Rimski Korsakov'un Şehrazad'ı eşliğinde, Sarayburnu, Topkapı Sarayı, Ayasofya ve Sultanahmet Cami’nin ışıklandırılmış manzarasıyla başlayan bir belgesel Amsterdam'daki bir İstanbullu'yu karmaşık bir ruh haline sürükleyebilir: Bir yandan oryantalist senfonik süitin ister istemez duyguları tetikleyen tınıları, diğer yandan yabancılarla çevrili sinema salonunda tüketilmiş imparatorluklar başkentine turistik bir kartpostal gibi bakmanın kırıklığı…
Belgeselin yönetmeni bununla da yetinmeyip Aya İrini'ye odaklanıyor ve kilisenin içine girince Şehrazad'ın Cem Mansur yönetimindeki Gençlik Orkestrası tarafından icra edildiğini anlıyoruz.
Kamera Mansur'u gayet nemli bir ortamda filarmoni orkestrasını ciddi bir rock star haşmetiyle yönetirken görüntülüyor. Şefin yüzündeki tasalı ifade aslında kendisini en huzurlu hissettiği Burgaz'daki çekimlerde de onu terk etmiş değil...
Adanın Hristos, namıdiğer Bayrak Tepesi’ndeki Rum mezarlığını ziyaret eden Mansur, çocukluğundan itibaren Ermenilerin, Yahudilerin, Rumların içi içe yaşadığı Burgazada’daki kozmopolit toplumun içinde yetiştiğini belirtirken melankolik bir ifadeye sahip. 10 küsur sene öncesine kadar yaşlı çamların dış dünyadan yalıttığı huzurlu mezarlıkta, büyük yangından sonra ekilen fidanlar hızla büyümekte ama biryanda da İstanbul'un çarpık şehirleşme şahikası kıvamındaki silüeti Mansur'a fon oluşturuyor, kaşları çatık…
Uluslararası belgesel festivali IDFA'nın Ustalar bölümünde yer alan François Verter'in The Dream of Shahrazad (Şehrazad'ın Rüyası) adlı eseri 1001 Gece Masalları’yla, Türkiye ve Ürdün'deki toplumsal durum veya Mısır'daki direniş arasında paralellikler kurup Korsakov'un büyülü bestesinin de katkısıyla geleneksel hikaye anlatıcılığına yeni bir boyut kazandırmayı amaçlıyor.
Oğlunu Tahrir ayaklanması sırasında kaybeden acılı bir annenin hikayesi bir tiyatro piyesinin doğmasına vesile oluyor; Lübnanlı aktivist bir kız, blogu aracılığıyla yüksek sayıdaki takipçilerine ulaşıyor...
Hollanda'nın başkentinde düzenlenen, dünyanın en büyük belgesel etkinliklerinden IDFA'da yoğun ilgi gören 107 dakikalık Şehrazad'ın Rüyası Güney Afrika, Mısır, Hollanda ve Ürdün ortak yapımı.
Polonya'nın yaşayan en önemli klasik müzik bestekarı hakkındaki Paths Through the Labyrinth- The Composer Krzysztof Penderecki (Labirentte Gezinmek – Besteci Krzysztof Penderecki), 60'lı yıllarda avangard müzikle tanınıp hala faaliyetlerine tüm hızıyla devam eden müzik ikonuna eğiliyor.
Ülke dışına çıkmasına bile izin vermeyen totaliter rejime muhalefet etmek üzere elinden geleni yapan Penderecki son zamanlarda daha muhafazakar bir çizgi takip ediyor olsa da Radiohead grubundan Johnny Greenwood gibi simalara ilham vermeye devam ediyor.
Anna Schmidt'in yönettiği Almanya-Polonya ortak yapımı 88 dakikalık belgeselde müzikal armoniye müdahale konusunda gayet anarşist mazisine rağmen, bestecinin yaz tatillerini ailesiyle yıllardır Baltık Rivierası’ndaki aynı kumsalda geçirmesine şahit oluyoruz.
Kendi emekleriyle oluşturduğu korunun içindeki labirentte gezinmenin ruhuna ne kadar iyi geldiğini anlatırken yakın zamanda açtığı kültür merkezinin de müzikal mirasın gelecek nesillere aktarılmasına temel oluşturmasını diliyor.
Hayat pınarı
Aklıma Edirne'deki II Bayezid Külliyesi’ni getiren bir başka festival belgeseli de müziğin gücünü adeta tescilliyordu.
Osmanlı'nın günümüzde pek önplanda olmayan ikinci başkentini darüşşifaya kavuşturma amacını taşıyan külliyede, müzik ve su sesinin yanında çeşitli otların ve kokuların ruhsal sorunların iyileştirilmesinde önemli payı olsa da Alive Inside (İçimdeki Ateş) adlı ABD yapımında yıllardır kendini dış dünyadan soyutlamış bazı hastaların sadece müzik sayesinde hayata dönüşlerini izliyoruz.
Gittikçe yaşlanan bir toplumda demanstan muzdarip insanların da sayısı artarken geleneksel aile yapısı eski gücünü koruyamadığından yaşlılar yurdu ülkedeki düzen tarafından tek çare olarak sunulmakta.
Sundance'te seyirci ödülünü kazanan Michael Rossato-Bennett'in 78 dakikalık eserinde yalnız kalan yaşlıların kimlik ve haysiyetleri yok olurken yardımlarına sosyal görevli Dan Cohen yetişiyor ve yıllardır içlerinde saklı kalan hazineleri dışa vurmalarına aracılık ediyor.
Etraflarıyla ilişkiyi tamamıyla koparmış, yıllardır konuşmayan, hareket etmekten imtina eden ve en ufak yaşam parıltısı göstermeyen bazı ihtiyarlar, gençliklerinden kalma bir melodiyi çalan kulaklıkların takılmasıyla bir anda sanki boyut değiştiriyor, gözleri parlayıp şarkıya eşlik etmeye başlıyorlar. Tempo tutup dans edeni bile var; hafızanın derin dehlizlerinden fışkıran yaşam pınarı herkesi şaşırttığı gibi, birer robota dönüşmüş bazı kişilerin de tekrar hayata bağlandığı oluyor.
Müziğin insan beynindeki tetikleme gücü bilimsel olarak kabul görmesine rağmen ABD'deki sağlık sistemi bu şifa metodunun ülke sathına yayılmış yüksek sayıdaki yaşlılar yurdunda uygulamasına pek sıcak bakmıyor.
Geleneksel yapılarından fazlasıyla uzaklaşıp misafirlerine insani şefkat göstermekten aciz durumdaki ticarileşmiş müesseselerde ilaç endüstrisinin gücü de fazlasıyla hissediliyor, dolayısıyla belgeselin sonunda maliyeti düşük olmasına rağmen proje ancak sayılı kurumda uygulamaya sokuluyor.
Thriller'ın zombileri
IDFA'ya Yeni Zelanda'dan katılan Hip Hop-eration (Hip Hop-erasyon) adlı belgesel de ihtiyar bir grup insanın kurduğu Hip Hop dans grubunun fertlerini nasıl hayata bağladığını görüyoruz.
Bryan Evans'ın yönettiği 93 dakikalık yapımda kahramanlarımızı Maori gençlerinin oluşturduğu dans grubuyla aşık atarken de izliyoruz. Fakat tanınmalarına esas sebep olan Las Vegas'ta katıldıkları Dünya Hip-Hop dans şampiyonası: Michael Jackson'un Thriller klibindeki zombileri canlandırdıklarında yer yerinden oynuyor.
IDFA'da müziğe dair
Flamenko dünyası tarafından bir ara ihanetle suçlanan Paco de Lucía bu senenin şubat ayında 66 yaşında vefat etmişti. Geleneksel flamenkoyu başka müzikal formlarla kaynaştırması tutucu otoritelerin gitar virtüözüne kuşkuyla bakmasına sebep olmuş, ilerleyen yıllarda itibarı iade edilmişti.
Paco de Lucía: A Journey ( Paco de Lucía: Bir Yolculuk) adlı 92 dakikalık yapımın etkileyici tarafı müzisyenin son dört yılına bizi dahil etmesi. Gayet zengin arşiv görüntüleri yanında kendi hayatı ve kariyeri hakkındaki yorumları doğaçlama bir rumba gibi akıp gidiyor, Bambino Camarón'u keşfettiğinde duyduğu heyecan ve hayranlık da cabası…
Francisco Sanchez Varela'nın hassasiyetle yönettiği ve Paco'nun vasiyeti konumundaki belgesel İKSV'nin İstanbul Film Festivali’ne yakışacak cinsten.
Brezilya'nın geleneksel müzik formlarından daha az tanınan choro ve baião'ya hayatı boyunca bağlı kalan akordeon ustası Dominguinhos hakkındaki belgesel de sanatçının dünyasına derin bir dalış mahiyetinde.
Caetano Veloso, Luiz Gonzaga, Gilberto Gil, Zé, Ramalho, Toquinho ve Maria Bethãnia gibi müzik ikonlarıyla çalışmalarını, birbirinden neşeli anılarıyla hüzünlü şarkılarını harmanlayan, sanatçıyla aynı adı taşıyan 86 dakikalık yapımın yönetmenleri Eduardo Nazarian, Joaquim Castro ve Mariana Aydar.
2013’te 72 yaşında vefat eden müzisyeni İstanbul'daki Açık Hava Tiyatrosu’nda dinleyip seyredemeyişimizin sebebi büyük bir olasılıkla Dominguinhos'un uçak korkusuydu.
Brezilya'nın çalkantılı geçmişinden günümüze kadar ulaşan renkli ve hararetli imajında, müziğin önplanda, kültüre adeta yön verdiğini görüyoruz. Samba, Bossa Nova, Tropicália gibi müzikal akımların yanında son zamanlarda favelalardan yükselen Funk da toplumun aynası durumunda.
Fakat gecekondu mahallesinin sesi olarak kabul edilen Brezilya Funk akımı barındırdığı metinler ve ilettiği mesajlar yüzünden otoritelerce yasaklanmış durumda.
Julien Temple'ın Rio 50º adlı 100 dakikalık hareketli belgeselinde 2014 Dünya Futbol Şampiyonası dışında 2016 Olimpiyatları’nın çoğunluğu ne kadar mağdur ettiğine ve bazılarının ekmeğine nasıl yağ sürdüğüne tanık oluyoruz.
Büyük Britanya'daki Punk hareketi hakkındaki uzmanlığının yanında nispeten yüzeysel ve ticari gibi algılanmış olsa da Temple'ın Rio'su kanınızı kaynatacaktır.
Antonov uçakları tarafından atılacak bombaları beklerken müzikle ayakta kalmaya çalışan Sudanlılar'ın acı gerçeği ise takdir duygularınızı kabartabilir. Yıllardır savaş halinde olan coğrafyada sivillerin sık sık hedef olması yüzünden insanlar tetikte bekliyor, birileri rababa çalarken köy ahalisi şarkıları ve danslarıyla ritüele katılarak moralleri yüksek tutmaya çalışıyorlar; doğaçlamalara topluca dahil olup duygularını dışa vuruyorlar.
Yönetmenliğini Hajooj Kuka'nın yaptığı 66 dakikalık Beats of Antonov (Antonov Darbeleri) adlı belgeselde, toplumsal kimliğin ve dinamiklerin ifadesinde müziğin rolü bir kez daha ortaya çıkıyor.
Caz ve diğerleri
İlerlemiş yaşına rağmen 1920 doğumlu trompet ustası Clark Terry genç nesillere ilham vermeye devam ediyor. Quincy Jones en başta olmak üzere yetiştirdiği onlarca müzisyen Terry'nin caz tarihinde özel bir yer kaplamasına sebep olmuş; Miles Davis ve Billie Holiday gibi efsanelerle çalışması zengin kariyerindeki detaylardan sadece ikisi. Belgesel çekimi sırasında şeker hastalığından muzdarip olduğu için iki ayağı ampüte edilen C.T. özellikle sadık eşinin desteğiyle hayata sıkıca sarılmayı sürdürüyor.
Misty, Stardust veya Mood Indigo gibi standartlar dışında Sophisticated Lady'nin yaşı için fazla olgun bir eser olup olmadığını soran âmâ öğrencisi Justin Kauflin'e cesaret vermeye devam ediyor, gözbebeği talebesiyle gecenin ilerleyen saatlerinde neşeli müzik sohbetlerini sürdürüyor. Alan Hicks'in 84 dakikalık Keep On Keepin'on (Yola Devam) adlı yapımı cazseverlerin gözlerinde yaşlarla seyredeceği, yaşayan bir efsaneye saygı duruşu niteliğinde bir belgesel.
Ayrıksı bir caz figürü olan Rahsaan Roland Kirk hakkındaki The Case of the Three Sided Dream (Üç Parçalı Rüya Vakası) ise ABD'deki siyahların hakları için mücadele etmiş olan virtüöze zarif bir bakış. Akranlarından farklı olarak sahnede seyirciyle bol bol iletişime geçen, görmemesine rağmen üç üflemeli çalgıyı anda çalabilen, ayrıca hayvan sesleri koleksiyonculuğu yapan Kirk piyanonun sadece siyah tuşlarıyla icra edilen Blacknuss adlı bir beste de yapmıştı. Adam Kahan'ın yönettiği 87 dakikalık yapım özenli produksiyonuyla sanatçının olağanüstü dünyasına sızmamızı sağlıyor.
New York'un en belalı semtlerinden biri olarak tanınan Queensbridge'de 1973'te doğan Nasir Jones ülkede siyahlar için öngörülen kaderden sıyrılmayı başarmış ve ünlü Rap sanatçısı Nas'a dönüşmüş. Sosyal farkındalıklı Hip Hop yaparak kariyerine başlayan Nas en çok da semtine hakim olan şiddete tepki göstermek üzere siyasi içerikli eserler vermiş.
1994’te yayımladığı Illmatic adlı albümü, yıllar sonra olsa da Hip Hop'un saygın ABD eğitim kurumlarında bir ders olarak okutulmasında büyük katkıda bulunmuş. Yönetmen hanesinde One9 adını gördüğümüz Nas: Time is Illmatic (Nas: Hastamatik Zamanlar) adlı 74 dakikalık yapım ülkedeki ırkçılığın siyahların hayatında nasıl bariyerler oluşturduğunu militanca gözümüze sokuyor.
Elliot Smith folk-punk müziğiyle iştigal eden Omahalı çekingen bir gençti. Kırılgan sesiyle söylediği şarkılar günün birinde New York'ta ünlü bir sanatçıya dönüşmesine imkan tanıdı, fakat asıl sansasyon Good Will Hunting (Can Dostum) filmindeki müziğiyle Oscar'a aday gösterilmesiydi. Kırılgan ruhu bu kadar ilgiyi kaldıramadı ve bunalıma girdi. Her ne kadar otopsi raporu kesin olmasa da 2003’teki ölümü hakkında intihar dendi.
Nickolas Rossi'nin Heaven Adores You (Cennet Sana Tapıyor) adlı 104 dakikalık belgeseli, şarkıları hala dilden dile dolaşan ve başka sanatçılar tarafından yorumlanmaya devam edilen Smith'e hüzünlü bir veda.
Müzik, belgesel festivallerinde önemli yer tutmaya devam edecek gibi görünüyor. (MT/YY)