyarbakır’ın mevzilenmesine göre de saf tutuyorlardı. Sırf bu nedenle kâbeyi “alaşağı etmek” gerekiyordu. Orayı ele geçirmek, diğer bütün Kürt şehirlerinin de direncini kırmak anlamını taşıyacaktı. O halde eli sıkı tutmak gerekiyordu. Ve bütün örgütlenmeler de bu zemin üzerinde yürümeliydi…
Bayramlarda, Ramazanlarda, Batının metropollerini mesken tutmuş cemaat örgütlenmelerinden tutun iş dünyasının başı takkeli örgütlenmelerine varıncaya kadar; emir komuta zinciri altında bölgeye seferler düzenlemeliydi…
Gıda paketleri, kurban etleri, kömür torbaları, unlar, şekerler, zahireler, bakliyatlar yandaş medyanın görsel seferberliği ışığında “onur kırıcı” ve “kaderci” bir tarzda “el açtırılarak” dağıtılmalıydı ki; yoksul insanlar hem kaderlerine razı olsun. Hem de bu kaderci düzenin alınlarına yazılmış vazgeçilmez kaderleri olduğuna rıza göstererek bu “hayır sahiplerine” ilk seçimde vefa borçlarını ödesinler.
Tabii ki bürokrat örgütlenmelerini de buna göre yapıyorlardı. Valileri, diğer il yöneticileri de, bu anlayış doğrultusunda devletin kurumsal ve devlet adamlığı mantığı içinde devletin kişiliğinin temsiliyetini önemsemekten çok, iktidar partisinin il başkanı gibi davranan politik şahsiyetler olmaktan hiç de rahatsızlık duymuyorlardı. İşin açıkçası hükümetin bürokratlarıyla böylesine bir tavır alışı, devletin doğuya yönelik Kürt politikası ile de örtüşüyordu!
Doğrusu, devlet 30 yıllık Kürt siyasal mücadelesini yürütenlerin yasal temsilcilerini hâla “terörist” olarak görünce hükümet de bu reel durumu kendi politik hanesine kâr olarak yazıp parlamentodaki seçilmiş milletvekillerini muhatap kabul etmeyerek kendine göre bu “savaşta” safını devletin güvenlik gerekçeli militer tavrından yana davranarak gösteriyor ve kendini de adeta siyaseten “garantiye” alıyordu. Bölge halkının sinir katsayısını hayli yükselten sınır ötesi kara ve hava operasyonları, bir defalığına olmaktan çıkarılıp artık yıl boyu istendiği gün ve saatte uygulanabilen ve uygulama alanı hayli geniş “lokal” bombardımanlara dönüşüyor / dönüştürülüyordu…
Bütün bu saydıklarımızın ışığında 2008 salt 2008 olarak kalmayacak gibi. Hemen 2009’un Mart sonunda yerel seçimlerin yapılacak olması 2008’de bütün bir yıl boyunca yaşananların hesabının yeni yılın üçüncü ayının sonunda kesilmesini de beraberinde getirecek. Bu durumun salt Diyarbakır özelinde bir hesap kesimi darlığında olmayacağını bugünden söylemek, “keramet” sahibi olmayı gerektirmeyecek kadar bir öngörü işi. Çünkü muktedirlerce Diyarbakır’ı siyaseten düşürmek demek, “Kürtleri mağlup etmek” anlamını taşıyor. Bunu muktedirler de biliyor. Topyekün Kürt Halkı da…
Bu sebepten bütün bir 2008 senesi boyunca Diyarbakır üzerinden yürüyen bu siyasal hesaplaşmanın, sadece Diyarbakır şehir özelinde değil, bütün bir Kürt Kamuoyunu da ilgilendiren ve siyaseten seçime endekslenmesini adeta erken gündemde tutan ve artık neredeyse şehrin bütün bilboardlarını Mart sonuna kadar da kuşatmasını sürdürecek olan “Diyarbekir Kalesinden Notlar”ını siyaseten doğru okumanın gerektiği kanısındayım…(ŞD/EÜ)